NSU cinayetleriyle ilgili gelişmeleri gelecekte de büyük bir hassasiyetle takip edeceğiz [Türkiye Gazetesi – Misafir Kalem]

Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) terör örgütünün 4 Kasım 2011 tarihinde ortaya çıkışının altıncı yıl dönümünü geride bıraktı. Almanya’nın NSU cinayetlerini, bu ülkede yaşayan Türkleri, Alman ve uluslararası kamuoyunu memnun edecek şekilde aydınlatacağına yönelik inancımızı yitirmek istemiyoruz. Eleştirel ve araştırmacı yaklaşımlarıyla bu cinayetlerin farklı boyutlarının gün yüzüne çıkarılmasına katkıda bulunan herkese şükranlarımı sunuyorum. Federal Şansöyle Merkel’in, NSU cinayetlerinin şüpheye yer bırakmayacak şekilde aydınlatılacağına ilişkin sözü hâlâ yerine getirilmeyi bekliyor. Cinayetlerin aydınlatılmasıyla ilgili ümidimizi yitirmedik ancak şu ana kadar yürütülen soruşturmalar ciddi bir şaşkınlık yaşatıyor.

Takip ettiğimiz süreç yaşanan bu emsalsiz cinayetlerin açıklığa kavuşturulmasının öncelikli konular arasında yer almadığı endişesini güçlendiriyor. Şu ana kadarki soruşturmalarda ortaya çıkan dosyaların imha edilmesi, kasıt kokan ve bitmek bilmeyen hatalar zinciri, tanıkların şüpheli ani ölümleri, istihbarat kurumu ajanlarının olay yerlerinin yakınlarında bulunması veya NSU dosyalarına 120 yıllığına yasak getirilmesi gibi gelişmeler bu kanaati kuvvetlendiriyor. Bu bağlamda polisin, Anayasa Koruma Teşkilatı‘nın ve Federal İstihbarat Kurumu’nun tutarsızlıkları da şaşkınlık vericidir. Aynı şekilde Federal Savcılığın, cinayetlerle ilgili sanıkları bunca iddiaya rağmen sadece üç kişiyle sınırlı tutmasındaki ısrarı da anlaşılır değildir. NSU terör örgütü üyelerinin üç kişiden oluştuğu düşüncesi, olsa olsa acı bir ironi olabilir.

Almanya ayrıca NSU cinayetlerini araştırma komisyonlarının raporlarında yer alan önerilerin uygulamaya geçirilmesi hususunda da sınav veriyor. Maalesef şu ana kadar bu noktada olumlu bir gelişme görülmüyor. Yeni federal hükümetin, bu önerileri ciddiye alması ve gelecekte ırkçı şiddet kurbanlarının NSU kurbanları yakınlarının çektiği acıyı yaşamamaları için gerekli mekanizmaları oluşturması gerekir. Güvenlik birimlerindeki kurumsal ırkçılık gerçeği ve ırkçı suç eylemlerinin aydınlatılmasındaki eksiklikler acil olarak üzerine gidilmesi gereken hususlardır.

Türkiye olarak NSU cinayetleriyle ilgili gelişmeleri gelecekte de büyük bir hassasiyetle takip edeceğiz. Süreçte ortaya çıkan tüm şüphelere ve tutarsızlıklara rağmen Alman hukuk devletine olan güvenimiz devam ediyor.

NSU cinayetleri, ikinci dünya savaşından sonra Almanya’da gerçekleşen en büyük yabancı düşmanı terör cinayetleri serisidir. Federal Almanya’nın bu cinayetleri, ırkçılığa karşı mücadelede taşıdığı tarihi sorumluluğu da dikkate alarak, bu ülkede yaşayan Türkleri, Alman ve uluslararası kamuoyunu memnun edecek şekilde aydınlatılacağına yönelik inancımızı yitirmek istemiyoruz.

Almanya’nın NSU cinayetlerine ilişkin tutumu, uluslararası düzeydeki Almanya algısını gelecek on yıllarda ciddi derecede şekillendirecektir. Bu nedenle, Federal Şansölye Merkel’in sözünün yerine getirilmesi Almanya’nın yararınadır. Bu vesileyle eleştirel ve araştırmacı yaklaşımlarıyla NSU cinayetlerinin farklı boyutlarının gün yüzüne çıkarılmasına katkıda bulunan gazetecilere, inisiyatiflere ve ilgili araştırma komisyonlarında görev almış siyasetçilere şükranlarımı sunuyorum.

