Yeneroğlu: “Arakanlı Müslümanlara yönelik zulme dünya sessiz kalmamalı”

Myanmar’ın Arakan Eyaletinde yaşanan son gelişmelere ilişkin bir açıklama yapan TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, “İnsan hakları ideallerine gönül vermiş tüm aktörlerin Arakan’da yaşanan zülüm ve katliamlar karşısında gerekli baskıyı uluslararası arenada dile getirmeleri büyük önem taşımaktadır.” dedi ve şunları kaydetti:

“Arakan’ın kuzeyinde geçtiğimiz ay emniyet güçlerini hedef alan saldırı neticesinde dokuz güvenlik görevlisinin hayatını kaybetmesinin ardından bölgede yürütülen operasyonlar son derece yıkıcı ve tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Güvenlik güçlerini hedef alan saldırıyı yurtdışı kaynaklı radikal grupların gerçekleştirdiği iddiasıyla yürütülen operasyonlarda 9 Ekim tarihinden bugüne kadar 428 insan öldürülmüş, 192 kadın tecavüze uğramış, 440 kişi tutuklanmış ve 160 işkence ihbarı rapor edilmiştir. Bu rakamlar dünyada en fazla zulüm gören topluluk olarak tanımlanan Arakan Müslümanlarına uygulanan etnik ve dini temelli soykırımı bir kez daha gözler önüne sermiştir. Ayrıca Mynmar yönetiminin milli politikası haline gelen Arakanlı Müslümanları kendi topraklarından atma hedefi uğrunda atılan bir adım olarak tarihteki yerini almıştır.

Arakanlı Müslümanları hedef alan geniş çaplı operasyonlar neticesinde 1780 ev yakılmış ya da kullanılamaz hale getirilmiş ve büyüyen bu insani krizden kaçmak zorunda kalan insanların sayısı 30 bini aşmıştır. 2012 yılında Budist çoğunluğa mensup ırkçı grupların Müslüman azınlığa yönelik gerçekleştirdiği saldırılardan bu yana yaşanan bu en ciddi operasyon neticesinde, 150 bin kişi bölgeye gidecek yardımlara muhtaçtır. Ancak Arakanlıların yaşadıkları köylerin neredeyse tamamı güvenlik bölgesi ilan edildiği için gerekli yardımlar ulaştırılamamaktadır. Gerekli insani yardımların önündeki engellerin kaldırılması noktasında uluslararası insani yardım kuruluşlarının harekete geçmesi hayati önem taşımaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler nezdinde bölgede inceleme yapılmasına izin verilmesi de büyük bir ihtiyaçtır.

Arakanlı Müslümanların yaşadığı bu baskıların etkisini artıran en önemli etken ise 1982 Vatandaşlık Yasası ile birlikte Arakanlı Müslümanların kendi topraklarında vatandaş olarak tanınmamaya başlamasıdır. Bu Yasaya göre, 8 ulusal ve 135 etnik gruptan birine ait olan veya ataları 1823 yılından önce ülkeye yerleşmiş olan bireyler vatandaş olarak nitelendirilmektedir. Bu durum söz konusu Müslümanların ‘vatansız/haymatlos’ olarak tanımlanmalarına neden olmuştur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Deklerasyonu’nun ‘Hiç kimse vatandaşlık haklarından mahrum edilemez’ maddesine rağmen Arakanlı Müslümanlar kendi ülkelerinde vatandaş statüsüne sahip değillerdir. 1982 Anayasası’nın bu yansımalarından kurtulunması, Arakanlı Müslümanların ülkenin temel bir parçası olarak görülerek temel insani haklardan mahrum bırakılmaması ayrıca ülkedeki vatandaşlık kanunun tüm bireyleri kapsayacak biçimde iyileştirilmesi için gerekenlerin yapılması önemli adımlardan olacaktır.

Gerilimin daha da tırmanmasının ve en önemlisi yaşanan sivil kayıpların engellenmesi için uluslararası aktörlerin insanlığın tükenişini seyretme konumundan çıkıp gerekli adımları atmaları elzemdir. Bizlere düşen insanlığın ufkunu ve umudunu kapatan bu şiddet olayları karşısında dayanışma, kardeşlik ve dünyanın her yerinde çoğulcu bir topluma dair umutlarımızı diri tutmak, yaşanan elim hadiseleri dünya kamuoyunun gündemine taşıma gayreti içerisinde olmak ve kamuoyu nezdinde gerekli hassasiyetin oluşturulmasıyla Arakan Müslümanlarına yönelik baskının son bulmasının sağlanmasıdır.”

