Çağlar

Zorla Kaçırma, Alıkoyma ve İşkence İddiaları Etkin Olarak Soruşturulmalıdır

Türkiye’nin insan hakları tablosu son yıllarda giderek kötüleşmektedir. Ülkemizin, hukuk devletinden, hukukun üstünlüğünden ve insan haklarından uzaklaşarak baskılar, ötekileştirmeler ve ağır insan hakkı ihlalleri ile gündemde olmasına maalesef ki üzülerek tanıklık ediyoruz. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 29 Nisan 2020’de yayımladığı “Türkiye: Zorla Kaybetme Vakaları ve İşkence” isimli raporuna göre ülkemizde, 2017 yılından itibaren 16 kişi zorla kaçırıldığı, alıkonulduğu ve işkenceye maruz kaldığı belirtilmektedir. Rapora göre; halen tutuklu bulunan ve duruşma sırasında “Devlet tarafından kaçırıldığı, zorla kaybedildiği ve işkence gördüğü” yönünde ifade veren Gökhan Türkmen, iddiasına göre bu ifadesinden sonra cezaevinde istihbarat personeli tarafından ziyaret edilmiş ve ifadesini geri çekmesi yönünde kendisi ve ailesi baskı görmüştür. Ankara Cumhuriyet Savcılığı ise bu iddialara karşı 3 kez takipsizlik kararı vermiştir. Ayrıca Yusuf Bilge Tunç 8 aydan fazla bir süredir kayıp olduğu iddia edilmesine rağmen halen bulunamamaktadır.

Bu rapor ülkemiz adına utanç tablosudur. 21. yüzyılda zorla kaybettirme ve işkence iddiaları ağır ithamlardır. İnsan hakları evrensel hukuku, zorla kaybedilmeyi ve işkenceyi ağır bir suç olarak görür ve her koşulda yasaklar. Bu yasak gereğince devlet, bu tür vakaları engelleme, zorla kaybedilme iddialarını etkili olarak soruşturulma ve sorumluların yargılanmasını sağlama yükümlülüğü altındadır. Hukukun üstünlüğüne dayanan ve insan haklarını korumayı amaçlayan bir devlette, zorla alıkonulma, zorla kaybedilme ve işkence suçları ağır insanlık suçu olarak kabul edilir ve etkin olarak sorumluları soruşturularak adalete teslim edilir. Ne yazık ki Beyaz Toros’ları yargılayacağız diye çıkılan yola, bugün Siyah Transporter’lerle devam ediliyor. Değişen sadece araçların modernleştirilmesi oldu!

Türkiye’de birkaç yıldır gündemde olan ve etkin olarak soruşturulmayan bu suçlamalar maalesef göstermektedir ki, devlet sorumluların ortaya çıkması için değil, ortaya çıkmaması için mücadele vermektedir. Hukuk devletinde işkence, insan kaçırma olamaz; yapanlar çıkarsa etkin soruşturulur. Ama adeta herkes somut verilerle ortaya konulan iddiaları görmezden gelip vahşete susabiliyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlara gözleri kapatıp kulakları tıkayınca gerçekler ortadan kaybolmuyor! Geçmişte ‘işkenceye sıfır tolerans’ olarak ifade edilen politikanın gereği olarak dile getirilen iddiaların araştırılarak tespit edilmesi ve sorumluların da bir an önce adalete teslim edilmeleri en öncelikli görev olmalıdır.

Bu minvalde, halen kayıp olan Yusuf Bilge Tunç’un nerede olduğuna dair etkin bir soruşturmanın acilen yapılması, Gökhan Türkmen hakkında iddialara yönelik kapsamlı bir soruşturmanın hızla başlatılması, kendisi ve ailesinin daha fazla baskıya maruz kalmamasını sağlamak devletin en asgari yükümlülüğüdür. Ayrıca diğer kayıp iddialarına ve işkencelere ilişkin de etkin soruşturmaların yapılması insan hakları ve hukuk devleti için kaçınılmazdır.

HRW’nin “Türkiye: Zorla Kaybetme Vakaları ve İşkence” Adlı Raporu

YARGI FAALİYETLERİNİ DURDURMA SÜRESİNİN 15 HAZİRAN’A UZATILMASIYLA İLGİLİ DEĞERLENDİRME

Ülkemizde koronavirüs salgını ile mücadele kapsamında alınan tedbirlerin yanında, sosyal izolasyonun sağlanabilmesi adına bir takım tedbir kararları da alınmaktadır. Bu kapsamda, 7226 sayılı Kanunun Geçici 1. maddesiyle, 30 Nisan’a kadar durdurulmuş yargı faaliyetlerine ilişkin süreler, Cumhurbaşkanının 27 Nisan’da yapmış olduğu açıklama ile 15 Haziran’a kadar uzatılmıştır. Adliyelerdeki dava, icra, şikâyet, itiraz bildirim süreleriyle ilgili erteleme tedbiri, virüsün yayılımını engelleme gayesi taşımakla beraber, doğacak olumsuz neticeler bakımından devletin acilen müdahalesini gerektirecek niteliktedir.

Öncelikle tutuklu ve acil işler dışında tüm yargılama faaliyetlerinin, icra işlemlerinin ve kamu davalarının açılmasının 45 gün daha ertelenmesinin, Türkiye’de hem iş yükü hem de adalet ve hak arama yönünden zaten sorunlu olan yargıya ilişkin aksaklıkların daha da derinleşmesine yol açacağı unutulmamalıdır. Bu nedenle alınan erteleme kararının makul sürede yargılanma hakkını ve adalete erişim hakkını zedelemeyecek şekilde alternatif önlemlerle yeniden düzenlenmesi gerekir.

Diğer taraftan, alınan bu kararla; barolara kayıtlı 130 bin civarında avukat, avukatlara bağlı olarak çalışan icra takip elemanı ve onlar bünyesinde çalışan 100 binlerce insan mağdur olmuştur. Avukatların takip ettikleri dosyalar ve icra işlemleri üzerinden geçimlerini sağladıkları dikkate alındığında, ortalama 90 gün boyunca maddi olarak gelir elde edememeleri avukatların üstesinden gelemeyecekleri kadar ağır sonuçlar doğuracaktır. Geçimini maaşına, yargılamalara ve icra işlerine bağlamış on binlerce avukat; adliyelerin kapalı olması nedeniyle, büyük endişe taşımaktadır. Avukatların endişelerini gidermek ve ekonomik olarak avukatları destekleyici tedbirler almak devletin asli sorumluluğudur.

Bu minvalde;

  1. Yargılamalara ve duruşmalara ilişkin erteleme tedbiri yerine alternatif tedbirler getirilmelidir. Örneğin, kademeli olarak sosyal mesafe tedbirlerinin, duruşma salonları için de uygulanması sağlanarak, sadece tarafların ve avukatların katılımı ile duruşmaların yapılması yahut da 15 Haziran’a kadar duruşmaların daha da gecikmemesi için alternatif olarak SEGBİS üzerinden, avukatların ve tarafların online katılımı ile gerçekleştirilmesi sağlanabilir. Ayrıca nöbetçi hâkim uygulaması yerine, hakimlerin online olarak yargılama işlemlerine katılabilmesi sağlanmalıdır.
  2. İcra takibi ve işlemlerinde icra dairelerine gitmeden UYAP üzerinden yapılabilecek her türlü işlem serbest bırakılmalı, böylece fiili icra işlemleri dışında diğer taleplere ve sorgulamalara imkân tanınmalıdır.
  3. Erteleme tedbirinin bitiminden kısa süre sonra başlayacak olan adli tatil, yapılacak geçici bir yasal düzenleme ile sadece bu seneye mahsus olmak üzere kaldırılabilir. Böylece vatandaşlarımızın hak aramalarının ve adalete erişiminin gecikmesinin önüne geçilmiş olacaktır.
  4. Ekonomik tedbirlere ilişkin alınacak önlemlerle, stajyer avukatlara karşılıksız belirli bir ücret ödenmesi, kısa çalışma ödeneği olarak sağlanan geçici gelir desteğinin tüm sigorta ile çalışan avukatları kapsayacak şekilde düzenlenmesi, bağımsız çalışan avukatlara ise belirli bir süre asgari gelir desteği, kira ve varsa personel giderleri ödenmesi gerekir. Keza avukatlara belirli bir şart koşulmaksızın faizsiz kredi verilmesi, SGK prim borçları, beyanname, vergi ödeme vb. mükellefiyetlerin ertelenmesi, KDV oranlarının indirilmesi, CMK ve Adli Yardım ödeneklerinin acilen ödenmesi gibi tedbirlerin de ivedilikle yapılması zorunludur.

