Silivri Cezaevindeki İşkence ve Kötü Muamele İddiaları Hakkında Basın Toplantısı

YENEROĞLU:

‘İşkencecileri koruyan ve cesaretlendiren makam sahipleri oldukça Türkiye’de işkence ve kötü muamele bitmez.’

 

DEVA Partisi İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Silivri Cezaevindeki İşkence ve Kötü Muamele İddiaları Hakkında TBMM’de basın toplantısı düzenledi.

 

Yeneroğlu, “Yıllar önce işkenceye sıfır tolerans diyerek iktidara gelenler, bugün güçlerini kaybettikçe işkence ve kötü muameleyi artık rutin bir uygulama olarak benimsemektedir. Hatta ölümle sonuçlanan en ağır işkence iddialarını dahi soruşturmaktan imtina etmektedir.” dedi.

‘Bir anlamda, “kendini öldür” demek olan süngerli oda iddiası araştırılmalıdır.’

Bildiğiniz üzere, Silivri 5 No’lu Cezaevinde bazı mahpusların maruz kaldıkları işkence ve kötü muamele sonrasında toplu bir şekilde intihar girişiminde bulundukları yönünde iddialar ile bu cezaevinde bulunan hükümlülerden biri olan Ferhan Yılmaz’ın hayatını kaybettiği hususu kamuoyuna yansımıştır.

Her ne kadar Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü jet hızıyla toplu intihar girişimi iddialarını yalanlamış olsa da cezaevinde işkence ve kötü muamele iddialarının gölgesinde bir hükümlünün hayatını kaybettiği açıktır.

Barolar ve sivil toplum örgütlerinin raporlarında, ilgili cezaevinde, süngerli oda adı verilen bir işkence yönteminin uygulandığı, kendine zarar vereceğini ifade eden mahpusa bağcıklı ayakkabılarının teslim edildiği ve bu mahpusun kendisine teslim edilen ayakkabı ipi ile intihar girişiminde bulunduğu iddiaları yer almaktadır.

Bir anlamda, “kendini öldür” demek olan ve mahpusu intihara teşvik etmek olarak değerlendirilmesi gereken bu korkunç iddianın gerçek olup olmadığı ivedilikle araştırılıp kamuoyu ile paylaşılmalıdır.

‘Mahpusların can güvenlikleri devletin sorumluluğundadır.’

Yargı mercileri tarafından haklarında hüküm verilmiş olup kesinleşen mahkumiyetlerini tamamlayacak olan mahpusların can güvenlikleri devletin sorumluluğundadır.

Cezaevi şartları da infaz süreci de bu sorumluluk kapsamında insan onuruna uygun olmalıdır. Bu süreçte mutlak yasak olan işkence ve kötü muamele ile aktif bir şekilde mücadele edilmeli ve devlet yaşam hakkının ihlali ile sonuçlanabilecek her durumun önüne geçmelidir.

Yıllar önce işkenceye sıfır tolerans diyerek iktidara gelenler, bugün güçlerini kaybettikçe işkence ve kötü muameleyi artık rutin bir uygulama olarak benimsemektedir. Hatta ölümle sonuçlanan en ağır işkence iddialarını dahi soruşturmaktan imtina etmektedir.

‘İçinde şaibe barındıran soruların cevaplandırılması gerekmektedir.

Bizler DEVA Partisi olarak bu olayın aydınlatılması için soru önergemizi vermiş olsak da buradan bir kez daha yetkililere sormak istiyorum:

Madem işkence ve kötü muamele yok, vefat eden hükümlünün çıplak göz ile anlaşılacak kadar vücudunda bulunan darp izlerinin, kanamanın ve şişkinliğin nedeni nedir?

Madem işkence ve kötü muamele yok, medyada yer alan mahpuslara ait ses kayıtlarında, mahpuslar neden ailelerine işkence gördüklerini ve intihar edeceklerini beyan etmektedir?

Madem işkence ve kötü muamele yok, neden 60 kişilik koğuş dağıtılmıştır ve gördükleri işkence sonrası intihar girişiminde bulunan mahpuslar şehir dışında bulunan cezaevlerine alelacele sevk edilmiştir?

Tüm bu soruların cevaplandırılması gerekmektedir.

‘TİHEK gecikmeksizin Silivri 5 No’lu Cezaevine ziyaret gerçekleştirmelidir.’

Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun haber vermeksizin cezaevlerine ziyaret yapma yetkisi bulunmaktadır. Bu kadar iddianın ortaya çıkmasından sonra bir insan hakları başvuru mekanizması olan TİHEK’in gecikmeksizin Silivri 5 No’lu cezaevine ziyaret gerçekleştirmesi, ziyaret sonrası gözlem ve tespitlerini kamuoyu ile paylaşması oldukça önem taşımaktadır.

‘Türkiye’de devleti yönetenler bilerek ve isteyerek işkenceye göz yummaktadır.’

