
AİHM Kararlarının İcra Edilmemesi Hk. Adalet Bakanlığı’na Soru Önergesi
Adalet Bakanı Sayın Yılmaz TUNÇ katılmış olduğu bir televizyon programında Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını uygulama oranının %89 olduğunu ve Avrupa ülkelerinin uygulama oranının ise %79 olduğunu ifade etmiştir. Bu kapsamda ülkemizin, Avrupa ülkelerinden daha fazla bir oranda kararları yerine getirdiğini beyan etmiştir. Bu beyanlar kapsamında ifadelerinin mefhumu muhalifinden de %11 oranında da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmadığını açıkça ifade etmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi, AİHM’in yaptığı yargılamaların dayanağı da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir ve Sözleşme’ye taraf olmamız nedeniyle Anayasa’nın 90’ıncı maddesi uyarınca AİHM kararları da Türkiye için bağlayıcıdır.
Sayın Bakan yaptığı açıklama ile sözde dezenformasyonu eleştirmekte ve düzeltme yaptığını beyan etmektedir. Şöyle ki; öncelikle Avrupa ülkelerinin AİHM kararlarına uyma oranı, Avrupa Konseyinin resmi internet sitesindeki verilere göre, %85’tir. Bu oranın Avrupa ülkeleri açısından düşük olmasının sebebi de Rusya, Azerbaycan, Arnavutluk, Gürcistan, Malta gibi demokrasi ve hukuk bilincinin zayıf olduğu ülkelerdir. Bunun yanında Türkiye açısından kararları uygulama oranı %90 olmasına rağmen dosya sayısı açısından da 456 dosyanın icrası yapılmamıştır. Dosyaların icra edilmemesi kapsamında oran olarak bize en yakın ülkeler Belçika ve Letonya’dır. Belçika’da 27 dosya beklemekte iken Letonya da ise sadece 12 dosya beklemektedir.
Hukukun üstünlüğünü esas alan ülkeler açısından ise İsveç’in dosya uygulama oranı %99 olup uygulanmayan dosya sayısı 1, Hollanda’da %94 olup uygulanmayan dosya sayısı 11, Slovenya’da %99 olup uygulanma bekleyen dosya sayısı 5’tir.
Bu çerçevede Sayın Adalet Bakanı’nın ifade ettiği uygulanmayan kararlara ilişkin %10 gibi büyük bir oran ve 456 dosya sayısı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının tamamen uygulandığını ileri sürmenin doğru bir açıklama olmadığı ve kamuoyunu yanılttığı ortadadır.
Bu bağlamda;
- Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya aldığı bir dönem olmuş mudur? Olmuş ise Sözleşme hangi tarihlerde askıya alınmıştır?
- Verilere göre AİHM’in vermiş olduğu uygulanmayan 456 dosyada kaç kişi hakkında ihlal kararı verilmiştir? Verilen bu ihlal kararlarında Türkiye aleyhine hükmedilen tazminat miktarı ne kadardır? Verilen bu ihlal kararlarında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hangi maddelerinin ihlal edildiğine hükmedilmiştir?
- AİHM’in Osman KAVALA ve Selahattin DEMİRTAŞ hakkında vermiş olduğu ihlal kararları neden uygulanmamaktadır?
- AİHM’in “ihlalin çok sayıda insanı etkileyen sistemik bir sorundan kaynaklandığının ve böyle bir kararın icrası için ulusal düzeyde genel tedbirler alınması gerektiğini” özellikle vurguladığı on binlerce kişiyi ilgilendiren Yüksel YALÇINKAYA kararı uygulanmış mıdır? Uygulanmıyor ise hangi gerekçe ile uygulanmamaktadır?
- Türkiye’de AİHM kararlarının %11’inin uygulanmadığı gerçeği karşısında, ihlal kararları uygulanmayan vatandaşlarımızın mağduriyetleri nasıl giderilecektir? Bu vatandaşlarımızın hukuki sorunlarının nasıl çözülmesi düşünülmektedir?