Toplum olarak salgınla mücadele ettiğimiz şu günlerde, yargı faaliyetlerinin ertelenmesi yerine alternatif çözümlerle zaten topallayan yargının daha da gecikmesinin önüne geçilmelidir. Bunun yanında, avukatların yargı sistemindeki önemi dikkate alınarak, avukatları destekleyici ekonomik tedbirlerin daha fazla ertelenmeden ilgili bakanlıklar ve TBMM nezdinde yapılacak düzenlemeler ile sağlanması Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 5. maddesinde düzenlenen devletin “insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama” yükümlülüğünün bir gereğidir.

TBMM’nin Açılışı’nın 100. Yıl Dönümü Özel Gündemli Toplantısı Konuşması

Saygıdeğer Başkan,

Çok Kıymetli Milletvekilleri, Değerli Bakanlarımız, televizyonları başında bizleri izleyen Saygıdeğer Vatandaşlarımız,

Milli iradenin temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. yılını anmak ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlamak üzere bir araya geldiğimiz bu özel oturumda, DEVA Partisi adına, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

23 Nisan 1920’de büyük bir sorumluluk bilinciyle açılan, çatısı altında gururla bulunduğumuz Yüce Meclis; istiklal için, hürriyetler için verilen müstesna mücadelenin çıkış noktasıdır. Milletin ve vatanın zor günlerinde, yurdumuzun dört bir yanından gelen, farklı görüşlerin bir arada, omuz omuza verdiği bu mücadeleye önderlik eden başta Mustafa Kemal Atatürk’ü, Birinci Meclisin her bir üyesini ve aziz şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum.

Sayın Milletvekilleri,

Birinci meclisin kürsüsünün arkasında ‘Onların işleri istişare iledir’ ayeti asılıydı. Kurtuluş Savaşı’nın en zor zamanlarında, temel hak ve hürriyetlerin ihlaline ve kanun hakimiyetinin tesis edilmemesine dair ağır eleştiriler yapılabiliyordu. Bugün, 100 yıl sonra çok daha ilerde olmamız gerekirken bırakın istişareyi, milletimizin yarısından fazlasının oyunu alan belediye başkanlarımızı terör örgütleriyle ilişkilendirebilecek hazin bir haldeyiz.

İlk Meclisin Mersin mebusu Selahattin Bey “şahıs hakimiyeti yerine kanun hakimiyeti” ilkesinin önemini vurgulayarak “Yüce meclis görüşme ve tartışma makamıdır, onay makamı değildir. Meclisin şahsına hürmet edilmelidir.” diyordu. Bugün meclise onay makamı olarak dahi ihtiyaç duymayanlar var.

Koronavirüs nedeniyle alınan birçok tedbir kararının temel hakları sınırlandırdığı açıkken ve bu sınırlamalara yasal zemin hazırlamak zorunlu iken, bu durumda dahi meclisin çalıştırılmaması nasıl izah edilebilir?

Değerli Milletvekilleri,

Unutmayalım ki, yasama yetkisi; aslidir, devredilemez ve hiçbir şekilde kesintiye uğratılamaz.

Bu sebeple meclisin çalışmalarına ara verilmesini kesinlikle reddediyorum. Bu denli önemli kanun tekliflerinin aynı günde komisyondan geçirilip genel kurula getirilmesinden, çuval kanun paketleriyle yasama yetkisinin işlevsizleştirilmesinden, anayasaya aykırı kanunların meclisten geçirilmesinden, ülkemizin kararnameler – son dönemde ise genelgeler ile yönetilmesinden ve sonsuz adaletsizliklerden dolayı üzüntü duyuyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Çocuklarımıza kısır çekişmelerin hakim olduğu, hukukun ayaklar altına alındığı topallayan bir meclis, topallayan bir demokrasi bırakmamalıyız.

Bugün milletvekili olarak birlikte görev yaptığımız tüm arkadaşlarımızı yüz yıl önce birinci meclisle nasıl başladığımızı, yüz yıl sonra nerede olduğumuzu, önümüzdeki yüzyılda çocuklarımıza nasıl bir Meclis hediye edeceğimizi düşünmeye ve meclisi yeniden sistemin merkezine oturtmak için birlikte mücadele etmeye davet ediyorum.

Bu duygularla herkesin Bayramını kutluyor, kurucu meclisimizin bizlere emanetini, çocuklarımıza en iyi şekilde teslim edeceğimize olan umudumla, herkese saygılarımı sunuyorum.

Siyasi parti temsilcilerinin konuşmalarından sonra yayını kesen TRT’yi de milletimizin takdirine bırakıyorum.

Son olarak; bu gece başlayacak olan Ramazan ayının ülkemiz, milletimiz, İslam alemi ve insanlık için hayırlara vesile olmasını diliyorum. Teşekkür ediyorum.

“TBMM’nin Açılışı’nın 100. Yıl Dönümü Özel Gündemli Toplantısı” Genel Kurul Konuşmasına buradan ulaşabilirsiniz.

AHVAL NEWS MURAT AKSOY İLE SÖYLEŞİ

Son günlerde Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, yerel yönetimlerin koronavirüsle mücadelede konusunda halka doğrudan ulaşmasından, ihtiyaç sahiplerine yardımı ilk elden dağıtmasında fazlasıyla rahatsız.

Yerel yönetimlerin bu çabasını FETÖ ve PKK’yla kıyaslayacak kadar rahatsız.

İnsan anlamaya çalışıyor neden?

Rahatsız olan yerel yönetimlerin sadece muhalefet partilerinden olması mı rahatsızlık nedeni yoksa başka bir endişe ve korku mu?

Devletin bir parçası olan sürekli devlet tarafından denetlenen yerel yönetimlerden korkmanın anlamı ne?

AK Parti’de nasıl bir değişim yaşandı?

Bu değişimi taşıyan kadrolar kimler?

Bütün bunları yakın zaman kadar AK Parti’de siyaset yapan ve istifa eden İstanbul Milletvekili ve DEVA Partisi kurucusu Mustafa Yeneroğlu ile konuştuk.

Bu arada tüm okuyucularımızın ve çocuklarımızın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun. Nice 100’üncü yıllara…

1) Siz Almanya’da yaşarken AK Parti tarafından siyasete davet edilip, siyasete girdiniz. Sonraki süreçte istifa ettiniz. Ne değişti, siyasete girdiniz partiyle ile bugünkü AK Parti arasında?

Hayatımın büyük ekseriyetini Almanya’da geçirdim. Çok genç yaşlarda Almanya’daki Türk toplumunun Müslüman cemaatin meseleleriyle ilgilendim, bu sorumluluk bilinciyle sivil toplum kuruluşlarında aktif oldum. Orada Müslüman toplumun bir hak mücadelesi var. Müslümanların diğer dinî cemaatlerle eşit kurumsal haklara sahip olmasından tutun, ayrımcılık karşısında etkin bir şekilde korunmaya, İslam ve Müslümanlara yönelik kültüralist söylemler üzerinde bina edilen entegrasyon politikalarının sorunlu yanlarına kadar özelde Almanya, genelde ise Batı Avrupa’daki Türkiye kökenli Müslümanların ciddi sorunları mevcut. Benim siyasete girmek gibi bir beklentim ya da arzum hiç olmadı. Nitekim 2011’de böyle bir teklifi kabul etmedim. Sonra 2014’de Yurtdışı Türkler Başkanlığı teklif edildi ancak YTB ile birlikte bu alanda çalışan tüm kamu kurumlarının kuşatıcı koordinasyonu kabul görmedi. Bu sebeple uzak durdum. 2015 yılında Türkiye’de siyasete girmem teklif edildiğinde, bu teklifi, bahsettiğim sorunları Türkiye’de parlamentoya taşımak ve yurt dışındaki vatandaşlarımızın sorunlarına geniş bir siyasi konsensusla çözüm üretebilmek adına bir fırsat olarak gördüm. Türkiye-AB ilişkilerini tekrar canlandırmakta ve benzersiz olan Türk-Alman ilişkilerinin iyileştirilmesinde rol alma olasılığı beni heyecanlandırmıştı.