Gazete kupürü için lütfen tıklayınız.

Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’e açık mektup

Sayın Sigmar Gabriel,

Bild gazetesinde Türkçe yayınladığınız mektuba cevabımı aslında Türkiye’deki bir gazetede Almanca ve Türkçe olarak yayınlamak vardı, ama en iyisi bu lüzumsuz ayrıntıları bir kenara bırakalım.

Almanya Dışişleri Bakanı’nın “kendi” vatandaşlarına Türkçe hitap etmesi oldukça dokunaklı bir durum. Ama aynı zamanda mektubunuzdan zaten kötü durumdaki Türk-Alman ilişkilerini daha da karmaşık hâle getirme amacı güttüğünüz anlaşılıyor. Mektubunuz hayli dokunaklı; çünkü seneler boyu Almanya’da yaşamış bizlere Almanca öğrenmemiz telkin edilmişken, Almanya’nın Türklere en uzak gazete müsveddesi olan Bild’de Türkçe olarak yayınlandı. Fakat mektubunuz aynı zamanda eteklerinizdeki taşları da ortaya döküyor. Zira mektubunuzda Almanya’nın Türkiye’ye karşı tutumunun sertleşeceğini süslü kelimelerle anlatırken, bu durumun gerekçelerinin de sıradan bir Türk vatandaşına açıklanması gerek. Ya da Mısır, Suudi Arabistan veya Afganistan gibi “olağanüstü demokratik” rejimlere karşı böyle bir hitapta bulunma ihtiyacı duymamanızın gerekçesini…

Mektubunuzda ortaya çıkan foyanın başka bir göstergesi daha var: Yazdıklarınıza göre Sigmar Gabriel, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli insanlara sadece Alman hükûmeti adına seslenmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisini âdeta insanların etnik aidiyetlerine göre suçlu veya suçsuz olduklarına karar verebilecek yetkiye sahip en üst Türk yargısı makamında da görüyor. Almanya’da yaşayan Türklere, Türk hükûmetinin ve Türk yargısının “yetersizliğini” sözde sevecen bir tonda izah ediyor. Bir sömürge valisi edasıyla çirkin ithamlar sıralıyor ve bunun anlayışla karşılanacağını ümit ediyor. Zira bu Sigmar Gabriel, Avrupa değerlerinin “sütten çıkmış ak kaşık” koruyucusu olan Almanya adına bu değerleri, Türkiye’ye öğretme lütfunda bulunduğunu düşünüyor.

Yazısını yayımlayan gazetenin Almanya’da yaşayan Türklere karşı -hadi “kışkırtıcı” lafını kullanmayayım- her gün yeni polemiklere yer verdiği âdeta unutulmuş. Oysa bu habercilik anlayışının ne kadar da başarılı olduğu hâlihazırdaki toplumsal atmosferden gayet açık bir şekilde anlaşılıyor.

Yazınız, Türkiye’ye olan ekonomik yardımların ve teminatların kesilmesi tehdidini açıktan açığa yapmasıyla bir anda Bild’in bildik seviyesine iniyor. “Almanya’nın musluğuna bağlı hasta adam” şeklindeki Türkiye fotoğrafı ancak bu şekilde zinde tutulabilirdi; her ne kadar bu sözde ekonomik yardım ve kefaletlerin kesilmesi Almanya’nın kendi bindiği dalı kesmesi anlamına gelse bile. Zira bu yaklaşımla Türkiye’deki Alman yatırımlarının geleceği kalıcı bir şekilde tehlikeye atılacak. Öte yandan Alman ekonomisinin tepesindekiler de bu “ekonomik harakirinin” önünü almaya çalışıyorlar. Yine aynı şekilde, sıradan bir vatandaşın, Alman Dışişleri Bakanının Türkiye’ye seyahat uyarısını anlayabilmesi de mümkün değildir. Zira kısa bir süre önce Afganistan güvenli ülke olarak kabul edilmiştir ve milyonlarca Alman turistin de tasdik edeceği üzere Türkiye’deki durumla Kabil veya Mezar-ı Şerif arasında dünya kadar fark vardır.