Ne yazık ki, hukukun üstünlüğünden vazgeçildikçe işkence haberlerini, hukuka aykırı yargılamaları, keyfi tutuklamaları daha çok görür olduk.

Hukuku ayak bağı olarak gören hükümet ortakları ile işkencecileri koruyan ve cesaretlendiren makam sahipleri oldukça Türkiye’de işkence ve kötü muamele bitmez.

Çünkü işkence ve kötü muamele bir tercihtir. Bugün Türkiye’de devleti yönetenler bilerek ve isteyerek işkenceye göz yummaktadır.

Mazlumu ezmek, düşene vurmak, muhtacı hor görmek ve insanların haklarını yok saymak bu iktidarın ahlakı olmuştur.

İktidar tüm devlet kurumlarında olduğu gibi cezaevlerinde de düzeni sağlamanın yolunu hukuka aykırılıkta bulmuş ve işkenceyi sıradanlaştırmıştır.

Tablo oldukça karamsar evet.

Ancak umutsuzluğa yer yok.

Bizler bu karamsar tablodan milletimizi kurtarmak için canla başla çalışıyoruz.

Bizler, bu ülkeye DEVA olmaya geliyoruz.

 

 

SAVUNDUKLARI ŞÜPHELİ VE SANIK EYLEMLERİ KAPSAMINDA AVUKATLARIN SORUMLU TUTULMALARI HUKUKEN KABUL EDİLEMEZ. SAVUNMA KUTSALDIR!

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 11.09.2020 tarihinde, Ankara merkezli olmak üzere, 7 ilde toplamda 48 avukat ve 7 stajyer avukat hakkında “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçu kapsamında; arama, el koyma ve gözaltı kararı verilmiştir. Bu kararlar ile yargının asli unsuru olan avukatlar hakkında bir nevi terör soruşturması başlatılmıştır.

Avukatların yargılamalardaki rollerine ilişkin temel prensiplere göre, avukatlık faaliyetlerinin güvencesi kapsamında, avukatlar görevlerini icra etmeleri nedeniyle müvekkilleriyle veya müvekkillerinin davalarıyla özdeşleştirilemezler. Bununla birlikte evrensel ceza hukuku kurallarına göre, suçun şahsiliği ilkesi açısından da savundukları şüpheli veya sanığın eylemleri nedeniyle sorumlu tutulamazlar.

Avukatlık Kanunu uyarınca avukatlar, yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil ederler. Avukatların, gözaltında tutulan şüpheliler ile mahkemelerde yargılanan sanık müvekkillerinin haklarını savunmalarından daha doğal bir şey olamaz. Aksi durumda avukata yapılan her müdahale, savunma dokunulmazlığının ihlali olarak karşımıza çıkar.

Silahların eşitliği uyarınca, avukatların yargının olmazsa olmaz üç unsurundan biri olmasına rağmen bu soruşturmalar eliyle avukatlar ile yargı arasında mesafe konulmak istenmekte, şüpheli ve sanıkların haklarını korumak amacıyla hukuki sınırlar içinde yapacakları her müdahale bertaraf edilmek istenmektedir. Bu prensipler doğrultusunda, avukatlık mesleği bağımsız ve tarafsız olarak sadece hukukun uygulanmasını sağlama açısından değerlendirilmek zorundadır.

Avukatları, şüpheli ve sanıkları savunmaları kapsamında sırf mesleki uygulamaları nedeniyle cezalandırma amacı gütmek, açıkça hukuku ayaklar altına almaktır. Bu durum, hukuk sistemimizde tamiri imkansız yaralar açmaktadır.

Savunmanın temsilcisi olan avukatları, savunma hakkı kapsamında görevlerini yerine getirdikleri şüpheli ve sanıkların eylemleri doğrultusunda terör örgütü üyesi olmakla itham ederek yapılan bu soruşturmalar, gerek usul gerekse de esas açısından hukuka açıkça aykırıdır. Yargının bağımsız ve tarafsızlığını sağlamakla yükümlü makamların, savunmanın yok edilmesi sonucunu doğuracak işlemlerden kaçınması gerekir.

Bu minvalde, özellikle terör soruşturmalarında mevzuatımızda yer alan suç tanımlarının esas alınması, şüpheli ve sanık eylemlerinin kendilerini savunan avukatlara teşmil edilmek suretiyle genişletilmemesi gerekir.

AİHM Başkanı Robert Spano’nun Türkiye Ziyareti “Hukukun üstünlüğünün olmadığı bir devlette, baskı ve tahakküm vardır.”

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Başkanı Sayın Robert Spano, Adalet Akademisi’nde “hukuk devleti” ve “yargı bağımsızlığı” temalı bir konuşma yapmıştır. Sayın Başkan’ın Türkiye’de yaşanan gerçekleri açıkça vurguladığı “Yargı Bağımsızlığı: Hukuk Devletinin Köşe Taşı” başlıklı konuşması, yargıçlara ve hükümete verilen ciddi bir ders niteliğindedir.