Yeneroğlu: “İşkence iddialarının kara propagandaya, siyasi malzemeye ve ideolojik çatışmaya dönüşmesine fırsat verilmemeli.”

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) Türkiye Direktörü Emma Sinclair-Webb ve Hukuk Danışmanı Aislin Reidy’i kabul eden TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı ve İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu HRW’nin “Açık Çek: Türkiye’de Darbe Sonrası İşkenceye Karşı Koruma Tedbirlerinin Askıya Alınması” başlıklı raporuyla ilgili açıklama yaptı. “İşkence iddiaları Türkiye’nin itibarını zedelemek maksadıyla öne sürülemeyeceği gibi ideolojik reflekslerle karşılanamayacak kadar da ağır iddialardır. Bu nedenle de her bir iddianın takibi gereken hassasiyetle yürütülmektedir. Öte yandan bu iddiaların ağırlığına aykırı bir biçimde takdim edilmesi, siyasi aktivist edasıyla tek taraflı ve çözüm değil, itham derdiyle ele alınmış olması insan haklarına asla hizmet etmemektedir.” dedi. Yeneroğlu sözlerine şöyle devam etti:

“Bugüne kadar İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) de dâhil herhangi bir insan hakları organizasyonundan son aylarda tutuklulara işkence ve kötü muamele iddialarına ilişkin İnsan Hakları Komisyonu olarak tarafımıza somut bir başvuruda bulunulmamıştır. Hâl böyleyken HRW’nin işkence iddialarıyla ilgili İçişleri veya Adalet Bakanlığımızdan görüş almaksızın, tek taraflı beyanatlarla mesnetsiz bir şekilde yayımladığı raporun insan haklarına hizmet etmediği ortadadır.

Spekülatif bir nitelikte olan bu raporda, olağanüstü hâlin (OHAL) ardından yürürlüğe giren kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) işkenceye karşı koruma yasalarının kaldırıldığı ve dolayısıyla hukuksuz bazı muamele ve işkence ortamının oluşturulduğu gibi asılsız iddialar dile getirilmektedir. Oysa HRW tarafından toplanan iddiaların ekseriyeti KHK’ların öncesine dayanmaktadır. Ayrıca iddiaların aksine OHAL ile birlikte alınabilecek tedbirler kanunla belirlenmiştir ve yaşam hakkı ve işkence yasağına aykırı tedbirlerin alınması hiçbir şekilde mümkün değildir. Yine işkence yaptığı iddia edilenlerin korunması mümkün olmadığı gibi KHK ile iddia edilen eylem biçimlerinin cezai sorumluluktan muaf olduğu yorumu da gerçeği yansıtmamaktadır. Ayrıca bu zaman zarfında yapılan eylemler AİHM’nin denetimine tabidir. Hem metot hem de içerik anlamında bu kadar hata bir yana, her şeyden önce HRW’den savunduğu ağır iddialarla doğru orantılı bir ciddiyete sahip olması beklenmektedir.

Bu bağlamda söz konusu raporda da ifade edildiği üzere 2002 yılından itibaren gözaltında işkence ve kötü muamele şikâyetlerinde ciddi bir azalma olmuştur ve bu konu ile mücadele 15 Temmuz sonrasında da ara vermeden devam etmiştir. Kötü muamele ve işkence gibi, kime yöneltildiği ya da kim tarafından gerçekleştirildiği asla fark etmeksizin kimsenin müsamaha edemeyeceği konuların ülkemizin içinden geçtiği bu zor günlerde kötüye kullanılmasının sorumluluğunu insan hakları kuruluşları da taşımaktadır. Bu tarz iddiaların kara propagandaya, siyasi malzemeye ve ideolojik çatışmaya dönüşmesine fırsat verilemez. Bunun için nerede, ne zaman ve kime yönelik kötü muamelede bulunulduğunu ortaya koymak ciddiyetin gereğidir.

Komisyonumuz başta olmak üzere Adalet Bakanlığımız ve ilgili tüm birimler meseleye bu kadar ciddiyetle yaklaşırken diğer tarafta var olduğu iddia edilen ihlaller HRW tarafından aylar boyu sadece “dokumente” edilmiş, geçen sürede bu iddialarla alakalı olarak yetkili mercilerle iletişime geçilmemiştir. Bu tutumun olası mağdurların mağduriyetini gideremeyeceği aşikardır.