Öyle ya da böyle kabul etmek gerekir ki, ikili ilişkilerde kendini gösteren bu velvele Almanya’da artık iyice kızışan seçim kampanyasının yan etkilerinden biri. Almanya’nın sosyal demokratları da aynen Hollanda’nın yaptığı gibi Türkiye’yi yerden yere vurarak toplumun takdirini kazanmaya çalışıyor. Komik olan, diğer partilerin de bu taktiği keşfetmiş olmaları ve bu yüzden bu taktiğin başarı getireceğinin hayli şüpheli olması.

NSU terör şebekesinin boyutlarının örtbas edilmesi, camilere ve mülteci yurtlarına yapılan sayısız saldırı, göçmenlere ve mültecilere karşı yapılan kışkırtmalar, İslami cemaatlerin devamlı kriminalize edilmesi ve haklarının ötelenmesi, yaygın kurumsal ırkçılık, Türkiye’nin güvenlik çıkarlarının devamlı yadsınması veya terör örgütlerine karşı kayıtsızlık gibi birçok konunun üzerine giderek Türkiye kökenli insanlara hitap etmek mümkün iken, seçim taktiği olduğu aşikâr olan hamlelerle yüz yıllık Türk-Alman dostluğu ve birbiriyle artık ayrılmaz bağlar kurmuş olan her iki toplumun huzuru maalesef feda ediliyor. Seçimler sonrasında en nihayetinde ikili ilişkilerin üstüne çöken bu sisler dağılacak ve artık herkes birbirinin yüzüne bakmak durumunda kalacak. En basitinden, uluslararası siyasetin bir gereği olarak her iki taraf da birbiriyle iletişimde kalmak mecburiyetinde olacak. Toplumsal yaraların o kadar hızlı iyileşip iyileşmeyeceği ise muamma. Anlaşılan bu yaraları sarmak da yine bugünlerde Türk-Alman dostluğunu dert edinmiş olanlara kalacak.

Kalbi selamlarımla

 

REPLIK AUF DEN OFFENEN BRIEF VON BUNDESAUSSENMINISTER SIGMAR GABRIEL

Lieber Sigmar Gabriel,

adäquat wäre es gewesen, in beiden Sprachen in einer türkischen Zeitung zu antworten, aber lassen wir diese Spitzfindigkeiten.

Es ist geradezu anrührend, aber auch entlarvend, dass sich der deutsche Außenminister in türkischer Sprache an seine „Mit“-Bürger in Deutschland wendet, um im türkisch-deutschen Beziehungsgeflecht für noch mehr Wirrwarr zu sorgen. Anrührend, weil er es trotz jahrzehntelanger Ermahnungen an uns, gefälligst Deutsch zu lernen, in türkischer Sprache macht, noch dazu im türkenfernsten auflagenstärksten Schmierblatt der Republik, der Bild. Entlarvend, weil die wortreich ausgeschmückte Ankündigung einer härteren Gangart gegenüber der Türkei dem „Osman“-Normalbürger wohl erklärt werden muss, weil man selbige im Umgang mit Parade-Demokratien wie Ägypten, Saudi-Arabien und Afghanistan nicht für notwendig erachtet.

Entlarvend aber auch, weil Sigmar Gabriel sich nicht nur im Namen der deutschen Bundesregierung an die in Deutschland lebenden Türken richtet, sondern darüberhinaus auch als oberster türkischer Strafverfolger, der quasi schon per nationaler Zugehörigkeit entscheiden kann, ob jemand schuldig ist oder nicht. Freundlich im Ton, erklärt er Deutsch-Türken, wie er der türkischen Regierung und der Justiz wie selbstverständlich jegliche Kompetenz abspricht. Mit der Selbstgefälligkeit eines Kolonial-Gouverneurs werden ungeheuerliche Vorwürfe aneinandergereiht in der Hoffnung, dass hierfür Verständnis aufgebracht wird, weil es ja immerhin Deutschland ist, das als „lupenreiner“ Gralshüter europäischer Werte, selbige gegenüber der Türkei erhebt.

Völlig ausgeblendet bleibt, dass in der gleichen Zeitung beinahe täglich gegen die Türkei und die in Deutschland lebenden Türken polemisiert wird, um das böse Wort „Hetze“ nicht zu gebrauchen. Die augenblickliche gesellschaftliche Stimmung verdeutlicht eindrucksvoll den Erfolg dieser Art von Berichterstattung.