Ne yazık ki Türkiye son dönemde; işkence ve zorla kaybettirmelerin, medyaya ve bireylere yapılan ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyecek müdahalelerin, terör örgütü üyeliği gerekçesiyle yapılan hukuka aykırı soruşturma ve kovuşturmaların, gazetecilerin, siyasetçilerin ve insan hakları savunucularının keyfi tutuklulukların, kanun hükmünde kararnameler ile yapılan ihraçların, kayyum atamalarının yaşandığı bir ülkedir. Muhakkak ki bu hak ve özgürlüklerin ihlalinin sistematikleşmesinde; Türk yargıçlarının anayasayı hak temelli yorumlamaması etkili olmuş; yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ve evrensel hukuk değerleri ciddi biçimde zedelenmiştir.

2019 yılı AİHM verilerine göre; Türkiye en çok başvuru yapılan ülkeler arasında ikinci sırada yer almaktadır. Mahkemenin Türkiye hakkında geçen yıl vermiş olduğu 113 kararın 97’sinde, en az bir sözleşme maddesinin ihlal edildiğine hükmedilmiştir. Verilen ihlal kararlarının önemli bir kısmı ifade özgürlüğüne ilişkinken; özgürlük ve güvenlik, mülkiyet hakkı, adil yargılanma, özel ve aile yaşamına saygı hakları ile insanlık dışı muamele konularında da ihlal kararları bulunmaktadır. Öte yandan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 2019 Raporuna göre Türkiye, AİHM’in 184 kararını uygulamaya koymayarak, AİHM kararlarını uygulamayan ülkeler arasında ikinci sırada yer almaktadır.

Ülkemizin insan hakları ve yargı bağımsızlığındaki karanlık tablosuna rağmen, AİHM Başkanı’nın ülkemizi ziyaret etmesi oldukça önemlidir.  Ancak iktidar eliyle bağlayıcı niteliğe haiz olan mahkeme kararlarının dahi uygulanmadığı ülkemizin, AİHM önünde karara bağlanması gereken pek çok davası olduğu açıktır. AİHM Başkanı tarafından devlet yetkileri ile yapılan görüşmelerin yanında insan hakları örgütlerinin temsilcileriyle de birer görüşmenin programa dahil edilmemesi de hükümetin Başkan’ı gerçeklerden uzak tutma çabasıdır.

Adalet Akademisinde yapmış olduğu konuşmasında misafir olduğu ülkemizin sorunlarından bahseden Sayın Spano’nun işaret ettiği üzere; “hukukun üstünlüğünün kabulü, demokrasi ve insan haklarına saygı” bir hukuk devletinin olmazsa olmazlarındandır. Hukukun üstünlüğünün kabulü de bağımsız mahkemelerden geçmekle birlikte, adil yargılanma hakkının herkes için eşit olarak tanınması ile mümkündür.

DEVA Partisi olarak yargıçların tam bağımsız olması gerektiğine inandığımız hukuk devleti anlayışında; devletin ve yöneticilerinin evrensel hukuk ilkeleri ve uluslararası mahkeme kararları ile sıkı sıkıya bağlı olması gerektiğini vurgulamak isteriz.

Bu minvalde, Sayın Spano’nun “İktidardakiler tarafından hukukun üstünlüğünün terk edildiği bir toplumun açık tezahürü kendi halklarına karşı baskıdır” ifadesinin altını çizerek, hukuk devleti ve yargının bağımsızlığına dönülmediği müddetçe ülkemizin toplumsal refaha erişemeyeceğinin açık olduğunu belirtmek isteriz.

,,Operation Friedensquelle’’ notwendig und unabwendbar für die nationale Sicherheit der Türkei

„Die Militäroperation „Operation Friedensquelle“ in der türkisch-nordsyrischen Grenzregion zielt weder auf Kurden, noch auf die territoriale Integrität und Souveränität Syriens. Der Einsatz dient einzig und allein dem Schutz der nationalen Sicherheit der Türkei und stellte seit Längerem eine dringende Notwendigkeit dar,“ erklärt Mustafa Yeneroğlu, Abgeordneter der AK-Partei in der Großen Nationalversammlung der Türkei. Yeneroğlu weiter:

,,Am 9. Oktober 2019 hat die Militäroperation „Operation Friedensquelle“ der Türkei gegen die Terrororganisationen PKK, PYD/YPG und ISIS/Daesh an der türkisch-nordsyrischen Grenzregion begonnen. Sie ist legitimiert durch Artikel 51 der UN-Charta, dem allgemeinen Recht auf Selbstverteidigung, den Beschlüssen des UN-Sicherheitsrates 1373(2001), 1624(2005), 2170(2014), 2178(2014), 2249(2015) sowie 2254(2015) und beruft sich somit auf geltendes Völkerrecht. Diese Operation zielt weder auf die kurdische Bevölkerung in der Region, noch auf die Armee eines Staates und somit auch nicht auf die territoriale Integrität und Souveränität Syriens. Der Einsatz dient einzig und allein dem Schutz der nationalen Sicherheit der Türkei vor der permanenten Terrorgefahr durch die PKK, ihren syrischen Ablegern PYD/YPG sowie ISIS/DAESH. Die Operation war seit Längerem dringend und unabwendbar.