Yoğun seçim dönemleri arasında Milletvekili olarak ilk senem, bu konuda bir akıl geliştirmek ve devletin kronikleşmiş hatalı yaklaşımlarını tashih etmeye çalışmakla geçti. Bu esnada gelişen şartlar ve yurt dışından yeterince göremediğim, Türkiye’deki insan hakları ihlalleri, demokratik standartların durumu gibi hayati hususları görmezden gelip, noktasal olarak yurt dışındaki vatandaşlarımızın sorunlarına odaklanmak; gerisiyle hiç ilgilenmemek gibi bir yaklaşımı mümkün kılmadı. TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı olarak incelediğim binlerce dosya, dinlediğim binlerce vatandaş, tanık olduğum binlerce hak ihlali, beni dehşete, ama aynı zamanda da ağır bir telaşa düşürdü. İnancım ve temsil ettiğim değerler gereği şahit olduğum hak ihlallerini görmezden gelemezdim. Bu ihlalleri üreten siyasi mekanizma ve yaklaşımların düzeltilmesi konusunda ciddi çaba sarf ettim. Bir taraftan hak ihlallerine karşı içeride ve zamanla dışarıda da sesimi yükseltiyor, diğer tarafta aklı selimin hakim geleceğine dair ümidimi muhafaza etmeye çalışıyordum. 2018 yılında MKYK’ya girdikten sonra orada gördüğüm ümidimi ciddi manada kırdı. Parti’nin siyasi yönelimi müzakere edilemiyordu, en fazla Genel Başkana çekingen sorular sorabilirdiniz. Bu zamanla dışlamaları ve ağır hakaretleri beraberinde getirdi. Biz örneğin İstanbul seçimlerinin ne öncesini, ne ortasını ne de sonrasını MKYK’da müzakere edemedik. Ak Parti’nin kuruluş felsefesini tamamıyla ters yüz eden politikaları sorgulamak ihanetle suçlanabiliyordu. 3Y olarak ifade edilen ‘yoksullukla, yolsuzlukla ve yasaklarla’ mücadeleyi bayraklaştıran parti artık bunlarla anılır olmuştu. Karar mekanizmalarında adı görünen arkadaşların büyük ekseriyeti bunları görüyor fakat tek tük noktasal itirazın da ağır hakaretlerle bastırılmasının şahidi olarak hedef olmamak için sesini çıkarmıyordu. Tayyip Erdoğan ortak akıl, ehliyet ve liyakat, vesayetlere karşı mücadele, özgürlükçü ve çoğulcu toplum düzeni diye yola çıkan bir partiyi tek adam aklı, dar menfaatçi kadro, vesayetçi, devletçi, tek tipçi toplumu savunan ve özgürlüklere savaşa açan aşırı sağ kültüralist ve popülist bir partiye dönüştürdü. Ve maalesef mütedeyyin muhafazakar kesimi de ciddi manada dönüştürdü. Dolayısıyla şahsi çabamın mevcut siyasi konstellasyon içerisinde bir sonuç doğurmayacağına kesinkes kanaat getirmenin sonucunda ağırlaşan hukuksuzluklara, hatta zalimliklere ortak olmamak için MKYK’dan da istifa ettim. Arzu ederse partiden de istifa edeceğimi belirttim. Benim açımdan son ikazdı. Sayın Cumhurbaşkanı partiden de istifa etmemi isteyince gereğini yaptım. Netice itibarıyla aslında ben Ak Parti’den uzaklaşmadım, Ak Parti yola çıkarken yazdığı programını inkar ederek inandığı tüm değerlerden ve ilkelerden, yani kendinden uzaklaştı. Tayyip Erdoğan büyük bir ümitti, Türkiye’nin çok ötesinde ümide çığır açan bir siyasetçi olarak tarihe geçme imkanı varken, maalesef Orban, Bolsonaro, Modi, Trump ve Putin gibi patrimonyal liderlerle birlikte anılacak. Camia tüm değerlerinin içinin bu süreçte tüketilip boşaltıldığını fark edemedi ama zamanla edecek. Şimdilik alternatifsizlik ve korku siyaseti duygu ve düşünce dünyasında yıkımı engelliyor ama bu gelecek ve maalesef uzun sürecek.

2) Koronavirüsle mücadele sürecinde merkezi iktidar, yerel yönetimlerin halka doğrudan yardım etmesi konusunda çok yasaklayıcı davranıyor. Neden?

Ülkece olağanüstü günlerden geçiyoruz. Bu dönemde belediyeler önemli bir sosyal belediyecilik ve dayanışma örneği gösteriyor. Anayasanın 127. maddesi, belediyeleri açıkça idari teşkilatın içerisinde düzenlemiş. Belediye Kanununun 15’inci, 18’inci ve 38’inci maddeleri belediyelerin bağış kabul edebileceğini yazıyor. Büyükşehir Belediyeleri Kanununun 28. maddesi de aynı yetkiyi Büyükşehirlere veriyor. İçişleri Bakanlığı tarafından bir genelge ile anayasaya ve kanuna aykırı olarak bu yardımlaşmanın engellenmesi, milletimizin yarısından fazlasının oy verdiği belediye başkanlarının icraatlarını terör örgütlerinin eylemleriyle ilişkilendirmek, hukuk adına gerçekten çok ürkütücü. Hukuksuzluğun paralel yapıların üreme ortamı olduğunu unutmamak gerekir.

Belediyelerin siyasi iktidardan yardım konusunda daha başarılı olma ihtimalinden dahi korkulması, ne yazık ki adeta acı bir mizah örneğidir. Böylesi bir, ancak “biz yardım ederiz, siz edemezsiniz” anlayışının ülkeye hayrı olmaz. Millete hizmet, kimsenin tekelinde değilken; belediyeleri kendine rakip görmek, kutuplaştırma siyasetinin devamı olarak milleti cezalandırmaktır. Mahallinde gerekli ihtiyaçları tespit edip, ekipleri ile organize olabilen yerel yönetimleri sürece dahil etmek hatta desteklemek gerekirken, devre dışı bırakmak, ihtiyaç sahiplerini mağdur etmekten öteye geçemez. Yardımlaşmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde “Güçlüyüm, kanun benim” anlayışı, Türkiye’ye her zamankinden daha çok zarar verir.

3) Koronavirüsle mücadele konusunda iktidarı nasıl buluyorsunuz?

Hızla yayılan bir küresel salgından söz ediyoruz. Konunun teknik ve bilimsel boyutu elbette çok önemli. Bu nedenle Bilim Kurulu’nun oluşturulması ve Sağlık Bakanı öncülüğünde her gün gelişmelerin ve tedbir önerilerinin tartışılması doğru bir yöntem. Bununla beraber, krizden ne kadar etkilendiğimiz ve bu etkinin nasıl asgari düzeyde tutulabileceği konusunda bir başarıdan söz etmek çok güç. Şeffaflık ve haber alma özgürlüğü demokrasilerde hayati kavramlardır. Resmî açıklamalarda vakaların coğrafi dağılımı geç paylaşıldı, demografik dağılımı ise hiç öğrenemedik.  İlk vakanın çok geç açıklandığı, vefat sayısının büyükşehirlerdeki resmi ölüm sayısındaki artışa kıyasla düşük göründüğü yönündeki iddialara, doğru veya yanlış olsunlar, tatmin edici yanıtlar almış değiliz.

‘Ekonomik İstikrar Kalkanı’ adında, işini ve gelirini kaybeden vatandaşlara çok cüzi miktarda yardım sağlarken konut kredisi almanın kolaylaştırılması gibi salgınla ilgisi olmayan ve uçak biletlerinden alınan verginin düşürülmesi gibi salgınla mücadeleyi sekteye uğratacak maddeler içeren bir paket açıklandı. Son derece yetersiz bir paketti diyebilirim. Buna ilaveten, ülkenin yedek akçeleri olan rezervlerin eritilmiş olmasının ve üretim ve istihdam konusunda yaşanan zorlukların üzerine salgının etkileri eklenince devletin hesap numarası paylaşarak toplumsal dayanışma çağrısında bulunması gibi bir sonuç doğdu.