- Türkiye açısından hem AİHS hem de Anayasa gereğince bağlayıcı olduğu çok açık olan AİHM kararlarına uyulmaması sonucu ortaya çıkacak olan yaptırımlar nelerdir ve bu yaptırımların ülkeye verdiği zararın sorumluluğunu hangi kurum üstlenecektir?

6 Şubat Depremlerinin 2. Yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na Soru Önergesi
Barınma hakkı Anayasa ile güvence altına alınmış temel haklardan biridir. Bu hak kapsamında depremden etkilenen afetzede vatandaşlarımıza temel insani ihtiyaçlarını karşılayabilecek, insan onuruna yakışır standartlarda, güvenli, ulaşılabilir, dayanıklı ve aynı zamanda elektrik, su, doğalgaz, internet gibi asgari yaşamsal hizmetleri içeren barınma hizmeti sağlanması Anayasal bir zorunluluktur. Çadır ve konteyner gibi barınma çözümlerinin kısa vadeli olarak kullanılması, afetzedelerin mümkün olduğunca kısa sürede kalıcı konutlara erişiminin sağlanması gerekmektedir.
Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının 2023 Kahramanmaraş ve Hatay Depremleri Raporu’na göre Şubat 2023 depremlerinde 35.355 binanın yıkılmış olduğu, 17.491 binanın acil olarak yıkılması gerektiği ve 179.786 binanın ağır hasarlı olduğu tespit edilmiştir. Raporda bu binalardaki (yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır hasarlı) bağımsız bölüm sayısı da 651.416 olarak ifade edilmiştir.
Aynı raporda orta hasarlı bina sayısının 40.228 ve orta hasarlı bağımsız bölüm sayısının 166.132 olduğu belirtilmiştir. İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının 21/11/2023 tarihli ve 2023/8 sayılı Genelgesi ile orta hasarlı olduğu kesinleşen binaların başka bir işleme gerek kalmaksızın ağır hasarlı binalar gibi işlem göreceği düzenlenmiştir. Ancak anılan Genelge ile bütün kat maliklerinin beşte dördünün yazılı rızası ile orta hasarlı binalarının güçlendirmeye uygun olduğuna dair rapor alan hak sahiplerinin, yapı ruhsatı almaları halinde binalarını güçlendirebilmelerine de imkân sağlanmış ve güçlendirme işlemleri için azami bir yıllık bir süre öngörülmüştür.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın müteaddit açıklamasına baktığımızda ise;
- 12 Mart 2023’te orta hasarlı binaların da dahil edilmesiyle 650 bin konut ihtiyacı olduğunu ve 244 bin konut ve 75 bin köy evinin inşasının bir yıl içerisinde bitirileceğini,
- 12 Mayıs 2023’te 650 bin yeni konut yapılacağını ve bunun 319 bininin 1 yıl içerisinde tamamlanacağını,
- 26 Ekim 2024’te 130 bin konutun teslim edildiğini, yılsonuna kadar 201.688 konutun teslim edileceğini ve 2025 sonu itibarıyla da 452.958 konutun teslim edilmiş olacağını,
- Son olarak 6 Şubat 2025’te 201 bin konutun teslim edildiğini ve 2025 yılı sonuna kadar toplam 453 bin konut yapılacağını ve evine girmeyen, işyerine kavuşmayan tek bir vatandaşımızın dahi bırakılmayacağını, ifade ettikleri görülmektedir.
Bu bağlamda;
- 6 Şubat depremlerinin üzerinden 2 yıl geçmesine rağmen 1 yıl içerisinde tamamlanması öngörülen 319 bin konut yerine neden sadece 201 bin konut teslim edilebilmiştir?
- Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının Raporu’nda orta hasarlı binalar dahil edilmeden yıkılmış, acil yıkılması gereken ve ağır hasarlı bağımsız bölüm sayısı 651.416’dır. Orta hasarlı binalardaki bağımsız bölüm sayısını da dahil ettiğimizde bu rakam 817.548’e yükselmektedir. Oysa Sayın Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarında orta hasarlı binaların da dahil edilmesiyle 650 bin konut ihtiyacı olduğu belirtilmektedir. Bu rakamlardaki tutarsızlık nereden kaynaklanmaktadır ve gerçek konut ihtiyacı sayısı kaçtır?