Es ist international unbestritten, dass die PYD/YPG als syrischer Ableger der als Terrororganisation eingestuften PKK gilt, so auch im Verfassungsschutzbericht. Allein in den letzten 2 Jahren wurde die Türkei zum Opfer unzähliger terroristischer Angriffe und Störmanöver entlang ihrer Grenzen. Hinzu kommt, dass die PYD/YPG über die Grenze Waffen, Munitionen und Manpower für den Terror der Schwesterorganisation PKK auf türkischem Boden einschleust und hiermit auf direkter Weise den Terrorismus in der Türkei unterstützt. Zudem weisen zahlreiche Berichte internationaler Menschenrechtsorganisationen darauf hin, dass die PYD/YPG in vielerlei Hinsicht geltendes Völkerrecht missachtet und Kriegsverbrechen verübt. Demnach wurden bei der Einnahme syrischer Dörfer Zivilisten umgebracht, willkürlich Menschen verhaftet und entführt, Dörfer zerstört, Menschen vertrieben und Minderjährige als Kindersoldaten rekrutiert. Auch ist bekannt geworden, dass die PYD/YPG schmutzige Geschäfte mit ISIS/DAESH geführt hat und deren Terroristen für Terroranschläge in der Türkei aus der Haft entlassen hat.

Doch ist es empörend und traurig zugleich, dass diese Tatsachen in der internationalen Berichterstattung fast nie Platz finden. Die terroristische PYD/YPG ist zweifellos eine totalitäre Organisation, die an der türkischen Grenze nicht zu dulden gilt. Im Rahmen der Militäroperation werden ausschließlich Stellungen und Munitionslager der PYD/YPG angegriffen. Wie auch bei den vorherigen Operationen wird der Schutz der Zivilbevölkerung durch die türkischen Streitkräfte gesichert. Wir sind uns einig, dass der internationale Terrorismus eine Gefahr für alle NATO-Bündnispartner darstellt. In diesem Sinne sei daran erinnert, dass die NATO-Außengrenze ausschließlich durch die Türkei effektiv geschützt werden kann. Unsere Partner müssen endlich verstehen, dass eine Terrororganisation nicht mit einer anderen Terrororganisation bekämpft werden kann. Mit über 40.000 Todesopfern und unzähligen Verletzten ist es unbestritten, dass die Türkei ein legitimes Interesse daran hat, ihre territoriale Integrität zu schützen und das Wohl ihrer Bürger zu gewährleisten.“

1. Bundesamt für Verfassungsschutz, ‘Arbeiterpartei Kurdistans – PKK‘, S. 17: https://www.verfassungsschutz.de/embed/broschuere-2015-07-arbeiterpartei-kurdistans-pkk.pdf-;
siehe auch https://www.dailysabah.com/war-on-terror/2018/01/11/uk-expresses-concern-over-links-between-pkk-ypg.

2. https://www.amnesty.org/en/press-releases/2015/10/syria-us-allys-razing-of-villages-amounts-to-war-crimes/.

3. https://www.hrw.org/news/2014/06/18/syria-abuses-kurdish-run-enclaves; https://www.amnesty.de/jahresbericht/2017/syrien.

“Bayburt’tan Köln’e Uzanan Bir Göç Hikâyesi” [Türkiye Gazetesi Pazar Ertesi Köşesi]

ANKARA- Bayburt’tan 9 aylıkken ayrılarak ailesiyle birlikte Almanya’ya yerleşen ve 2015 yılına kadar orada yaşayan AK Parti İstanbul Milletvekili ve MKYK üyesi Mustafa Yeneroğlu, Bayburt’tan Köln’e uzanan göç hikâyesini gazetemize anlattı. Yeneroğlu’yla, neden Köln’e göç ettikleri, çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadıkları, Avrupa’da artan İslam düşmanlığı, Müslümanların yaşadığı sıkıntıları ve siyasete atılma hikâyesini konuştuk. Yeneroğlu’nun sorularımıza verdiği cevaplar şöyle:

 

BABAM BENİ O HALDE GÖRÜNCE, BİZİ ALMANYA’YA GÖTÜRMÜŞ

-Sizin Bayburt’tan Köln’e uzanan bir göç hikâyeniz var. Biraz bahseder misiniz?