Her şeye rağmen dile getirilen iddiaların önüne geçilmesi Türkiye olarak ortak sorumluluk alanımızdadır. Bu çerçevede İnsan Haklarını İnceleme Komisyonuna iletilen her bir iddia ve başvurunun titizlikle takip edilmesi ve yetkili savcılıklara suç duyurusunda bulunulması bu konudaki hassasiyetimizi göstermektedir. HRW’nin iddiaları da bu titizlikle takip edilmektedir. Ayrıca İHİK bünyesinde kurulan Hükümlü ve Tutuklu Hakları Alt Komisyonu da çalışmalarına ara vermeden sürdürmektedir. Aynı hassasiyeti uluslararası sivil toplum kuruluşlarından da beklemenin daha ilkesel bir düzlemde buluşabilmek adına zorunlu olduğunu düşünüyorum.”

Yeneroğlu: “Çocuk işçiliğiyle mücadele bireyden topluma ortak sorumluluk alanımızdadır”

Hazır giyimin öncü markalarının Türkiye’deki tekstil üretimlerinde, kayıt dışı Suriyeli sığınmacı çocukları çalıştırıldığına dair iddiaların medyaya yansıması üzerine bir açıklama yapan İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, “Ülkemize iç savaştan kaçarak gelmiş Suriyeli çocukların uluslararası dev giyim şirketleri tarafından istismar edilmesi kabul edilemez” dedi. Yeneroğlu açıklamasında şunları ifade etti:

“Kelimelere sığmayan acılar yaşayan 3 milyonu aşkın Suriyeli Türkiye’nin ‘açık kapı’ politikası sayesinde ülkemize sığınmış ve Türkiye, Nisan 2011’den bu yana Suriyeliler konusunda çok önemli bir çaba ortaya koyarak “misafir” kabul ettiği Suriyelilere yiyecek, sağlık, güvenlik, sosyal aktivite gibi alanlarda BM raporlarında da belirtildiği gibi yüksek standartlarda hizmet sunmuştur. Türkiye, üzerine düşeni yapmış olmasına rağmen uluslararası toplum Suriyeli sığınmacılar konusunda kendisinden beklenen dayanışmayı göstermemiştir. Bu çerçevede ülkemize iç savaştan kaçarak gelmiş Suriyeli çocukların üstelik uluslararası çaptaki dev giyim şirketleri tarafından istismar edilmesi kabul edilemez bir durumdur.

Çocuk işçilerin çalıştırılmasıyla mücadele bireyden topluma herkesin kolektif bir biçimde omuz vermesi gereken bir mücadele alanıdır. Konu başta ilgili kamu kurumları olmak üzere sivil toplum örgütlerinin hatta bütün vatandaşlarımızın ortak sorumluluk alanındadır. Bu çerçevede başta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığımız ayrıca Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımız olmak üzere pek çok kurumumuz çocuk işçiliğini önlemeye yönelik projeler yürütmekte, ilgili eylem planlarını takip etmektedirler. Türkiye’de, çocukların ve gençlerin korunması anayasamızca güvence altına alınmış olup kimsenin yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamayacağı ilgili hükümler ile koruma altına alınmıştır. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 71. Maddesi başta olmak üzere mevzuatımızda on beş yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasak kapsamındadır. Yine bu çerçevede Türk Ceza Kanununun 117’nci maddesinin 2’nci fıkrası uyarınca da mevzuata aykırı bir şekilde çocuk işçi çalıştıran işverenler suç işlemektedir. Ayrıca 2005 yılında çıkarılan Çocuk Koruma Kanunu ile ihmal ya da istismar edilen çocuğun devlet tarafından koruma altına alınması yönündeki düzenlemeler çocuk işçiliğine karşı mücadelede etkin bir rol oynamaktadır. Bu düzenlemeler kâğıt üzerinde kalmamalı, uygulamaya geçirilmeli ve idari birimler çocuk işçilerin çalıştırılmasıyla mücadele başta olmak üzere yükümlülüklerini yerine getirmelidir. Ancak ne yazık ki çocuk işçiliğini önleme çalışmalarında en önemli engellerden biri etkili bir izleme sisteminin olmayışıdır. Bu nedenle çocuk haklarını korumaya yönelik mevzuatın etkin bir şeklide uygulanabilmesi için bir takip sistemine ihtiyaç vardır. Bu noktada istismara şahit olanların da bireysel düzeyde yapacakları suç duyuruları ve savcılıkların da konuyu hassasiyetle takip etmeleri hem olası ihlaller için caydırıcı bir nitelik arz edecek, hem de kamu vicdanını rahatlatacaktır.”