- Her ne kadar daha önce yapılan açıklamalarda 650 bin konut ihtiyacı olduğu belirtilse de son yapılan açıklamalarda 2025 yılı sonuna kadar 453 bin konut yapılacağı ifade edilmektedir. Kalan 197 bin konutun yapılmamasına mı karar verilmiştir yoksa 2025 yılından sonra mı yapılması planlanmaktadır?
- İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının 21/11/2023 tarihli Genelgesi sonrasında orta hasarlı olduğu tespit edilen 40.228 binadan kaç bina güçlendirme yapı ruhsatı almıştır? Yapı ruhsatı alan binalardan kaçı verilen süre içerisinde güçlendirme işlemlerini tamamlayabilmiştir? Güçlendirme işlemi için yapı ruhsatı başvurusunda bulunmayarak ağır hasarlı kabul edilen bina sayısı kaçtır? Güçlendirme yapı ruhsatı başvurusunda bulunmuş ancak süresi içerisinde güçlendirme işlemi tamamlanamadığından 7269 sayılı Kanun gereği ağır hasarlı kabul edilen bu binaların yıkımları tamamlanmış mıdır? Sonradan ağır hasarlı kabul edilerek yıkılan bu binalardaki hak sahipleri için konut yapılması planlanmakta mıdır?

Bir Yargı Reformu Önerisi: Hukuka Uymak [Serbestiyet]
Cumhurbaşkanı tarafından Yargı Reformu Stratejisi 2025–2029 Belgesi “Türkiye Yüzyılı Adaletin Yüzyılı” sloganı ile kamuoyuna takdim edildi. Tabi adalet sisteminin tersyüz edildiği ve büyük adaletsizliklerin artık fazla dikkat çekmeyecek düzeyde sıradanlaştığı ülkemizde kamuoyunda bu yeni ‘Reform Belgesi’ kimseyi heyecanlandırmadı.
Türkiye’de yargıya güven en düşük seviyede, adalet mekanizması çökmüş durumdadır. Cezaevlerindeki doluluk oranları, adalet sistemindeki çöküşün bir diğer göstergesidir. Avrupa’da en fazla cezaevi nüfusuna sahip ülke olan ülkemizde cezaevleri doluluk rekorları kırıyor. Ocak 2025 verilerine göre, Türkiye’de cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısı toplam kapasitenin % 27,48 üzerine çıkarak 384 bin 216’ya ulaşmış vaziyette.
Yeni belgede gerçekten bir reform, yani anlamlı bir iyileştirme var mı?
Peki, bu vahim tablo karşısında yeni belge ne vaat ediyor? Başlıklara baktığımızda hak ve özgürlükler, Avrupa Birliğine uyum, adalet sisteminin işleyişi ile ilgili amaç ve hedefler kulağa hoş gelse de bu başlıklarla ilgili ciddi ve somut bir iyileştirme adına 85 sayfalık belgede kayda değer hiçbir şey yok. Nitelikli bir reformdan ziyade bazı iyileştirmeleri içeren ‘yapılacak işler’ listesiyle karşı karşıyayız. Görünen o ki iktidar, mimarı olduğu yargının mevcut durumundan memnun ve reform yapılmasını istemiyor. Kamuoyunun da bir beklenti içerisinde olmadığı açık; zira açıklanan belge hakkında neredeyse hiçbir yorum yapılmamış durumda.