Ağustos 1975’te Bayburt’un Nişantaşı köyünde doğdum. Babam 1973’te işçi olarak Almanya’ya gitmiş. Annem, ablam ve ben köyde kalmışız. Babaannem bizi çok severdi ama otoriter bir kadındı. Belki de başka çaresi yok, dedem 1958’te vefat edince 11 çocuğu yetiştirmek kolay değil tabi. Kızdığı zaman sert konuşurmuş. Karadenizlilik de var. Gelinlere de fazla yüz vermezmiş. Annem de başka köyden gelmiş, kendini ispat etmesi gerekiyor tabi. Sürekli tarlaya gitmek zorunda olduğu için biz de hep evin önünde kendi hâlimizdeyiz. Bir gün babam izne gelmiş. Ben o zaman 9-10 aylığım. Annem yine tarlada çalışıyor. Çocuklara kimse bakmıyor; sokakta böceklerle, karıncalarla oynuyoruz. Babam üstümüzü başımızı toz toprak içinde görünce, ‘Benim bir daha oğlum olacak mı?’ diye düşünüp bizi köyden götürmeye karar vermiş. 1976 yılından 2015 yılına kadar Almanya’da yaşadım. Ardından Türkiye’ye döndüm.

MAHALLEDE MİLLİ MAÇ YAPABİLMEK İÇİN UZAKTAN ALMAN GETİRİRDİK

-Çocukluğunuz nasıl geçti? Nasıl bir ortamda büyüdünüz?

Babam, Almanya’ya işçi olarak en son gidenlerden. Çünkü Almanya 1973’te işçi almayı durdurmuş. Bu arada Almanya’da erkek ve kız kardeşim doğdu. Biz 4 kardeş, annem ve babamla birlikte 34 metrekarelik evde büyüdük ama çok güzel bir çocukluk dönemi geçirdim. Almanlar, ‘Bunlar nasılsa geri dönecekler’ diye yabancıları mahalle mahalle bölmüşlerdi. Bizi zamanında askerler için yaptıkları evlere yerleştirmişler. Bizim mahallenin biraz ilerisine İtalyanlar, bir mahalle sonrasına ise Yugoslavlar yerleştirilmişti. Biz çocukken milli maçlar yapardık fakat maç yapacak Alman bulamazdık. Uzaklardan davet ederdik ki; onlara karşı maç yapalım. Çünkü orta sınıf bir Alman o bölgede bulunmazdı.

– Göç eden Türk vatandaşlarının bulunduğu ülkelerde eğitimden dinine kadar pek çok sorunla karşı karşıya kaldığını duyuyoruz. Okul ve sosyal hayatınızda zorluklarla karşılaştınız mı?

Çocukluğum boyunca bir ayrımcılık yaşadığımı iddia edemem. Bu belki benim kişiliğimle de alakalı. Çünkü ben böyle bir şeyi kabul etmem. Mücadelesini veririm. O sebeple olacak ki ayrımcılığa uğradığım hatırası yok denecek kadar az bende.

HİÇBİR ZAMAN AYRIMCILIĞI KABULLENMEDİM

-Sizlerin bulunduğu yerleri sorunlu mahalle olarak mı adlandırıyorlardı?

Tabii ki. Yabancıların yoğun olduğu yerler, sosyo-ekonomik ve eğitim statüsünün en düşük olduğu yerlerdi. Biz bize yaşıyorduk, Türkler olarak birbirimizle olan dayanışmamız çok güçlüydü, Türkmüş, Kürtmüş, Aleviymiş bilirdik ama hiç birbirimizi ötekileştirmedik, birbirimize sahip çıkardık. Almanlar o dönem farkında değildi ve kabullenmek istemiyorlardı, ama Almanya çoktan çok kültürlü bir toplum olmuştu.

MARKET TORBASI İLE SOKAKTA DOLAŞAMAZSINIZ

-Türklerin eğitim gördüğü okullara mı gittiniz?

Türk mahallelerin yoğun olduğu bölgelerde okullar oluyordu. Bizim sınıfta öğrencilerin belki de yarısı Türk’tü. Geri kalanının çoğu yine yabancıydı. Türk öğretmenler, sadece Türkçe dersi veriyordu. Geri kalan hocalar hep Alman’dı. İnsanlara ‘Çocuklarınız nerede okula gidiyor?’ diye sorunca, ‘Aldi’nin arkasında’ derlerdi. ‘Aldi’ en ucuz süper marketti. Türklerle Aldi üzerinden dalga geçerlerdi. Büyüklerimiz de Aldi torbası görünce çocuklar ‘Bununla neden dolaşıyorsunuz’ derlerdi.

BAŞKALARININ YAŞADIĞI AYRIMCILIKLARLA MÜCADELE EDİYORUZ

-Peki, sizin aileniz?

Bizim mahallede kimse çocuklarının eğitimiyle fazla ilgilenmezdi. Ancak babam, eğitimimiz konusunda çok hassastı. Bize hep, ‘Okuyun, bari siz adam olun’ derdi. Okul derslerimde hassastı. Hatta o kadar hassastı ki 6 yaşımdayken beni 18 durak uzağa, Kur’an eğitimi almam için gönderirdi. O şekilde Milli Görüş ile tanıştım. 1995 yılında üniversiteye başladığımda Türklerin oranı yüzde 3’ün altındaydı. Üniversite mezunları ise yüzde 1,5 civarındaydı. Bir de bizim büyüklerimiz, yaşadığı ayrımcılığın farkında değildi. Düşünün, Almancayı yarım yamalak biliyorsunuz, bir yere gittiğinizde muhatabınız sizinle dalga geçiyor ama siz dalga geçtiğinin farkında bile değilsiniz.