Dass sich das geistige Niveau des Briefes erstaunlich schnell auf dem der Zeitung einpendelt, zeigt sich mit der unverhohlen formulierten Drohung, wirtschaftliche Hilfen und Bürgschaften für die Türkei zu stoppen, ohne die Größenordnung zu beziffern. Nur so kann man den Eindruck eines kranken Mannes, der am Tropf Deutschlands hängt, aufrecht erhalten, wohlwissend, dass sich die Bundesrepublik mit der Einstellung von sogenannten Wirtschaftshilfen und Hermesbürgschaften ins eigene Fleisch schneiden würde, weil man so die Investitionen deutscher Unternehmen in der Türkei nachhaltig gefährden würde. Spitzenfunktionäre der deutschen Wirtschaft haben im Übrigen schon begonnen, diesem „Wirtschafts-Harakiri“ zuvor zu kommen. Auch fällt es einem normaldenkenden Menschen schwer, die ausgesprochene Defacto-Reisewarnung des Außenministers nachzuvollziehen, da man ja bis vor kurzem selbst Afghanistan für eine sicheres Land hielt und Millionen von deutschen Touristen bestätigen können, dass es in der Türkei anders zugeht als in Kabul oder Masar-e Sharif.

Man kann es mögen oder nicht, aber das bilaterale Getöse gehört wohl zu den „Nebenwirkungen“ des Wahlkampfes, der sich in Deutschland in der heißen Phase befindet. Ähnlich wie in Holland, versucht wohl diesmal die deutsche Sozialdemokratie mit „Türkeibashing“ die Stimmung in Deutschland zu ihren Gunsten zu kippen. Komisch nur, dass alle anderen Parteien dieses Instrument auch schon entdeckt haben und somit der Erfolg zweifelhaft bleibt.

Nicht nur, dass es mit dem NSU-Vertuschungskomplex, den zahllosen Angriffen auf Moscheen und Flüchtlingsheimen, der rechten Hetze gegen Migranten und Flüchtlinge, der Kriminalisierung von islamischen Religionsgemeinschaften, dem verbreiteten institutionellen Rassismus, der Ignoranz gegenüber türkischen Sicherheitsinteressen oder der offensichtlichen Tatenlosigkeit gegenüber Terrororganisationen, eine Vielzahl von gewichtigen Themen gegeben hätte, mit denen man sich an die türkeistämmige Bevölkerung hätte richten können, setzt man mit der neuen deutschen Außenpolitik über deutsche Zeitungen, offensichtlich aus wahltaktischem Kalkül, eine jahrhundertealte Freundschaft und das Wohl von untrennbar miteinander verwobenen Völkern aufs Spiel.

Irgendwann nach den Wahlen wird sich der Rauch dieser politischen Nebelkerzen lichten und alle Akteure werden sich wieder in die Augen schauen müssen. Allein schon aus den Notwendigkeiten internationaler Politik werden beide Seiten auch wieder miteinander kommunizieren. Ob die gesellschaftlichen Wunden ähnlich schnell verheilen, steht dahin. Das wird wieder eine Herausforderung für diejenigen sein, die, auch in diesen Tagen, nicht aufgegeben haben, sich unermüdlich für die türkisch-deutsche Freundschaft einzusetzen.

Ihr

REDE von Mustafa Yeneroğlu anlässlich der Gedenkveranstaltung zum 24. Jahrestag des rassistisch motivierten Brandanschlags in Solingen

Es ist mir eine besondere Ehre, bei dieser Gedenkveranstaltung an die Opfer des mörderischen Brandanschlags auf die Solinger Familie Genç das Wort an Sie richten zu dürfen. Offen gestanden fällt es mir schwer, meine Gedanken zu einem der erschütterndsten Momente meiner Jugend in Worte zu fassen. Als Durmuş und Mevlüde Genç am frühen Morgen des 29. Mai 1993 fünf ihrer liebsten Menschen auf dieser Welt in den Flammen ihres lichterloh brennenden Wohnhauses verloren haben, war ich 17 Jahre alt.