Yeneroğlu: “İlham Tohti’ye verilen ödül Çin’in baskıcı uygulamalarına verilen en güzel cevaptır”

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, Çin tarafından müebbet hapse mahkûm edilen Uygur lider İlham Tohti’ye, İsviçre’de insan hakları ödülü verilmesi üzerine bir açıklama yaptı. “Uluslararası takdir ile koruma sağlamayı amaçlayan bu ödülün ‘Çin’in Nelson Mandela’sı’ olarak görülen İlham Tohti’ye verilmesinin taşıdığı anlam büyüktür.” diyen Yeneroğlu açıklamasında şunları ifade etti:

“Büyük kişisel risklerle karşı karşıya kalarak insan haklarına bağlılık gösteren insan hakları savunucularına verilen ve uluslararası arenada İnsan Hakları Nobel’i olarak görülen ‘İnsan Hakları Savunucuları için Martin Ennals Ödülü’ne bu yıl İlham Tohti layık görülmüştür. Uluslararası takdir ile koruma sağlamayı amaçlayan bu ödülün ‘Çin’in Nelson Mandela’sı’ olarak görülen İlham Tohti’ye verilmesinin taşıdığı anlam büyüktür.

Bu ödül, Çin’in Töhti’yi nefret ve ölümü destekleyen bir ayrılıkçı olarak göstermeye çalışmasına verilebilecek en güzel cevaptır. Dini, kültürel ve siyasal baskıya maruz kalan Uygur Türklerine yönelik sert politikaları eleştirdiği için ömür boyu hapse mahkûm edilen Tohti, uluslararası camia ve insan hakları destekçileri tarafından uzlaşının sesi olarak görülmeye devam edecektir. Uygur Özerk Bölgesi’nde Uygur kültürüne saygı temelinde bir uzlaşı arayan Tohti’nin uğraşları tüm dünyaya örnektir.”

Yeneroğlu: “Kötü muamele ve işkence iddiaları somut verilerle ortaya konulmalı, kara propaganda ve ideolojik çatışmaya dönüşmemeli!”

‘Ceza İnfaz Kurumlarındaki Hak İhlalleri’ gündemiyle toplanan TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu toplantısında Komisyon Başkanı ve İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, “Cezaevlerinde yaygın işkence ve kötü muamele olduğu yönünde kamuoyunda bir süredir oluşturulmaya çalışılan algı, hiçbir şekilde somut verilerle örtüşmemektedir.” dedi. Tutuklu ve hükümlülerin haklarının korunmasına ve bu doğrultuda 26. Yasama Dönemi içinde komisyona gelen başvurulara ilişkin ayrıntılı değerlendirmelerde bulunan Yeneroğlu toplantıda ayrıca şunları ifade etti:

“Komisyonumuz insan hakları ihlalleri konusunda gerek ulusal gerekse uluslararası mevzuata uygun bir şekilde kararlı bir mücadele yürütmektedir. Komisyonumuzun kurulduğu 1990 yılından beri tutuklu ve hükümlülerle ilgili alt komisyonlar kurulmuş; ceza infaz kurumlarında düzenli incelemelerde bulunulmuş ve işkence ile kötü muamele iddialarının üzerine titizlikle gidilmiştir.

Kamuoyunda oluşturulmaya çalışılan algının aksine komisyonumuz kayıtlarına göre, üyelerimiz tarafından ceza infaz kurumlarında yaşandığı iddia edilen kötü muamele ve darp vakalarına ilişkin iddiaları içeren toplam beş başvurumuz vardır. Bunların ötesinde seçildiğim ilk hafta içinde hepsini ziyaret ettiğim insan hakları kuruluşlarından komisyonumuza bu doğrultuda ne bir iddia ulaşmış ne de görüşme talebinde bulunulmuştur. Bu noktada altı çizilmesi gerekir ki; komisyonumuz kayıtlarında yer alan kötü muamele iddialarının çok büyük bir kısmı ceza infaz kurumlarındaki kalabalık kaynaklı problemler, idarenin keyfi tutum ve işlemleri ayrıca infaz memurlarının uygulamalarına ilişkin şikâyetler gibi konuları içermektedir. Fiziksel şiddet gibi iddialar çok az sayıdadır ve bu içerikli başvurular da doğrudan savcılıklara iletilmektedir. İlgili bu beş başvurudan üçü kötü muamele ilgili olup biri Adalet Bakanlığına iletilmiş, ikisi Hükümlü ve Tutuklu Alt Komisyonu incelemelerinde değerlendirilmek üzere kaydedilmiştir. Son dönemde yapılan darp edilmeyle ilgili iki başvurunun ise iletildiği an itibariyle Cumhuriyet Savcılıklarına gönderilmesi talimatı verilmiştir.