KONSOLOSLUĞA GİTTİĞİMİZDE O GÜNÜMÜZÜ ÖLDÜ KABUL EDERDİK

Siz ayrıca hukukçusunuz. Çevrenizde gördüğünüz ayrımcılıktan dolayı mı hukuk okumayı seçtiniz?

Liseden sonra, Köln Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almaya başladım. Okulu erken bitirdim. Sonra insani yardım dernekleriyle dünyanın farklı bölgelerine gittim, İslam dünyasını dolaştım. Batı Avrupa’yı karış karış bilirim zaten. Okul yıllarımda hukuki konularla ilgilenmeye başlamıştım. Türk toplumunun bir aktivisti olarak mücadelemizi veriyorduk. Müslümanların dışlanmasına karşı kamusal alanda eşit hakların elde edilmesine ilişkin mücadele verdik. Bütün hayatım da öyle geçti. Biz o dönemlerde konsolosluğa gittiğimiz zaman o günümüzü öldü kabul ederdik. Yine horlanacağız, aşağılanacağız, yine senli-benli konuşacaklar büyüklerimizle diye. Ben o zaman çocuğum, pek bir şey anlamıyorum ama ‘yine annemizin başörtüsünü mesele yapacaklar’ diye düşünürdük. Şimdi bunları çocuklarımıza anlattığımızda onlara uzak geliyor ama hâlâ orada orta yaştaki insanlarımızın çoğu fazlasıyla bu kötü günleri hatırlar.

-Davaları takip ettiğinizi söylediniz. Ne tür davalara bakıyordunuz?

Avrupa’da Müslümanların yaşadıkları ayrımcılık, cami yapımı, ezan meselesi, helâl et kesimi, başörtüsü meselesi, Türkçe konuşma, etnik ayrımcılık, kurumsal hakların ötelenmesi gibi birçok arkadaşımızla birlikte yüzlerce davayı takip ettim.

ALMANYA’DA HER GÜN ORTALAMA 5 MÜLTECİYE SALDIRILIYOR

-Avrupa’da İslam düşmanlığı hâlâ artıyor mu?

Hem de çok ciddi biçimde artıyor. Almanya’da her gün en az 5 mülteciye ya da mülteci kampına saldırılar yapılıyor, özellikle son yıllarda her gün Müslümanlara ve camilere karşı fiili saldırıların sayısı ortalama 3 civarında. Gün geçtikçe artık sorgulama gereksinimi bile duymadan özgürlükçü toplum düzeninin azınlıklara yönelik temel haklarının altı oyuluyor birçok ülkede. 2001 yılında yaşanan terör hadiselerinden sonra Müslümanlara karşı ayrımcı yaklaşımlar güçlendi, kurumsal ırkçılık bariz bir hâl aldı. Artık sokaktaki dazlaklar mesele değil. 2000’lerden sonra takım elbise ve kravatlı dazlak zihniyle bir mücadele başladı.  İnsanlar bunları sokağa düşünce hissediyorlar. Ama asıl mücadele alanı yasama, yargı ve yürütmede belirlenen ayrımcılığa karşı mücadele bilincinin oluşturulması. Maalesef bu konularda çok zayıfız.

-Türkiye’de siyasete atılma fikri nereden geldi?

Biz yurt dışında ne kadar mücadele edersek edelim, Türkiye’de doğru politikalar ortaya konulmadığı sürece yol alamayız diye düşünürdük. Düşünün, o zaman yurt dışındaki kurumsal ayrımcılıkları Türkiye de teşvik ediyordu, hatta ilgili devletlere baskı yapıyordu; dini dernekleri dışlasın diye. Sayın Cumhurbaşkanımız beni çok genç yaşlarımdan beri tanır. İlk tanıştığımızda kendisi İstanbul’da gençlik başkanıydı. 2002 yılında AK Parti iktidara geldiğinde devamlı dinlerdi, yurt dışındaki Türk toplumun meselelerini çok önemserdi. Biz de yurt dışında yaşayan insanlarımızın gündemini ve konularını hep aktarırdık. Dünyada birçok örneğinin olduğu bir diaspora kurumunun Türk diasporası için de kurulması gerektiğini hep gündemde tuttuk. Türkiye’de değişik dönemlerde farklı formatlarda gündeme gelen ancak konjonktürel sebepler, bakış açılarındaki farklılıklar veya ehemmiyetinin yeterince anlaşılamaması dolayısıyla hep ertelenen bu ihtiyaç gecikmeli de olsa AK Parti hükümetlerine nasip oldu. Avrupa’daki Türk toplumu adına Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının kurulma sürecinin aktif olarak içinde yer aldık. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 7-8’ ini oluşturan yurt dışındaki Türk toplumunun meselelerinin sadece bir kurumun gündemi değil, devlet politikası hâline gelmesi gerektiğine inanıyorum. Bu konuda siyasetin önemli bir sorumluluğu vardır. Arzu edilen noktada olmadığımız kanaatindeyim.