In den Jahren nach diesem fürchterlichen Anschlag durfte ich Abitur machen, studieren, heiraten und drei Mal das große Glück genießen, Vater zu werden. Ich konnte mich gesellschaftlich engagieren und wurde als Abgeordneter in das türkische Parlament gewählt, kurzum es ist mir in diesem Leben bereits vieles vergönnt gewesen. Hatice Genç, eines der fünf Todesopfer, war als Sie in den Flammen umkam, etwa gleich alt. Und man kommt nicht umhin sich zu fragen, wie ihr Leben verlaufen wäre, wenn in jener Nacht ihre vier Mörder nicht Benzin im Hausflur ausgeschüttet hätten und nicht eine Zeitung zu einer Fackel geformt hätten und eben nicht das Feuer entfacht hätten.

Bei diesen Gedanken erfasst sicherlich viele von uns ein wiederkehrender Schmerz. Und nur in der beispiellos vorbildhaften Haltung insbesondere von Mevlüde Genç, finde ich und viele andere dann auch immer wieder Trost. Ich habe mich damals oft gefragt: wie stark muss ein Mensch sein, dass sie sogar im Augenblick des schlimmsten Schmerzes, den man sich für eine Mutter vorstellen kann, für Frieden, Respekt und Versöhnung werben kann. Sie war so stark, dass es für mich und quer durch die Republik für viele andere auch gereicht hat.

Denn die Versuchung war damals für uns Jugendliche groß, auf Falsches mit Falschem zu antworten und weiß Gott, es gab viele geistige Brandstifter, die aufstachelten. Ein brauner Mob überzog damals die neu wiedervereinigte Republik mit ihrem Hass und ihrer Gewalt, weil Menschen auf der Flucht vor Krieg und Terror vermehrt Asyl in Deutschland begehrten. Wir waren wütend und wurden erdrückt von der Ohnmacht, tatenlos zuschauen zu müssen. Aber da war Mevlüde Genç.

Es wäre menschlich verständlich gewesen, wenn sie in den schwersten Stunden ihres Lebens Vergeltung gefordert hätte. Das tat Sie nicht. Stattdessen rief sie in ihrem bewegenden Appell zur Versöhnung auf. Sie nahm uns jungen Menschen unsere Wut und war ganz maßgeblich dafür verantwortlich, die Situation in Solingen und weit darüber hinaus zu entspannen. Dafür gebührt ihr unser steter Dank.

Ich bin mir nicht sicher, ob es Ihnen verehrte Gäste aufgefallen ist, dass wir Türken unabhängig von unserem Alter und unserer sozialen Stellung immer dort, wo wir Mevlüde Genç begegnen, ihr als Zeichen unserer Ehrerbietung und unseres tiefen Respektes, ihre Hände küssen. Und auch ich tue dies.

Herbert Grönemyer sagt in einem seiner Lieder: „….. und der Mensch heißt Mensch weil er vergisst, weil er verdrängt“. Nun, wir vergessen und verdrängen tatsächlich und Anlässe wie der heutige erinnern uns. Wir wissen aber auch, dass für Mevlüde Genç seit den schrecklichen Brandanschlägen das Leben „Nur noch weh tut“. Deshalb geht es mit heute selbstverständlich nicht darum, ihren Schmerz noch zu vergrößern. Aber ich denke er wäre für Sie 24 Jahre nach dem Anschlag ein Stück weit erträglicher, wenn unsere Gesellschaft den Weckruf von Mevlüde Genç glaubwürdig verinnerlicht hätte und wir Hand in Hand jeder Form von Rassismus und Fremdenfeindlichkeit jegliche Basis entzogen hätten. Mit allein im letzten Jahr mehr als 1000 Anschlägen auf Flüchtlingsheime und Moscheen und zahllosen Übergriffen auf vermeintlich fremd aussehende Menschen bedrückt es mich – und ich denke alle Anwesenden im Saal – festzustellen, dass die schreckliche Geschichte der Familie Genç in Solingen, zu vielen scheinbar nichts gelehrt hat.