Ceza infaz kurumlarında bulunan tutuklu ve hükümlülerin insan haklarının korunması temel önceliğimizdir. Konu insan hakları ihlali olduğu zaman kişinin dili, dini, tabiiyeti, rengi, cinsiyetinin nasıl bir önemi yoksa tutuklu ve hükümlüler söz konusu olduğu zaman da ceza infaz kurumunda hangi gerekçe ile bulunulduğunun hiçbir önemi kalmamaktadır.

Eldeki veriler de açıkça göstermektedir ki tutuklu ve hükümlülere yönelik psikolojik ve fiziksel şiddetin tırmandığı iddiaları somut verilerle ortaya konulamamaktadır. Yine bazı kişi ve kurumlar tutuklu ve hükümlülerden gelen tek bir dilekçeyi herhangi bir incelemeye tabi tutmaksızın yaşanmış vaka gibi kamuoyuna yansıtmaktadırlar. Bu çerçevede kötü muamele ve işkence gibi hiç kimsenin müsamaha gösteremeyeceği konuları, ülkemizin içinden geçtiği bu zor günlerde kimsenin kötüye kullanmaması gerekmektedir. Bu iddiaların kara propagandaya, siyasi malzemeye ve ideolojik çatışmaya dönüşmesinin başta savunduğumuz insan haklarıyla ilgili iddialarımızla çeliştiğini ve ciddi meseleleri sulandırdığını ayrıca ülkemizin uluslararası arenada itibarının zedelenmesine sebebiyet verdiğini hatırlatır ve bu konuların ortak sorumluluk alanımızda olduğunu vurgulamak isterim.”

Yeneroğlu: “Kadına karşı şiddeti zihinlerde teşvik eden, hoş gören klişe ve kalıpların yıkılması gerekmektedir.”

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, Eskişehir’de eski sevgilisi tarafından gırtlağı kesilen ve ölümden dönen Tuba Korkmaz davası üzerine kadına şiddet konusunda bir açıklama yaptı. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:

“Kadına yönelik şiddet, kadınları en temel insan haklarından mahrum etmekte ve kadın sağlığını hem fizyolojik hem de psikolojik olarak olumsuz yönde etkilemekte olan önemli bir toplumsal sorundur. TÜİK verilerine göre ülkemiz genelinde şiddete maruz kalan kadınların oranı yaklaşık olarak %40’ı bulmaktadır. Yani her 10 kadından 4’ü şiddet görmektedir. Ayrıca, fiziksel şiddet gören kadınların neredeyse yarıya yakın bir kısmı bu şiddet olayını kimseye anlatamamaktadır. 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanundan bilgi sahibi olanların, yararlananların sayısı ne yazık ki hala çok düşüktür. Kadına yönelik şiddet sadece ülkemizin değil, tüm dünyanın sorunudur. Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi), 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılmış ve ülkemiz bu sözleşmeye ilk imza koyan ve parlamentosunda ilk onaylayan ülke olmuştur. 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilen ve 20 Mart 2012 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, eski 4320 sayılı Ailenin Korunmasına İlişkin Kanun ile kıyaslanamayacak derecede yenilikleri olan bir kanundur.