ÇOCUKLAR İLK İKİ YILDA BİR AN EVVEL GERİ DÖNMEK İSTEDİLER

-Eşiniz ve çocuklarınız Türkiye’ye alıştılar mı?

Eşim belki çok istekli değildi ama bu kararımda beni hep destekledi. Birçok arkadaşımız ‘Anavatanımızda sorumluluk almamız gerektiğini daima vurgulardı. Tabii ki benim için milletvekili olarak hizmet etme imkânı çok büyük bir şeref ve onurdu. Aynı zamanda çok büyük bir değişimdi. Çocuklar ilk iki yılda bir an evvel geri dönmek istediler. Almanya’da doğup büyüdüler, orada okula başladılar, arkadaşları hep orada. Benim kardeşlerim, dolayısıyla onların kuzenleri hep orada.

-Mecliste 4. yılınız, son olarak ne düşündüğünüzü alalım mı?

Türkiye’de siyasete atılırken zorluklarını tahmin ediyordum, ama açıkçası bu kadarını da beklemiyordum. Türkiye gündemi çok dinamik. Yurt dışındaki toplumumuzun meselelerinin bu dinamik gündem içinde ön sıralarda yer alması çok kolay değil. Siyaset birçok alanda çözüm üretmek için var, ancak bu çözüm, kamu idaresi tarafından etkin olarak sahiplenilip uygulanırsa sonuca ulaşılabilir. Siyasetçiler olarak  özeleştiri kültürümüz maalesef zayıf. Türkiye’de paradigma değişikliğine bu anlamda ihtiyaç var. Hızlı akan gündemde savrulmadan meseleleri etraflıca analiz etmek ve adım adım takip etmek önceliğimiz olmalıdır. Türkiye gibi jeopolitik denge/dengesizliklerin ortasında bir ülkede yüzeysel ya da geçici çözümler daha fazla sorun üretir. Türkiye’de çok rastladığım “idare-i maslahat”, sorumluluk ve inisiyatif almadan herkesi idare etmek gibi kullanılıyor. Toplumumuzun ve ülkemizin maslahatı için idare önceliğimiz olmalıdır. Aslında bunların temeli de adalet ve liyakattir. Hem yurdumuzda hem dünyada adalet ve liyakati esas alarak mücadeleyi güçlendirmeliyiz.

  1. Gazete kupürü için tıklayın. 
  2. Gazete kupürü için tıklayın.

 

‘Türk-İslam ve Erdoğan düşmanlığını Özil’den çıkardılar’ [Anadolu Ajansı]

AK Parti İstanbul Milletvekili ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Türk grubu üyesi Mustafa Yeneroğlu, “Irkçı Alman orta ve üst sınıfı, Türk-İslam ve Erdoğan düşmanlığını, Özil üzerinden bir kez daha ortaya koydu.” dedi.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile çektirdiği fotoğraf nedeniyle Almanya’da ırkçı ve ayrımcısaldırıların hedefi olan Türk asıllı futbolcu Mesut Özil’in Almanya Milli Takımı’nı bıraktığını açıklaması, dünya kamuoyunda büyük yankı uyandırdı.

İngiltere Premier Lig ekiplerinden Arsenal’de forma giyen Mesut Özil’in maruz kaldığı ırkçı ve ayrımcı saldırılardan sonra başlayan Avrupa’da ırkçılık tartışmalarını, AK Parti İstanbul Milletvekili ve AKPM Türk Grubu Üyesi Mustafa Yeneroğlu, AA muhabirine değerlendirdi.

Yeneroğlu, Almanya’da Müslümanların tehdit olarak görülmeye başlandığı bir sürecin yaşandığını, “bu insanların eritilmesi” düşüncesinin ise gittikçe yaygın bir kanaate dönüştüğünü söyledi.

 

Haberin linki için lütfen tıklayınız.

“Gurbetçiye dil desteği” [Türkiye Gazetesi]

Türkiye, yurt dışında yaşayan 6 milyon Türk vatandaşının ihtiyaç ve meselelerine çözüm bulmak için çalışmalarına devam ediyor. Bu kapsamda Yurt Dışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı (YTB) iki önemli proje başlattı.

Yurt dışındaki vatandaşların en önemli ihtiyaçlarından biri olan aile ve sosyal hizmetler konusunda danışmanlık, destek ve terapi gibi hizmetlerin çeşitliliğin arttırılması ve bu ihtiyacın karşılanması için YTB, oradaki vatandaşlara önemli bir fırsat sağlıyor. Almanya, Avusturya, Belçika, Fransa ve Hollanda gibi Türklerin yoğun olduğu ülkelerde pedagoji, sosyal pedagoji, pedagojik psikoloji, psikoloji, klinik psikoloji, tıp ve tabsii tıp uzmanlığı ile gerontoloji alanlarından mezun olmuş vatandaşlara terapi ve uzmanlaşma eğitimleri için burs verilecek. Burs miktarının 15 bin avro veya 15 bin avroya denk gelen ülke para birimi (84 bin TL) tutarı kadar olacak. YTB’nin bir diğer önemli çalışması ise yurt dışındaki Türk çocukların Türkçe öğrenmeleri ve millî değerlerini unutmamalarına ilişkin eğitim programı oldu.