Und vor allem die Politik muss sich fragen lassen, wie es trotz Mahnmal in der Unteren Werner Str. 81 und der Präsenz der Zeitzeugen, der ununterbrochen in Solingen lebenden Familie Genç, möglich ist, das eine unverhohlen rassistische Partei wie die AfD über 8% der Stimmen in Solingen für sich verbuchen konnte. Selbstverständlich möchte ich den vielen Initiativen und Institutionen, die sich schon seit Jahrzehnten für ein aktives und gleichberechtigtes Miteinander der in Deutschland lebenden Menschen engagieren, nicht Unrecht tun. Aber wir alle stehen in der Verantwortung zu verhindern, dass das gesellschaftliche Klima, trotz exzellenter wirtschaftlicher Eckdaten von Scharfmachern, diesmal nicht mit Glatze und Springerstiefeln, sondern mit Anzug und Krawatte, weiterhin vergiftet wird. Insbesondere wir politisch Verantwortlichen müssen uns der rassistischen und fremdenfeindlichen Propaganda über alle Grenzen hinweg beherzt entgegenstellen. Wir müssen uns davor hüten, die giftigen Argumente der neuerdings als rechtspopulistisch umschriebenen Hetzer in Politikergewand zu adaptieren. Im Schulterschluss mit der überwältigenden Mehrheit unserer Gesellschaft gilt es, den Feinden unseres inneren Friedens und unseres Wohlstandes deutlich zu machen, dass wir diesem antiquiertem braunen Gedankengut keinen Millimeter Spielraum einräumen werden. Das sind wir den Opfern der Anschläge von Mölln und Solingen, den Opfern der NSU-Terroristen, den Menschen die hier seit Jahrzehnten friedlich leben, den Menschen die hier Zuflucht vor Krieg und Terror gefunden haben schuldig.

In diesem Sinne verneige ich mich nochmals vor den Opfern des Brandanschlags von Solingen und bete um die Gnade unseres Schöpfers. Den Hinterbliebenen wünsche ich Kraft und Geduld, den unvorstellbaren Schmerz zu ertragen und bedanke mich bei Ihnen und den Veranstaltern für die geschätzte Aufmerksamkeit.

Krizler ve fırsatlar arasında Türkiye-AB ilişkileri [Star Açık Görüş]

Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasındaki ilişkiler paradoksal olarak şimdiye dek hem bu kadar yakın, hem de aynı zaman-da bu kadar olumsuz bir seyir içine girmemişti. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) Türkiye’yi 13 yıl sonra tekrar ‘denetim sürecine’ alma kararı, içinde bulunduğumuz süreci yeni bir boyuta taşıdı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Avrupa kurumlarının tutumlarına baktığımızda bu karar çok da sürpriz bir gelişme değil aslında. Avrupa, OHAL kararlarına ilişkin eleştirilerini gündeme getirerek beklentileri sürekli ifade ediyordu. Bunun üzerine Anayasa değişikliği halk oylamasına ilişkin baskı mekanizmaları devreye girdi. Avrupa Konseyi’ne (AK) bağlı Venedik Komisyonu, Anayasa değişikliği paketine yönelik malum değerlendirmeyi yayınladı. AGİT ile Avrupa Konseyi’nin 16 Nisan halk oylamasına ilişkin sözde tarafsız ve adil raporuysa Türkiye’deki tarihi oylamanın meşruiyetini tartışmaya açmayı amaçladı. Bu sürecin son adımı olarak Haziran 2016’dan beri masada olan ‘denetim sürecine’ alma kararı gündeme geldi. Böylece Türkiye 2004 yılında çıktığı ve neticesinde AB ile müzakerelerin kapısını aralayan denetim sürecine “demokratikleşme yönünde umut vermediği” gerekçesiyle tekrar girmiş oldu. Gelinen bu nokta, fırsatlar ve krizler arasında sürekli gel git yaşayan Türkiye-AB ilişkileri hakkında tekrar düşünmeyi gerekli kılıyor.

Yazının tamamını okumak için lütfen tıklayınız.

Yazının kupürü için lütfen tıklayınız.

Bu rekor, yurtdışı Türklerin anavatana olan duyarlılığını gösteriyor

Tam 57 ülkeden yurtdışında yaşayan toplam 1.400.046 vatandaşımız 27 Mart-9 Nisan tarihleri arasında gerçekleşen halk oylamasında oyunu kullandı. 1 Kasım Milletvekili Seçimlerine kıyasla dış temsilciliklerdeki katılımda yüzde %14,33 artış olmuş, toplam seçmenin yaklaşık yüzde 47’si sandığa gitmiştir. Oy kullanma yerine onlarca hatta bazı bölgelerde yüzlerce kilometre uzakta bulunan seçmenlerimiz büyük bir fedakârlık örneği göstermişlerdir. Yurtdışı seçmenlerin istediği yerlerde oylarını kullanabilmelerine ilişkin yapılan düzenleme yoğun katılımda önemli bir etken olmuştur. Yurtdışındaki tüm seçmenleri yürekten kutluyor, Türkiye’mizin geleceğine ortak oldukları için her birini tebrik ediyorum. Rekor katılım, yurt dışındaki seçmenlerimizin anavatana olan duyarlılığını gösteriyor.