Bugüne kadar hayata geçirilen yasal reformlar, kadına karşı şiddeti önleme anlamında değerli adımlardır. Ancak bu yasal reformların, hayata nasıl geçtiği, sorunların çözümünde ne kadar etkin olduğu ve uygulandığı önem arz eden başka bir alandır. İlk olarak, yasal düzenlemelerin, özellikle de 6284 sayılı Kanunun hayata geçmesi, etkin şekilde uygulanması, uygulama sürecinde edinilen çıktıların takip edilerek sorunların tespit edilmesi gerekmektedir. Kanunla yetkilendirilen ve görevlendirilen kamu görevlileri ile kamu kurumlarına, sivil toplum örgütlerine, yargıya ve yürütmeyi denetlemekle yükümlü Meclisimize önemli görevler düşmektedir. İkinci olarak ise, toplumda mevcut cinsiyetçi kalıp ve klişelerin önüne geçilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede, kadına karşı şiddetin bir insan hakkı ihlali olduğunu insanların zihinlerine küçük yaştan itibaren yerleştirmeliyiz. Kanunlarımızın kadına karşı şiddeti suç addetmesi, şiddet uygulayanları cezalandırması yeterli olmamakta, ayrıca zihinlerde şiddeti teşvik eden, hoş gören klişe ve kalıpların da değiştirilmesi, yıkılması gerekmektedir.

Kadına yönelik şiddet sorununa karşı Türkiye nezdinde öncelikle ele alınması gereken ise; kadının acısının gerçekliği karşısında bir takım sloganik ifadeler üretmek ve niteliği olmayan söylemler geliştirmek değil kadına şiddet konusunun sosyal ve siyasal kutuplaşma ekseninde tartışılmasından çıkılıp, meseleye merhem olacak sosyal politikalar nezdinde ele alınmasının sağlanmasıdır. Bu temel şart sağlanabildiği takdirde kadına yönelik şiddete karşı etkin sosyal politikalar geliştirebilmenin yolu da açılacaktır. Elbette ki bunun sağlanması da konuya ilişkin gerekli farkındalığın toplumun tüm kesimlerince özümsenmesiyle mümkündür.”

Yeneroğlu: “Nefret suçlarıyla daha fazla mücadele etmemiz gerekir!”

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, Malatya’daki Zirve Yayınevi’nde 3 kişinin katledilmesiyle ilgili davada verilen karara ilişkin bir açıklama yaptı. “Başta yaşam hakkı olmak üzere kişi özgürlüğü ve güvenliği, din ve vicdan hürriyeti, düşünceyi açıklama ve yayma hakkı gibi temel hak ve özgürlükleri hedef alan bu saldırı, farklı inançların asırlar boyunca huzur içinde yan yana yaşadığı Anadolu coğrafyası üzerinde kara bir leke oluşturduğu gibi nefret suçlarının tüm şekilleriyle daha fazla mücadele etmemiz gerektiğini hatırlatmıştır.” diyen Yeneroğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“Hatırlanacağı üzere Malatya’da 18 Nisan 2007 tarihinde Hristiyanlık öğretisine ait yayınları basan Zirve Yayınevi’ne vahşi bir saldırı düzenlenmiş, burada çalışan Alman uyruklu Tilman Ekkehart Geske ile Necati Aydın ve Uğur Yüksel hunharca katledilmişti. Tüm Türkiye’yi dehşete düşüren olayın yargılaması uzun yıllar devam etmiş, davanın konusu farklı mecralara yönlendirilerek Ergenekon Soruşturması kapsamına dahi alınsa da yaşanan dehşetin karşılığı nihayet cezalandırılabilmiştir.

İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi çalışmaları için gereken çok önemli bir husus, yaşanan hak ihlallerinde olayların etkin bir şekilde soruşturulması ve sorumluların hak ettikleri cezayı almalarıdır. Bu hem hukuk devleti olmanın bir gereğidir ve olası ihlaller için caydırıcı bir nitelik arz eder, hem de kamu vicdanını rahatlatır.

Bu anlamda, yargılamalar sonunda, olaya bizzat katıldıkları belirlenen 5 sanığın mevzuatımızda tanımlanmış en yüksek ceza ile tecziye edilmeleri memnuniyet vericidir. Bununla birlikte yargılamanın etkinliğinin önemli unsurlarından birinin de yargılamanın makul sürede sonuçlandırılması olduğu unutulmamalıdır.

Komisyonumuz dün olduğu gibi bugün de insan haklarının evrensel olduğu ve ülkemizde bulunan azınlık dini mensuplarının temel haklarının korunmasının öneminin bilinciyle çalışmalarını yürütmekte ve alınan kararın benzer olayların yaşanmaması için caydırıcı olmasını ummaktadır. İlaveten toplumumuzda var olan birlikte yaşama kültürünün canlı tutulması için toplumun tüm unsurlarına düşen görevler olduğu hatırlanmalıdır. Özellikle azınlıklar hakkında kamuoyunda zaman zaman tekrarlanan klişeler, farklı dini cemaatlere yönelik önyargıları tetiklemekte ve nefret suçlarını körüklemektedir. Bunlara karşı toplum olarak çok daha duyarlı olmamız ve aktif bir biçimde mücadele etmemiz gerekmektedir.”