YTB, yurt dışındaki Türk çocukların gelecekte Türkiye ile güçlü bir ilişki içinde olması, Türkçeye hâkim olmaları için 5 üniversite ile yaptığı iş birliğiyle “Türkçe Öğretimi Yüksek Lisans Programını” başlattı. AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, bu çalışma ile yurt dışındaki vatandaşların temel ihtiyaçlarından birinin karşılanacağını belirterek “Bu çalışma yurt dışındaki çocuklarımıza ana dillerinde okuma, yazma ve konuşma gibi temel dil becerileri kazandırma da aktör olacak eğitimcilerin yetiştirilmesinde kilit bir rol oynayacaktır” dedi.

Haberin linki için tıklayın.

Gazete kupürü için lütfen tıklayınız.

“NSU’nun devletteki uzantıları gizlendi” [Aydınlık Gazetesi]

Dava sürecinde ölen tanıklar, imha edilen deliller, görmezden gelinen istihbarat elemanı ağıyla NSU davasında verilen karar tartışılmaya devam ediyor. AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, ‘Bir sanığa ömür boyu hapis cezası verilmesiyle bu davanın kapatılması kabul edilemez’ ifadelerini kullandı.

Almanya’da sekiz Türk’ü öldüren Neonazi NSU örgütünün devletteki bağlantılarının üstü örtülerek davada yargılanan beş sanığa çeşitli cezalar verildi. Sadece baş sanık Beate Zschäpe müebbet hapis cezası aldı. Örgüte silah temin eden bir sanık ise artık serbest… Türk kamuoyunda bile yeterince ilgi gösterilmeyen NSU davasından geriye sadece soru işaretleri kaldı. Davayı yakından takip eden ve karar duruşmasını Almanya’da izleyen AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, dosyaya ilişkin Aydınlık’ın sorularını yanıtladı.

Röportajı okumak için tıklayın.

Gazete kupürü için lütfen tıklayınız.

Yeneroğlu: “Kendi geleceğiniz için sandığa gidin” [Türkiye Gazetesi]

AK Parti İstanbul Milletvekili ve Yurt Dışı Seçim Koordinasyon Merkezi Başkanı Mustafa Yeneroğlu, Türkiye’de 24 Haziran da yapılacak Cumhurbaşkanı ve 27. Dönem Milletvekili Genel Seçimleri için yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızı sandığa davet etti. Vatandaşlarımızın seçime ilgisini artırmak ve sandığa gitmelerim teşvik etmek için çaba gösteren Yeneroğlu, Türkiye Gazetesinin Frankfurt’taki merkezine ziyarette bulunarak, politik çalışmaları hakkında bilgi verdi.

1 MİLYONU AŞALIM
Yeneroğlu, Ak Parti olarak 16 Nisan halk oylamasında alman toplam S30 bir. oyun, bu seçimlerde 1 milyonun üzerine çıkmasını hedeflediklerini soyledi. Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın yarım asrı geçkin sorunları ile ilgili Ak Parti iktidarlarıyla önemli ilerlemenin sağlandığını belirten Yeneroğlu, bu çalışmaların güçlendirilerek artırılması için yurt dışı seçmenlerin sandığa giderek oy kullanmalarının önemli olduğunu söyledi. Yeneroğlu, özellikle içinde bulunduğumuz kritik bir dönemde oy vermenin milli ve manevi mesuliyetinin olduğunu belir terek, herkesin sandığa gitme çağrısında bulundu.

Haberin linki için lütfen tıklayınız.

Gazete kupürü için lütfen tıklayınız.

AK Parti yurt dışı seçim beyannamesini açıkladı [NTV]

AK Parti Yurt Dışı Seçim Koordinasyon Merkezi (YSKM) yurt dışında yaşayan vatandaşlara yönelik seçim beyannamesini açıkladı.

AK Parti İstanbul Milletvekili ve YSKM Başkanı Mustafa Yeneroğlu, yaptığı yazılı açıklamada, “24 Haziran seçimlerinin ardından yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız için çalışmalarımızı kurumsallaştırarak sürdüreceğiz. TBMM Yurt Dışı Türkler Komisyonu ile diaspora alanı yasamanın öncelikli gündem maddesi olacak. Gençlerimizin ana dil eğitiminin ve kültürel kimliğinin daha fazla desteklendiği ve TRT Türk’ün yeniden yapılandırıldığı bir dönem olacaktır” ifadesini kullandı.

Haberin linki için lütfen tıklayınız.