Ayrıca, yeni koronavirüs salgınının etkilerini azaltmak adı altında iktidar partisi tarafından getirilen kanun tekliflerinin büyük bir kısmı salgınla mücadele kapsamı dışında maddeler içeriyordu. Hızla ve tartışılmadan meclisten geçirilen kanun değişikliği paketleri, salgın döneminde bile önceliği halkın sorunları değil kendi çıkar hesapları olan bir iktidarı işaret ediyor. Bundan en çok zarar gören elbette halkımız oldu.  Diğer tarafta çok az kişinin üzerinde durduğu diğer bir gerçek şu ki, en fazla ihtiyacın olduğu zamanda meclis 1,5 aylığına kapatılırken, temel haklara müdahale eden sayısız tedbirin yasal zemini olmaksızın uygulanması. Yani anayasasızlaştırma süreci çok güçlü adımlarla sürdürülüyor.

Bir de Bakan istifası gibi önemli bir olay oldu bu dönemde, hükümet içerisinde ve kurumlar arasında koordinasyonsuzluğu ispatlayan bir olaydı. Parantez olarak; en başarısız anda nasıl kahraman olunabileceğini ve trol ordularının bir camiayı yönlendirmedeki gücünü de bu arada görmüş olduk. Aslında siyasi sosyoloji açısından da başta bahsettiğim Ak Parti’nin değişimi hafta sonu yaşananlarla da tahkim edilmiş oldu. O olay gerçekten Ak Parti tarihi için de çok önemli bir olaydı.

4) Son yıllarda özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda çok gerileme olduğunu düşünüyor musunuz?

Düşünce ve ifade özgürlükleri demokratik bir toplumda yaşamsal değerdedir. Çünkü farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade bulması ile fikirlerin yarışması ve toplumun buna göre siyasi tercihini kullanması demokrasinin şartıdır. Özgür basın, kamunun gözetleyicisi olarak demokratik toplumun vazgeçilmez unsurları olan şeffaflık ve hesap verilebilirliğin sağlanmasının da ön koşuludur. Bu yüzden ileri demokrasilerde ötekinin sesini daha çok koruma ve savunma üzerine politikalar geliştirilir. Demokratik bir toplumda ifade özgürlüğüne verilen ehemmiyet siyasi sorumluluğa da yansır. İleri demokrasilerde bu bilinçle yöneticiler ve siyasiler; ifade, eleştiri ve ithama karşı toleranslı davranır ve bu eleştirilerin topluma ulaşma yollarını da engellemeye çalışmazlar. Bu tutum, siyasi adap ve kültürün de gereğidir.

Maalesef bizim gibi ülkelerde ilk baskılanan özgürlükler ise ifade, düşünce ve basın özgürlüğü oluyor. Cezaevlerini cumhurbaşkanına hakaretten ve toplumu kin ve düşmanlığa sevk etmekten doldurmak, erişim engeli ile internet sitelerini ve haberleri yasaklamak ifade özgürlüğü yönündeki en büyük engeldir. Dünyadaki en fazla profesyonel basın mensubunun cezaevinde olduğu ülke Türkiye. AİHM’de geçtiğimiz yıl ifade özgürlüğünü ihlal eden ülkeler arasında ilk sıradayız. Son yıllarda uluslararası kuruluşların demokrasi, hukuk devleti ve özgürlüklere ilişkin endekslerinde son sıralarda, giderek de geriliyoruz. Ne yazık ki, hukuk devleti buruk bir anı olarak geçmişte kaldı. Ama bu olumsuz insan hakları tablosunu değiştirmek de elimizde. Amacımız ve mücadelemiz Türkiye’yi, en kısa zamanda, farklı görüş ve düşünceler ile zenginleşen, çoğulcu ve özgürlükçü demokratik bir ülke haline getirmek.

5) İnfaz Yasası konusunda ne düşünüyorsunuz?

İnfaz Paketinin demokratik bir hukuk devletinin hakkettiği bir infaz sistemi oluşturmasını beklemiyorum. Hükümetler düzenli aralıklarla cezaevindeki doluluk oranını azaltmak amacıyla benzer düzenlemeleri sürekli yapıyor Türkiye’de. Doluluk oranı ise artarak devam ediyor, bu yüzden kanunun kısa süreli bir tedbirden öteye gidemeyeceği aşikâr. Bunun tek bir nedeni var, kadim toplumsal sorunların üzerine gidilmiyor, temel haklara saygı duyulmuyor ve adalet ve yargı sisteminde ciddi sorunlar var. Ve bu sorunlar, kanun yapmakla değil; ancak ve ancak yürütmeden yargıya giden telefonları engelleyerek ve kuvvetler ayrımını sağlayarak çözülebilir.

Temel çıkmazların ötesinde kanunun en büyük eksiği, parti olarak bizim de mücadele verdiğimiz nokta, belirli suçların kapsam dışında bırakılmasıydı. İçi boşaltılmış terör kavramının, mahkemeler tarafından maksadı aşacak şekilde yorumlanması nedeniyle terör örgütü üyeliğinden yaftalanan, şiddeti övüp teşvik etmemekle beraber terör örgütü propagandası yapmakla suçlanan, düşünen ve yazan insanlar ve gazeteciler haksız yere cezaevinde kaldı. Bu durum anayasamızda ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde düzenlenen eşitlik ve ayrımcılık yasağına da açıkça aykırı. Ayrıca suçlu olduğu mahkeme kararıyla ispatlanmamış tutukluların da tahliye olmaması diğer önemli bir eksik. Bu yasa demokratik bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak, o yüzden başta anayasaya aykırılıkları nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceği ya da kapsamının genişletileceği kanısındayım. Keşke partimizin, kamuoyunun ve akademisyenlerin eleştirileri dikkate alınmış olsa ve adil, eşit ve demokratik bir topluma yakışır bir düzenleme yapılabilseydi.

Tahliye edilen suçlularla ilgili önemli bir sorun ise; bu suçlular, herhangi bir deradikalizasyon tedbirine maruz kalmadılar. Topluma yeniden entegre olmak konusunda bir önlemle karşılaşmadılar. Şiddet uygulayanların bu yöndeki temayüllerinin azalması için herhangi bir strateji uygulanmadı. Hapishane, suçluyu izole etmek dışında toplumsal barışın tesisi için aynı zamanda suçluyu ıslah etmek amacı taşır. Böyle bir ıslah stratejisi olmadan, bu insanların salınması, bütünlükçü bir bakışın olmadığını gösteriyor.

6) Son olarak Deva Partisi’ne katıldınız. Neden?

Bağımsız milletvekili olarak çalıştığım dönemde birçok konuda gündemdeki gelişmelerle ilgili düşüncelerimi dile getirdim. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, adalet ve insan hakları gibi temel değerlere her zaman inandım ve tutarlılık içerisinde savundum. Toplumda bu değerlerin daha da güçlenmesi adına tek kişinin yapabilecekleri sınırlı. DEVA Partisi sıkışmış olan siyasete önemli bir cevap niteliğini taşımaktadır. Siyasetten ümidini kesen insanların sayısı ciddi manada artmış, %37 gibi ciddi bir orada çıkmıştır. Biz madem mevcut partileri rahatlıkla tercih edilemez buluyorduk, bu durumda sorumluluk üstlenmeli ve milletimize yeni bir alternatif sunmalıydık, klasik sağ ve sol kategorilerinin üzerinde toplumun gerçek sorunlarına eğilen bir yaklaşım biçimi bizimkisi. Biz birlikte yaşama inanan, özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı demokratik Türkiye idealine inanan herkesin partisi olma iddiasına sahibiz. Ülkedeki sorunların tanımı, nedenleri ve neler yapılması gerektiği konusunda ortaklaşan ve samimi bir şekilde çaba sarf eden çoğulcu bir kadromuz var. Şahsen ben de dayanışma içerisinde bir ekip ile Türkiye’de ihtiyaç duyulan olumlu değişikliklerin gerçekleşmesine katkıda bulunabileceğimi düşünerek ciddi katkıda bulunabildiğim programı ile de tamamıyla örtüşebildiğim için Partinin kuruluşunda yer almaya karar verdim.