Yazının tamamı için lütfen tıklayınız.

Kupür için lütfen tıklayınız.

„Wir müssen uns gegen die Sprache des Hasses auflehnen“

40 Jahre habe ich als Angehöriger einer Minderheit in Deutschland gelebt. Als Muslim habe ich hautnah erlebt, wie verletzend und aufreibend es ist, wenn der Islam und die Muslime pauschal als potentielle Bedrohung abgestempelt werden und Pluralität problematisiert, ja sogar von einem stetig wachsenden Teil der Bevölkerung als Gefahr betrachtet wird. Und ich weiß,wie eine ausgrenzende Rhetorik als Mittel der Identitätsstiftung auf dem Rücken von Minderheiten den gesellschaftlichen Frieden und Zusammenhalt gefährdet.

Weiterlesen…

Nefret diline karşı çıkışta tutarlılık testimiz [Yenişafak]

Batı Avrupa’da yaşayan 20 milyondan fazla Müslüman’a, “Ya bizim gibi olun, ya da buradan defolun!” diyenlerden bizi ayıracak olan kendi medeniyetimizin bize hatırlatacağı kapsayıcılık olacaktır.

Tam 40 yıl boyunca Almanya’da azınlık olarak yaşadım. Bir Müslüman olarak İslam’ın ve Müslümanların potansiyel tehdit olarak görüldüğü, farklılıkların eritilmesi gereken tehlikeli görünümler olarak algılandığı bir toplumsal dilin ne kadar acıtıcı, ne kadar yorucu olduğunu yakından biliyorum. Ötekileştiren bir dil üzerinden kurgulanan kimliklerin, azınlıkların sırtına basarak kimlik bulma çabalarının toplumsal barış açısından ne denli ürkütücü bir tablo oluşturduğunu da…

25 yıl Avrupa’da Müslümanlara yöneltilen kin ve nefretle mücadele ettim. Bu mücadelenin yöneltildiği ana odak noktası “kendisi gibi olmayana öfke kusan zihniyet” idi. Bu mücadele kendi tasavvurlarına göre daha üstün bir kültürü, daha üstün bir kimliği ve daha üstün bir ahlakı öfkeyle dayatan, “üniform” bir toplum hayalinin aslında kabus olacağını fark edemeyecek kadar tek tipliliği benimsemiş olan kesime yönelikti.

Yazının tamamını okumak için tıklayın

Yenişafak Küpür

Türkiye Gazetesi Küpür

Post Gazetesi Küpür

Gerçek Hayat Söyleşisi – Yeneroğlu: Merkel istemese tasarı çıkmazdı

AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu haftalık Gerçek Hayat dergisine açıklamalarda bulundu. Yeneroğlu, söyleşide Alman Federal Parlamentosu’nda onaylanan 1915 Ermeni Olayları’nı ‘soykırım’ olarak niteleyen yasa tasarısının gündeme geliş süreciyle ilgili arka plan bilgilerini paylaştı. Yeneroğlu ayrıca, Almanya’daki Türkiye kökenli milletvekillerin tasarıyla ilgili tutumu, alınan kararın Avrupa Birliği ile ilişkiler ve Almanya’da yaşayan Türkler bağlamındaki etkileri üzerinde durdu. Söyleşiyi okumak için tıklayın:

Gerçek Hayat Söyleşisi

Political Relations between Turkey and Germany

Turkish-German relations go back to the 16th century and have since then been sustained in different realms, such as the military, diplomacy and economy. Naturally, different historical incidents have had different impacts on those relations and have shaped them each in a specific manner. This essay intends first of all to delineate the different stages which Turkish-German relations have undergone through history. Secondly, it will try to reflect on the qualitative changes in Turkish-German relations which have occurred as a result of historical developments. Touching upon issues like Turkey’s possible EU membership, the PKK problem, the rise of Islamophobia in Europe and the NSU case, it will try to elaborate on both the burdens and possibilities which presently underlie those relations.

Read full text as PDF