Belgede yer alan bazı olumlu öneriler arasında uyuşturucu ile mücadelenin etkinleştirilmesi, çocukların adli süreçte daha etkili korunmasına yönelik mekanizmaların güçlendirilmesi, hukuk yargılamalarının sadeleştirilmesi, aile hukuku uygulamalarında düzelmeler, yeni bir icra ve iflas kanununun hazırlanması, adli yardıma ayrılan kaynakların artırılması, aile içi ve kadına yönelik şiddetle mücadele, yaşlı ve engellilerin adalete erişimlerinin kolaylaştırılması, yaşlı ve ağır hasta hükümlüler ile çocuk sahibi kadın hükümlüler için alternatif infaz usullerinin vaat edilmesi, hukukçu kalitesinin artırılması ile ilgili hukuk eğitimine yönelik devamlı ertelenen zorunluluklar, hukuk ve adalet dersinin liseleri kapsaması ve birgün iktidara da sirayet edeceğini ancak ümit edebileceğimiz hukuk bilgilerinin topluma yaygınlaştırılmasına yönelik çalışmalar gibi hedefler sayılabilir. Acil gündeme alınması gereken yapısal reformalar yanında ayrıntı olarak değerlendirilecek hususlar olsalar da bu iyileştirmeler elbette not edilmeye değer.
‘Adaletin Yüzyılı’ reformunda ciddi gerileme önerileri de var
Diğer tarafta belgedeki öneriler arasında çok ciddi sorunlar da var. Örneğin; “Hapis cezasının üst sınırı iki yıldan fazla olmayan ve tutuklama yasağına tabi olan suçlarda kişinin davranışlarının yeniden bir suç işleyeceği hususunda kuvvetli şüphe oluşturması, suçun işleniş şekli, suçun kamu düzenini ağır şekilde bozma tehlikesi gözetilerek tutuklama tedbirine başvurulabilmesine yönelik düzenleme yapılacaktır.” hedefi, son yıllarda artık sıkça yaşadıklarımız dikkate alındığında yeni istismarların önünü açabilecek niteliktedir.
Ülkemizde tutukluluğun bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığı ve adil yargılanma hakkını ihlal eden uzun tutukluluk sürelerinin göz önüne alındığında, tutukluluk ile ilgili yapılacak yeni düzenlemenin özellikle siyasi boyutu olan davalarda haksız tutuklamaları artıracağı ve tutuklama tedbirinin iktidarın sopası olma işlevini daha fazla güçlendireceği aşikardır. Özellikle ifade ve düşünce özgürlüğünü kısıtlayacak tarzda uygulamalar ile suçu ve suçluyu övme, kanunlara uymamaya tahrik, halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçu kapsamında belirtilen suçlar ile sivil topluma yönelik baskı ve tehdit daha da artacaktır. Bu maddenin kabulü ile şüpheden sanığın yararlanması ilkesinin tersyüz edilmesine ve şüphenin sanığın aleyhine kullanıldığı uygulamalara daha sık şahit olacağız.
Belgede yer alan bir diğer sorunlu madde, ‘‘Adalet komisyonu başkanlarına, hâkimler hakkında rapor yazma yetkisi verilmesi” düzenlemesidir. Adına yargı reformu denilen bu tür düzenlemeler, yargı erkinin yürütme erkinden bağımsızlığını güçlendirecek mekanizmaları içermesi gerekirken hâkim ve savcılar üzerinde yürütme erkini daha da güçlendirecek ek bir mekanizma oluşturacaktır. Siyasi bir yapı olan Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) tarafından atanan komisyon başkanlarının hâkimler hakkında rapor yazması, yargı üzerindeki siyasi etkileri daha da artıracaktır.
Öncelikle iktidar gücünün hukukla sınırlandırması şarttır
Strateji belgesinde yeni anayasa yapımı konusu da yer almaktadır. Bu kapsamda hukukun üstünlüğünü esas alan, kapsayıcı yeni bir anayasa vaadi dikkatleri çekiyor. Ancak iktidar tarafından mevcut Anayasa‘nın rafa kaldırıldığı bir ortamda, yeni bir Anayasa sözünün inandırıcılığı yoktur. Demokratik mekanizmaların işletilmesi ve hukuk devletinin en azından asgari gerekliliklerinin yerine getirilmesi için iktidarın elini tutan da yoktur. Yetki de siyasi güç de iktidardadır. Evet, Türkiye’nin yeni bir Anayasa’ya ihtiyacı vardır fakat bugün önümüzde duran büyük sorunların çözümü için atılması gereken adım yeni bir Anayasa değil, her şeyden önce samimiyetle hukukun üstünlüğü ilkesine dönülmesi ve iktidar gücünün hukukla sınırlandırılmasıdır.