Türkiye’de demokratik kurumların yerleşik ve güçlü hale getirilmesi hayati bir konu. Hak ve özgürlükler, toplumsal huzur, bilimsel gelişme ve ekonomik kalkınma gibi hemen her alanda sorunların çözümü güçlü demokrasi konusu ile kesişir. DEVA Partisi de bu anlayış üzerine kurulu idealist ve yenilikçi bir hareket. Şu an DEVA Partisi Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanlığı görevini yürütüyorum. Türkiye’de eşit bir şekilde tüm vatandaşların haklarının korunması ve adalet sisteminin işleyişindeki sorunların giderilmesi gereğini vurguladı hep DEVA Partisi. O kadar kutuplaşmış ve birbirine çelme takan bir toplumsal yapıya gelmişiz ki, herkesin huzur bulabileceği bir Türkiye hayalim var. Önümüzdeki dönemde de bunun mücadelesini vereceğiz.

7) Bugün 23 Nisan. Yüz yıl öncesinden bugüne bakınca ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle tüm vatandaşlarımızın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyorum. 23 Nisan 1920 tarihinde büyük bir sorumluluk bilinciyle açılan Birinci Büyük Millet Meclisi; istiklal için, milli iradeyi temsil edebilmek için, hürriyetler için, ülkemizin geleceğini bizzat belirleyebilmek için verilen müstesna mücadelenin çıkış noktasıdır. Milletin ve vatanın zor günlerinde, Anadolu’nun dört bir yanından gelen, farklı görüşlerin bir arada, omuz omuza verdiği bu mücadeleye önderlik eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, ilk Meclisin her bir üyesini ve aziz şehitlerimizi rahmet, minnet ve saygıyla anıyorum.

Şahıs otokratlığına muhalif, ilk Meclisin Mersin mebusu Selahattin Bey mecliste yaptığı bir konuşmasında, “Şahıs hakimiyeti yerine kanun hakimiyeti” ilkesinin önemini vurgulayarak “Yüce meclis görüşme ve tartışma makamıdır, onay makamı değildir. Meclisin şahsına hürmet edilmelidir.” diyordu. Bugün geldiğimiz noktada, meclise onay makamı olarak dahi ihtiyaç duymayanlar var. Koronavirüs nedeniyle alınan birçok tedbir kararının temel hakları sınırlandırdığı açıkken, bu sınırlamalara yasal zemin hazırlamak için dahi meclisin çalıştırılmaması hukuken izah edilemez. Şahsım adına, milletimizin bize ihtiyaç duyduğu böyle bir dönemde meclisin çalışmalarına ara verilmesini kesinlikle reddediyorum.

Ahval News Söyleşi Metni

Ahval News Söyleşi

TBMM’DE KABUL EDİLEN CEZA İNFAZ PAKETİ İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME

Kısmi bir özel af yasası olan “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” maalesef TBMM Genel Kurul’da kabul edilmiş ve bugün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Üzülerek belirtmeliyim ki teklif, Meclise sunulduğu ilk günden itibaren gerek Partimizin gerekse diğer partilerin, kamuoyunun ve akademisyenlerin yoğun eleştirileri dikkate alınmadan, AK Parti ve MHP’nin oyları ile kabul edilmiştir. Çok açıkça ifade ediyorum: Bu infaz paketinin demokratik bir hukuk devletinin hakettiği bir infaz sistemi oluşturmasını beklemeyelim. Paketin amacına dair kamuoyunun büyük çoğunluğunun üzerinde ittifak ettiği bir husus var ki; bu paketin mevcut ceza infaz sistemini modernleştirme amacı taşımaktan uzak olduğudur. Görünen yönüyle 90 binden fazla kişinin tahliyesini sağlayarak cezaevi doluluk oranını azaltmak, gizlenen yönüyle ise bazı suçluların tahliyesini sağlamak hedeflenmektedir. Geçmişteki benzer uygulamalar dikkate alındığında, birkaç yıl sonra tekrar aynı tartışmaların içerisinde olacağımızdan da ne yazık ki eminim.

İnfaz Paketinin “Yargı Reform Paketi” adı altında hazırlandığını ve amacının “hukuk sistemimizi toplumsal ihtiyaçlara cevap verecek şekilde adil hale getirmek” olduğunu hatırlatmak isterim. Nitekim hukukun üstünlüğünü esas alan bir yargı paketinde olması gereken temel yaklaşım, adil yargılamayı korumak olmalıdır. Ne var ki, infaz paketi, sayısız kişinin yargılama sürecinde sadece temel haklarını kullanmalarından dolayı Terör Kanunu kapsamında soruşturma açılmasını, tutuklanmasını ve mahkûm edilmesini gözetmemiş, daha da üzücü olanı bu yüzden mahkûm olan kişilerin cezaevinden çıkmasını da sağlamamıştır. Ayrıca kanun, cezaevlerinin doluluk oranını azaltma amacı taşısa da ceza infaz sistemine bütüncül bir çözüm getirme perspektifi ile hazırlanmadığı için kısa süreli bir tedbirden öteye maalesef geçemeyecektir. Bunu anlamak için geçmiş uygulamalara bakmak yeterlidir. Bir taraftan işledikleri suç bakımından toplumun vicdanını yaralayacak kişilerin cezaevlerinden çıkarılmasıyla toplumun huzuru bozulacak, diğer taraftan da boşalan cezaevleri mevcut cezalar ve adil olmayan yargılamalar nedeniyle tekrar doldurulacaktır. Son olarak Covid-19 nedeniyle öne çekildiği söylenen bu teklif, başta tutuklular olmak üzere, salgın hastalık tehlikesi bakımından ağır risk altındaki kişiler açısından da kanun önünde eşitlik ilkesini dikkate almamıştır.

Özellikle belirli suçların kapsam dışı bırakılması, Anayasamızın 10. maddesinde düzenlenen “eşitlik” ilkesine ve AİHS’nin 14. maddesinde düzenlenen “ayrımcılık” yasağına aykırıdır. Hukukun hakikati, demokratik toplumun gerekliliklerinden farklı bir şey değildir. Demokratik toplumun gereklilikleri ise evrensel hukuk ilkeleri ve anayasamız üzerinde yükselir.  Hukuk, özellikle de mevzuatımız, bu hakikatle uyum ve ahenk içinde olduğu ölçüde meşruiyet kazanır. Bu bakımdan infaz kanunu; adil ve eşit olmaktan uzak, anayasaya ve evrensel hukuka aykırı ve meşruiyet açısından sorunludur.

Modern ceza adalet sistemlerinde, cezaların caydırıcı olabilmesi için ceza miktarları değil; cezaların adil ve eşit olarak infaz edilebilmesi gerekir. Asıl hedef; infazın, suça ve suçun türüne göre uygulanması değildir. Suçluya, suçlunun tehlikeli olup olmamasına, iyi halli olup olmamasına ve toplum için tehlikeli olup olmamasına göre yapılmasıdır. Nitekim, bu kanun ile yolsuzluk yapanlar, devlet malını zimmetine geçirenler, çete ve mafya liderleri, hırsızlar ve gaspçılar cezaevinden tahliye olacak ve toplum için tehlike olmaya devam edeceklerdir. Oysa “cebir ve şiddet içeren bir eylemi olmayıp, katıldığı örgütün terör örgütü olduğunu bilmeyen ve bu vasfı desteklemeyen, ancak buna rağmen terör örgütü üyeliğinden yaftalananlar, “terör örgütü üyesi olmamakla beraber, terör örgütüne yardım edenler”, “şiddeti övüp teşvik etmemekle beraber terör örgütü propagandası yapmakla suçlananlar”, tweet atanlar, basın özgürlüğü kapsamında tutuklanan gazeteciler haksız yere cezaevinde kalacaklardır.

Diğer taraftan ülkemizde sivil toplumun gelişmesi için uğraşan aydınlar ve hala haklarında bir hüküm verilmemiş, yani hukukun temel ilkesi olan masumiyet karinesine göre henüz masum olanlar, bu kanundan yararlanamayacaktır. Masum olan bir kişinin haksız yere cezaevinde kalması adaletin tecellisi değildir. Umardım ki Peygamber Efendimiz’in “afta hata edilmesi, cezalandırmada hata edilmesinden daha iyidir” hadisine riayet ederek, tutuklu ve hükümlüler arasında, hükümlülerin de kendi arasında ayrım yapılmadan, özellikle içi boşaltılmış terör tanımı ile cezaevinde kalan, tutuklu bulunan kişiler de bu aftan ve infaz paketinden yararlanabilsin.