Fransa’da Ayaklar Altına Alınan İnsanlık Onuru

İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, Fransa’nın bazı sahil şehirlerinde laiklik ve terör olayları gerekçe gösterilerek alınan burkini yasağını sert bir dilde eleştirdi. Yasak nedeniyle zabıtaların sahildeki Müslüman kadınların burkini mayolarını çıkartması taleplerini insan onurunu zedeleyici bir eylem olarak niteleyen Yeneroğlu, “Fransa’yı bu onur kırıcı yasak ile yüzleşmeye ve sorumlu siyasi aktörleri de siyaset arenasında gerekli söylemleri geliştirmeye davet ediyorum” dedi. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:

“Fransa’nın bazı sahil şehirlerinde laiklik ve terör saldırıları gerekçe gösterilerek insan onuruna ve hukuka aykırı bir şekilde Müslüman kadınların burkini mayoları yasaklandı. Fransa’nın turistik kenti Nice sahillerinde, son haftalarda yaşanan gelişmeler esefle takip ettiğimiz tesettür mayo tartışmalarını oldukça çirkin bir boyuta taşımıştır. İnsan hakları söyleminin merkezinde olan Fransa’da, başörtülü kadınların toplum içinde ve üstelik güvenlik güçleri eliyle bu şekilde aşağılanması, hayret verici bir gelişmedir. Müslüman kadının tesettür mayosunun kolluk kuvvetleri tarafından çıkartılmaya zorlanmasına ilişkin görüntü, geçmişte dünya kamuoyunda yer alan insan hak ve onurunu zedeleyici, vicdanı yaralayıcı fotoğraf karelerine eklenmiştir.
İnsan onurunu ayaklar altına alan bu uygulamanın terörle mücadele kılıfıyla sunulması ise İslam’a ve bu dine mensup olanlara yapılmış en büyük hakarettir. Mensup oldukları dine göre giyinmeyi tercih eden kadınlar, çok çirkin, çarpık ve kirli bir varsayım üzerinden terörist muamelesi görmektedir. Bu varsayımı hukuki bir temele oturtmak ise daha da endişe vericidir. Söz konusu uygulama Müslümanları ötekileştiren ve daha da kötüsü aşırı gruplara hizmet eden bir uygulamadır. Unutulmamalıdır ki hain terör odakları, bu gibi olayları “fırsat” saymaktadır. Kıyafet üzerinden kadınları aşağılayan ve onlara cezai yaptırımlar getiren bu uygulama derhal son bulmalıdır.

Başta İnsan Hakları Kuruluşları olmak üzere Fransa’daki sivil toplum kuruluşlarına, sözkonusu yasağa ilişkin gerekli toplumsal duyarlılığın oluşturulması için büyük rol düşmektedir. Bu çerçevede Fransız STK’ları hukuki ve siyasi alanda mücadele başlatarak bu onur kırıcı soruna çözüm üretilmesine yardımcı olmalıdır. Ancak maalesef ki bu görevi üstlenen kuruluşların da bazı siyasiler ve medya organları tarafından radikal grupların temsilcileri olarak sunulduğuna şahitlik ediyoruz. Bu kapsamda başlatılan hukuk mücadelesinin öncüsü Fransa’da İslamofobiye Karşı Ortak Girişim’in (Collectif Contre l’İslamophobie en France) hakkında çıkarılan asılsız haberlerle baskı altına alınma çabası da kabul edilemez. Kadınların hak ve özgürlüğü için meşru yoldan mücadele eden bir oluşumun, bu şekilde itibarsızlaştırılmaya çalışılmasını kınıyorum.

Yaklaşık bir aydır devam eden yersiz uygulama karşısında sergilenen bu kayıtsızlık halinin giderilmesi elzemdir. Fransa’yı terörle mücadele ve laiklik kisvesiyle temellendirilen bu onur kırıcı yasak ile yüzleşmeye ve sorumlu siyasi aktörleri de siyaset arenasında gerekli söylemleri geliştirmeye davet ediyorum.”