Yapılacak yeni anayasa ile kurumsal anlamda yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını doğrudan etkileyen HSK’nın yapısının da ele alınacağı ve yeniden düzenleneceği ifade edilmektedir. Bu konu 23 yıllık Ak Parti iktidarında pek çok kez dile getirilmiştir. Ancak halen demokratik bir hukuk devletine yakışır bir düzenleme yapılamamıştır. Bugün yeni ismiyle HSK adındaki kurul tamamen iktidarın güdümüne alınmış olarak yargının iktidara bağımlılığının kurumsal teminatıdır.
Nitekim, Avrupa Konseyi bünyesinde olan Venedik Komisyonu daha geçen ay HSK ve üyelerinin seçimine ilişkin raporunda Türkiye’deki yargı sisteminin bağımsızlığı konusunda ciddi endişeler olduğu ve acil reformlar yapılması gerektiğini belirtmektedir. Komisyon, HSK’nın yapısı ve işleyişinin yargı bağımsızlığı ilkesiyle uyumlu olmadığına ve mevcut sistemin uluslararası standartlara uymadığına dikkat çekmektedir. HSK’nın yargı sisteminin bağımsızlığını korumaktan çok, yürütme ve yasama organlarının etkisi altında olduğunu ve “denetim” yetkisinin, hakim ve savcılar üzerinde kontrol kurma olarak algılandığını ve bu durumun, yargıya olan kamu güvenini ciddi şekilde sarstığını vurgulamaktadır.
Özetle, strateji belgesinde ‚yeniden değerlendirileceği‘ belirtilen ‚HSK’nın yapısı, Adalet Bakanı ve Adalet Bakanı Yardımcısı ile Cumhurbaşkanı tarafından seçilen üyelerden arındırılmalı, HSK’nın yürütmeye bağlılığı sonlandırılmalıdır. Bu olmadan yargıdan bağımsız hareket etmesini ve adaleti sağlamasını beklemek mümkün değildir.
Mevzuattan kaynaklanmayan sorunlar, mevzuat değişiklikleri ile çözülemez
Strateji belgesi, ifade özgürlüğü, kişi hürriyeti ve güvenliği konularına da değinmekte ancak bu temel haklarla ilgili derin sorunları çözecek somut bir öneri sunmamaktadır. Daha önce getirilen sosyal medya ve dezenformasyon yasaları, bu hakların kötüye kullanılmasına ve toplumun baskı altına alınmasına yol açmıştır. Bu nedenle yeni strateji belgesinde söz konusu hakların etkin kullanımına yol açacak düzenlemelere yer verilmesi gerekirken maalesef yeni belge de bu sorunları çözmekten çok uzaktır.
Avukatların sorunları ile ilgili olarak da belgede bazı düzenlemeler yer almaktadır. Avukatların bilgi ve belge temininde yaşadığı sorunlar, avukatlık hizmetlerinden alınan yüksek vergilerin düşürülmesi gerekliliği, zorunlu müdafi ve vekillere yapılacak ödemeler gibi konular ne yazık ki yıllardır yılan hikayesine dönmüş durumdadır. Reform ile bu hususların çözüleceği ileri sürülse de önceki dönemlerde de bu gündemde olmuş ancak iktidar tarafından çözüme ilişkin bir irade ortaya konulmamıştır. Bu nedenle yeni reform belgesi avukatların sürüncemede kalan sorunlarını maalesef çözmekten uzaktır.