Bu minvalde demokratik bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak olan bu yasanın, başta hukuk devleti ve eşitlik ilkesi olmak üzere, anayasaya aykırılıkları nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceği ya da kapsamının genişletileceği aşikardır.

YÜKSEKÖĞRETİM KANUNUNDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TEKLİFİ DEĞERLENDİRMESİ

AK Parti tarafından “Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” 8 Nisan 2020 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulmuştur. 28 Maddelik Kanun Teklifi ile mevzuatta yapılması öngörülen değişiklikler ve getirilen yeni düzenlemeler incelendiğinde COVID-19 salgınının yüksek öğretime olumsuz etkilerini ve öğrencilerin ihtiyaçlarını gidermeye yönelik iki madde yanında üniversitelerle ve akademisyenlerle ilgili çeşitli konularda 26 maddede değişiklikler öngörülmüştür.

Öncelikle teklifin; üniversitelerin bilimsel özerkliğine ve öğretim üyelerinin akademik özgürlüklerine öncelik veren, onları koruyan, anayasal bir hak olan bilimsel özgürlüğe sahip çıkan bir yaklaşımla hem devlet hem de vakıf üniversitelerinin dünya sıralamalarında olmaları için gerekli teşvikin yapıldığı bir düzenleme olmasını isterdik. Maalesef karşılaştığımız tablo ülkenin acı tablosunu burada da karşımıza çıkartıyor. Açıkça görüldüğü gibi teklifin amacı tüm öğretim görevlilerini otoriteye tabi hale getirerek disipline olmayanları keyfi olarak cezalandırma ve esasında özerk olan vakıf üniversitelerinin alanlarını daha da sınırlandırarak gerekli görüldüğü an faaliyetlerini sona erdirip el koymaktır.

Bu kapsamda teklifin en sorunlu düzenlemelerinden biri, öğretim elemanlarının disiplin sorumluluğuna ilişkin olarak Yükseköğretim Kanununun 53’üncü maddesinde yapılmak istenen değişiklikleri içeren 7’nci maddesidir. Madde gereğince; mevcut uyarma, kınama, aylıktan veya ücretten kesme, kademe ilerlemesinin durdurulması veya birden fazla ücretten kesme, üniversite öğretim mesleğinden çıkarma, kamu görevinden çıkarma için belirlenen fiil ve hâllere Devlet Memurları Kanunundan yeni ilaveler getirilmiştir. Eklenmesi teklif edilen fiillerden birisi kınama cezası verilmesi öngörülen, “Görevi sırasında amirine sözle saygısızlık etmektir”. Bu kavram ölçüsü ve sınırı belirli olmamasından dolayı keyfi yorumlamalar doğurabilecek nitelikte bir düzenlemedir. Ayrıca Rektörün ya da dekanın eleştirilmesi dahi bu kavramın içine rahatlıkla sokulabilir. Diğer taraftan 657 Sayılı Kanun’dan doğrudan alınan başka sakıncalı bir düzenleme “Özürsüz veya izinsiz olarak bir yılda toplam 20 gün göreve gelmeme” durumu için üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezasının öngörülmesidir. Oysa AYM tam bir yıl önce benzer bir düzenlemeyi “Anayasa’nın…. öğretim elemanları yönünden diğer kamu görevlilerine nazaran daha güvenceli bir personel rejiminin öngörüldüğü” gerekçesiyle iptal etmiştir. Buna rağmen üniversiteleri amaçlarına aykırı bir biçimde adeta devlet dairesine dönüştürecek anlayışla soyut, akademik özgürlük ve güvencelerden uzak nitelikte ve keyfi sonuçlar doğuracak bir düzenleme teklif edilmiştir. Kanun gerekçesinde de belirtildiği gibi Devlet Memurları Kanunu’nun öğretim elemanları için esas alınması bile başlı başına ürkütücü anlayışı ortaya koymaktadır.

Aynı şekilde “kamu görevinden çıkarma” cezasına eklenen “Terör örgütlerinin propagandasını yapmak, bu örgütlerle eylem birliği içerisinde olmak veya yardım etmek, kamu imkân ve kaynaklarını bu örgütleri desteklemeye yönelik kullanmak ya da kullandırmak.” düzenlemesi son derece sakıncalı sonuçlar doğuracak, birçok akademisyenin ifade özgürlüğünün engellenmesine neden olacaktır. Unutulmamalıdır ki, demokratik bir toplumun temel değerlerinden olan akademik özgürlük gereğince, öğretim elemanlarının eleştirel ve bağımsız düşüncenin varlığı sayesinde toplumu bilgilendirmeleri ve özgür bir tartışma ortamına zemin hazırlamaları elzemdir. AYM kararlarında üniversite özerkliği vurgusuyla öğretim üyelerinin devlet memuru statüsünde olmadığı, disiplin suçlarının da aynı olamayacağını belirten kararına karşılık bu düzenleme, terör tanımının kapsamını daha da genişlemekte, geniş ve ucu açık ifadelerle hukuki belirlilik ilkesine aykırı bir düzenleme yapmaktadır. Nefreti ve şiddeti övmediği, savunmadığı müddetçe kimsenin terör örgütünün propagandası suçundan cezalandırılmaması gerekirken bu ülkede yıllardır bu hukuksuzluklara karşı mücadele verilmektedir. Bu maddenin Genel Kurul görüşmeleri sırasında demokratik hukuk devleti esaslarına göre düzeltilmesini, aksi takdirde zaten AYM tarafından iptal edileceğini bekliyoruz.

Teklifin diğer tartışmalı maddesi ise özellikle Şehir Üniversitesini ve diğer vakıf üniversiteleri doğrudan etkileyecek olan 13’üncü maddedir. Düzenlemeye göre; 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun Ek 11’nci maddesinde yapılacak değişiklikle; geçici olarak faaliyeti durdurulan vakıf üniversitesi YÖK’ün kararıyla kapatılabilecektir. Söz konusu düzenleme ile nokta atışı yapılarak, vakıf üniversitesinin nasıl kapatılacağı, kurucu vakfa ne olacağı, sahip oldukları mülklere nasıl sahip çıkılacağı ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Bildiğimiz üzere, kanunlar nesnel olur; kişiye ya da bir kuruma özel kanun yapılmaz. Ancak siyasi irade Şehir Üniversitesinin faaliyet iznini iptal edeceğini çok önceleri açıkça ortaya koymuş, siyasi hesaplaşmasına hukuku araçsallaştırarak kanun olarak meclise sunmuştur. Bu kanun ile yürütme, AYM kararlarında, “YÖK’ün, üniversiteleri denetlemeye ilişkin kuralları hem üniversiteler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmalıdır. Ayrıca keyfi uygulamalara karşı koruyucu önlemler içermesi de gereklidir. Aksine bir düzenleme, merkezi idarenin üniversitelerin bilimsel özerkliğine keyfi şekilde müdahalede bulunmasına imkân tanır ki, bunun Anayasa’nın 130. maddesiyle bağdaşması mümkün değildir.” şeklinde ortaya konulan çerçevenin aksine tüm vakıf üniversitelerini kontrolü altına almayı amaçlamaktadır. Açılan bu yol Şehir Üniversitesi dışında da birçok keyfi uygulamaya yasal meşruiyet sağlamaktadır. Anayasaya aykırı bu düzenlemeye tüm vakıf üniversitelerinin de tepki göstermesi gerekir.

Ülkemizin menfaati adına üniversitelerin bilimsel özerkliğine ve öğretim görevlilerinin akademik özgürlüklerine sahip çıkmak dururken, teklifte sözü geçen değişiklikleri kabul etmek hukuka ve üniversitelere verilecek en büyük zarar olacaktır. DEVA Partisi olarak bilim insanlarımızın daha özgür ve üretken olduğu, gençlerimizin daha donanımlı bireyler olarak iş hayatına atıldığı ve üniversitelerin dünya sıralamalarının başında yer aldığı bir Türkiye için kanun teklifinde yer alan 7’nci ve 13’üncü maddelerinin çıkarılmasını, Üniversitelerin gelişiminin önünde en büyük engel olan Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) kapatılmasını ve yükseköğretim sisteminin, kurumsal özerklik, akademik özgürlük ve performansa dayalılık ilkeleri çerçevesinde yeniden düzenlenmesi gerektiğini vurgulamak isteriz.

TBMM Genel Kurul Konuşma Metni

TBMM Genel Kurul Konuşması

GÖRÜŞMELERİ DEVAM EDEN CEZA İNFAZ PAKETİ DEĞERLENDİRMESİ

TBMM Genel Kurul’da görüşülmekte olan İnfaz Paketi, mevcut yasaların eksiklik ve hatalarını giderme amacından uzak, birçok eksik ve hatayı bünyesinde barındıran bir tekliftir. Toplumun geniş kesimini etkileyen, niteliği gereğince gizli bir özel af olan bu düzenleme, uzun zamandır TBMM’nin yasa yapma sürecindeki keyfiyetinin, toplumsal mutabakata önem verilmemesinin, tüm partilerin, baroların, akademisyenlerin ve sivil toplum kuruluşlarının görüş ve önerilerinin dikkate alınmamasının bir tezahürüdür. Oysa, kamu vicdanını etkileyen ve adalete güveni yeniden inşa etmesi gereken düzenleme; belirli uzlaşı kriterlerini dikkate alsaydı; bütüncül ve kapsayıcı bir nitelik kazanabilirdi. Açıkça belirtmem gerekir ki, kamuoyunu infaz indirimleri açısından meşgul eden bu paket, öngörülen infaz sistemi bütüncül olarak ele alındığında; kesinlikle adaletsiz, eşit olmayan ve hukukun üstünlüğü iddiasına yakışmayan bir yaklaşımla hazırlanmış. Özellikle de infaz indiriminden istisna tutulan suçların belirlenmesi aşamasında, suçların niteliği ve kamu vicdanında oluşturduğu sonuçların göz ardı edilmesi nedeniyle adil bir düzenleme olmadığı görüşündeyim.

DEVA Partisi olarak temel düşüncemiz, kamu vicdanını zedelememek, cezaların caydırıcılığını ve toplumun huzurunu korumak adına bazı suçlarda infaz indirimine gidilmemesi gerektiği şeklindedir. Bu suçların başında adam öldürme, cinsel suçlar, uyuşturucu ticareti suçları, işkence suçları, mükerrer suçlar gelir. Yine aynı şekilde kamu düzenine karşı işlenen, polisimize, askerimize silah sıkan, onları öldüren, bomba atan, 15 Temmuz hain darbe teşebbüsüne katılıp cebir ve şiddet kullanarak anayasal düzenimizi yıkmaya çalışan teröristler bu infaz indiriminden elbette ki yararlandırılmamalıdır.

Ancak daha düne kadar hükümet “Devlete karşı işlenmiş suçları devlet affedebilir ama vatandaşa karşı işlenmiş suçları devlet affedemez, vatandaş affeder” diyordu. Oysa bugün tam tersini uyguluyor. Devlete karşı işlenmiş kabul edilen suçları tamamen kapsam dışı bırakırken; tweet attıkları için, eleştirel bir yaklaşımda bulundukları için, yani temel haklarını kullandıkları için hukuksuz bir biçimde yargılattırdığı insanları kapsam dışı bırakarak ikinci defa cezalandırıyor. Diğer tarafta çete liderlerine, kasten yaralama sonucu kadının ölümüne neden olan, yağma suçunu işleyen, rüşvet alan kişilerin tahliye olmasının önü açılıyor.

Bu kapsamda bu düzenleme; son yıllarda içi iyice boşaltılan terör kavramının keyfi uygulamasının ağır sonuçlarını biraz da olsa hafifletebilirdi. Alakasız bir biçimde terörle ilintili suçlar yakıştırılan gazetecilerin, düşüncelerinden dolayı yargılanan aydınların karşı karşıya kaldığı hukuksuz uygulamaların ağır faturalarını azaltabilirdi. Maalesef böyle bir iyi niyet göstergesi Genel Kurul tartışmalarında da görülmüyor.

En büyük sorunumuz, hakimlerin yürütmenin baskısıyla mevzuatı dahi uygulayamaz hale gelmesi. İsterdik ki; adil bir hukuk devleti olmaktan bu kadar uzaklaşmışken, bu düzenleme ile geçmişte yapılan hatalardan dönülsün. Türkiye tüm vatandaşlarımızın hak ettiği demokratik bir hukuk devleti olsun. Ancak adil yargılanma hakkı, adalet, tarafsız ve bağımsız yargı için mücadelemize devam edeceğiz. Ayrıca bu infaz paketinden ayrı olarak Koronavirüs salgını kapsamında, devletin cezaevlerinde mahpuslara insan onuruna uygun muamele yükümlülüğü gereğince, yaşam ve sağlık haklarına öncelik verilerek, gerekli tedbirleri de ivedilikle alması gerektiğini tekrar vurguluyoruz.

Yeneroğlu: “Fransa’da artan ayrılıkçı söylem, ortak yaşam kültürüne zarar vermektedir.”

DEVA Partisi Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanı, İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Türkiye-Fransa İşgücü Anlaşması’nın 55. Yıl Dönümü münasebetiyle açıklama yaptı: “Fransa’daki Türk diasporasını; ırkçılık, İslam düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı ile mücadelede kurumsallaşmanın sağlanması, sivil toplumun güçlendirilmesi ve toplumsal katılım noktasında zorlu bir mücadele beklemektedir. Öte yandan anavatanla olan bağın korunması ve güçlendirilmesi de Fransa’daki insanlarımız açısından büyük önem arz etmektedir.” diyen Yeneroğlu ayrıca şunları kaydetti:

“Öncelikle ülkemizde ve dünyada etkisi hızla sürmekte olan korona virüs salgını sebebiyle, Fransa’da hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet; yakınlarına başsağlığı dilerim.

Fransa ile Türkiye arasında, 8 Nisan 1965 tarihinde imzalanan işgücü anlaşmasının 55. yılında vatandaşlarımız Fransa’ya artı değer katmaya devam etmektedir. 700 bine yakın nüfusu ile Fransa’daki dördüncü büyük göçmen grubunu oluşturan Türk toplumunun Fransa’da toplumsal hayata katkısı niceliğini çoktan aşmış durumdadır. Türk toplumunun yarattığı artı değer yalnızca kendileri için değil, diğer göçmen toplumlar için de büyük bir kazanım sağlamakta; örnek teşkil etmektedir.

Ne var ki buna karşılık son yıllarda, Avrupa’da aşırı sağın göçmen karşıtlığı ve İslamofobi üzerinden yeni bir hareket alanı bulması, özellikle geçtiğimiz aylarda Fransa’da gerçekleşen yerel seçimlerde aşırı sağın yükselişe geçmesi ve yakın zamanda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “laiklik” söylemleri üzerinden İslam’ı hedef alan açıklamaları, Türk toplumunda ciddi manada huzursuzluk yaratmakta ve toplumsal birlikteliğe zarar vermektedir.

Fransa İslamofobi İle Mücadele Derneği’nin (CCIF) 2019 yılı raporuna göre, Fransa’da 2019 yılı içinde 789 İslamofobik vaka kaydedilmiştir. Ülkedeki İslamofobik vakalarda 2018’e göre %17, 2017’ye göre ise %77 artış söz konusudur. Bu vakaların %59’unun ayrımcılık nedeniyle ortaya çıktığı, eylemin gerçekleştiği alan olarak da %59’unun kamu hizmeti veren kurumlarda meydana geldiği görülmektedir. Ayrıca bu eylemlerin %70’inin kadınlara yönelik yapıldığı da veriler arasındadır.

Geride bıraktığımız son bir yıl içerisinde, Türk toplumuna yönelik tutumu radikalleşen Fransa’da okullarda laiklik tartışmasının mazisi iki yüz yıla dayanırken, maalesef geçtiğimiz aylarda bu tartışmalara bir yenisi eklenmiştir. Aşırı sağcı Marine Le Pen’in liderliğindeki Ulusal Birliktelik (RN) Partisi’nin önerisi üzerine okul gezilerinde öğrencilere refakat edecek annelere yönelik başörtüsü yasağı gündeme getirilmiştir. Bu yasak, öğrenci veya öğretmen gibi eğitim sürecinin birincil aktörleri olmayan anneler için anlamsız olmakla birlikte, bu yasakla çocuklar ve okullar üzerinden ailelere, ailelerden ise özellikle Müslüman topluluklara bir mesaj verilmek istenmektedir. Bu konu akıllara Fransa’da yapılan Kamuoyu Araştırma Enstitüsünün (IFOP) anketini getirmektedir. Ankete göre, başörtülü kadınların %60’ı hayatlarında en az bir kez ayrımcılığa maruz kaldığını ifade ederken, başörtülü Müslümanların %37’si de hakarete uğradığımı beyan etmiştir. Bu sonuçlar açıkça toplumda yaratılan ürkütücü tablonun bir çıktısıdır.

Cumhurbaşkanı Macron, geçtiğimiz aylarda “Radikal ve Ayrılıkçı İslam’la Mücadele Planı” kapsamında, 2024 yılı itibariyle Türkiye, Cezayir ve Fas gibi ülkelerden Fransa’ya imam ve öğretmen alınması uygulamalarını engelleyeceğini ifade etmiştir. Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği (DİTİB)’ne bağlı vakıf ve derneklerin banka hesaplarının kapatılması, hesap açma haklarının engellenmesine kadar uzanan bu durum, Müslümanların din ve organize olma özgürlüklerini büyük oranda kısıtlamaktadır. Ayrıca önümüzdeki eğitim döneminden itibaren Türkçe’nin yabancı dil dersi olarak okutulmaya devam edip etmeyeceği de belirsiz bir durumdadır.

Fransa’daki Türk diasporasını; ırkçılık, İslam düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı ile mücadelede kurumsallaşmanın sağlanması, sivil toplumun güçlendirilmesi ve toplumsal katılım noktasında zorlu bir mücadele beklemektedir. Öte yandan anavatanla olan bağın korunması ve güçlendirilmesi de Fransa’daki insanlarımız açısından büyük önem arz etmektedir.

Bugün geldiğimiz noktada, elde edilen kazanımların genişletilmesi bir yana, muhafazasında dahi güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Maalesef bu durumun gerekçeleri arasında, yaşanan konjonktürel değişimlerin yanı sıra Türkiye’nin bu hususta rasyonel bir politika üretememiş olması da yer almaktadır. Fransa’daki Türk toplumunun kazanımlarının muhafaza edilmesi için kuşatıcı, kucaklayıcı, vatandaşı özne olarak değerlendiren, onları araçsallaştırmayan ve aklı selime odaklı politikalar üretilmelidir. Yurtdışındaki Türk toplumuna ve ihtiyaçlarına hakim bürokratlar ve kurumlar ile ortak ve koordineli bir diaspora politikası geliştirilmeli, anlık refleksler ve devamlılığı olmayan siyasi manevralar yerine rasyonel bir dil kullanılarak yeniden itibarlı bir dış politika izlenmelidir.

Bu düşüncülerle, Türkiye-Fransa İşgücü Anlaşması’nın 55. yıl dönümünde birinci nesli saygıyla anarken; çoğulcu toplum inşasına katkı sunan tüm vatandaşlarımıza şükranlarımı sunuyorum.

Yeneroğlu: “Savunma hakkı, vazgeçilmesi mümkün olmayan üstün bir haktır.”

DEVA Partisi Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanı, İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, 5 Nisan Avukatlar Günü’ne ilişkin olarak, “Türkiye’de avukatların ve baroların baskı altında olmadan mesleklerini özgürce icra etmesi, bağımsız ve tarafsız yargının, savunma hakkının ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi ideali için hep birlikte daha fazla mücadele etmemiz gerektiğini hatırlatıyor, tüm avukatların 5 Nisan Avukatlar Günü’nü kutluyorum.” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:

Vatandaşlarımızın yargılama faaliyetlerine etkin bir biçimde ulaşabilmesi, bu faaliyetlerin eşit ve tarafsız olarak sağlanması, adaletin, insan hakları ve temel özgürlüklerinin etkin korunması; tarafsız ve bağımsız bir yargının varlığı ile avukatlık mesleğinin bağımsızlığına bağlıdır. Keza avukat ile müvekkil ilişkisine saygı duyularak, hangi merciden veya hangi sebeple olursa olsun, baskı ve müdahaleye maruz kalmaksızın savunma hakkının ifa edilebilmesi, demokrasinin ve hukuk devletinin önemli bir şartıdır. Çünkü yargının kurucu unsuru olan avukatlar; hukukun, adaletin, özgürlüğün ve hukuki güvenliğin koruyucusudurlar.

Ne var ki ülkemizde adaletin hakkaniyete uygun olarak yerine getirilmesi yükümlülüğü ve hukukun üstünlüğü ilkesinin göz ardı edilmesi nedeniyle, avukatların yargı sistemindeki yeri ve önemi içselleştirilememiş ve avukatlar en çok hak ihlaline maruz bırakılan meslek gruplarından birisi haline gelmiştir.

Hak arama özgürlüğünün güvencesi ve savunma hakkının temsilcisi avukatlar; mesleklerini icra ederken ya da mesleklerinden dolayı baskı altında tutulabilmekte, hatta bu yüzden tutuklanabilmektedir. Maalesef hala yüzden fazla avukat cezaevinde ve her yıl birçok avukat da avukatlık mesleğini icra ettiği için öldürülmektedir. Avukatın gözaltındaki ya da cezaevindeki müvekkilleri ile görüşmesi engellenmekte, görüşme sırasında; müvekkilin avukatına veya avukatın müvekkiline verdiği belge veya belge örnekleri, dosyalar ve aralarındaki konuşmaya ilişkin olarak kendilerinin tuttukları kayıtlar incelenmek istenmekte, cezaevindeki müvekkilin avukatı ile yaptığı görüşmeler dinlenebilmekte ve kayda alınabilmektedir. Dosyaya getirilen keyfi gizlilik kararları gereğince avukatın dava dosyalarını incelemesine ve bilgi-belge toplamasına izin verilmemektedir. Avukatların üzeri, bürosu ya da konutunda yapılan aramalarda mevzuatın tanıdığı ayrıcalıklara riayet edilmemektedir. Avukat müvekkil ilişkisinin gizliliğine uyulmamakta, avukatın mali sorunları göz ardı edilmektedir.

Tüm bu sorunlar adaletin işleyemez hale getirildiği ülkemizde silahların eşitliği ve hakkaniyet ilkelerine zarar vermekte, hukuka ve adalete olan güveni zedelemektedir. Zedelenen güvenin onarılabilmesi için; yargının tarafsız ve bağımsızlığının yeniden sağlanması, adaletin hakkaniyete uygun olarak yerine getirilmesi yükümlülüğüne riayet edilmesi, savunma hakkına saygı duyulması ve avukatların hak ve yükümlülüklerinin güvence altına alınması gerekir. Son dönemdeki hukuksuzluklar ve adil olmayan yargılamalar dikkate alındığında, iktidarın kontrolüne girmiş bir yargı ile hukuk devleti ilkesinin bağdaşmayacağı aşikardır.

Diğer taraftan dünyada yaşanan korona virüs salgını sebebiyle duruşmaların acil olmayan durumlarda ertelenmesi ve devletimizin “Evde kal” uyarıları nedeniyle, bürolarını kapatmak zorunda kalan avukatlar ile yanlarında çalışan avukat ve stajyer avukatlar için ilgili Bakanlıkların acilen ekonomik önlemler alması gerekir. Bu bağlamda; kısa çalışma ödeneği olarak sağlanan geçici gelir desteğinin tüm sigorta ile çalışan avukatları kapsayacak şekilde düzenlenmesi, SGK prim borçları, beyanname, vergi ödeme vb. mükellefiyetlerin ertelenmesi, KDV oranlarının indirilmesi, CMK ve Adli Yardım ödeneklerinin acilen ödenmesi sağlanmalıdır.

Bu çerçevede, Türkiye’de avukatların ve baroların baskı altında olmadan mesleklerini özgürce icra etmesi, bağımsız ve tarafsız yargının, savunma hakkının ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi ideali için hep birlikte daha fazla mücadele etmemiz gerektiğini hatırlatıyor, hak savunucusu tüm avukatların 5 Nisan Avukatlar Günü’nü kutluyorum.