Yargı reformu strateji belgesinin belki de en önemli kısmı, ceza adaleti ile ilgili kısımdır. Ancak görülen o ki yapılacağı iddia edilen düzenlemelerle ceza adaletinin sağlanması ihtimal dışıdır. Sorunlarla yüzleşmeyenler, elbette çözüm de üretemez. Ceza adaletinde, etkin soruşturma yapılmaması, adil yargılamanın sağlanamaması, makul sürede yargılamaların bitirilememesi, cezanın infazı kapsamında gerçekleştirilen hukuka aykırı uygulamalara son verilememesi ülkemizde kanayan birer yaradır. Yeni reform kapsamında bu hususlara soyut olarak değinilmiş olsa da sorunları temelinden çözecek herhangi bir öneri getirilememektedir. Dolayısıyla bu durum karşısında strateji belgesi tıpkı önceki refomlar gibi gerçeklikten kopuk ve dolayısıyla yetersizdir.
Son olarak, reform çerçevesinde ceza adalet sistemi hakkındaki diğer bir öneri de mevzuat ile ilgili olarak yapılacağı beyan edilen düzenlemelerdir. Ülkemizde ceza mevzuatı da tıpkı Anayasa gibi yap boz tahtasına dönmüştür. Sürekli yapılan mevzuat değişiklikleri ile ceza sistemi iflas etmiş, cezasızlık algısı iyice yerleşmiştir. Özellikle siyasi iktidarla bağlantılı kişilerin kayırılması ceza adaletine olan güveni yok etmiştir.
‘Yargı Reformu Belgeleri’ mevcut durumda ancak mizah konusu olabilir
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı, HSK’nın yürütmenin altında bir araç olduğu, hakimlerin teminatı olmadığı için yargının sopa olarak kullanılabildiği, istisnai bir tedbir olan tutuklamanın doğrudan cezalandırma olarak uygulandığı ve her alanda hukuku ayaklar altına alan bir anlayışın hakim olduğu bir ülkede ‘Yargı Reformu Belgeleri‘ veya hazırlanacağı ifade edilen yeni bir ‘İnsan Hakları Eylem Planı‘ sadece mizah dergilerine kapak olabilir.
Adaletin teferruat, yargının iktidara hizmet eden kullanışlı maşa olarak görüldüğü sürece iktidar istediği kadar ‘Yargı Reformu Strateji Belgesi‘ ya da ‘İnsan Hakları Eylem Planı‘ hazırlasın, bir işe yaramaz.
Hukuk devletinin asgari şartlarının sağlanmadığı, denge-denetleme mekanizmalarının tesis edilmediği, kuvvetler ayrılığının ve yargı bağımsızlığının görmezden gelindiği bir ortamda hazırlanan hiçbir belge iflas eden yargının dertlerine çare olamaz. Nitekim Cumhurbaşkanı‘nın Mart 2021’de devasa bir lansmanla açıkladığı İnsan Hakları Eylem Planı da 2019 yılında açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesi de hiçbir işe yaramadı.
2 Mart 2021’de büyük bir lansmanla açıklanan İnsan Hakları Eylem Planı’nın da akıbeti ülkemizin hazin halini gösteriyor zaten. İktidar gücünü kısıtlayan ciddiye alınabilecek bir yapısal reformun uzağından dahi geçilmediği gibi Eylem Planı‘nın 3’te 2’si unutuldu, unutturuldu. Eylem Planı için vaat edilen takip mekanizması da takip edilecek olan tablonun trajik hali sebebiyle hiç kurulmadı zaten. Şimdi yeni bir İnsan Hakları Eylem Planı hazırlanacakmış. Tabi ki mevcut anlayışla bu vaadin de ciddiye alınacak bir tarafı yok.
Elbette Türkiye’de hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, insan hakları ve kurallı piyasa ekonomisi konusunda gerçekten kuşatıcı bir reforma ihtiyaç vardır. Ancak insan hakları konusunda reform yapmak için ‘Amerika‘yı yeniden keşfetmeye gerek yok.’
Evrensel hukuka uymak, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarının gereğini yerine getirmek bugünün Türkiye‘si için büyük bir adalet reformu olma özelliği taşıyacaktır.
Yapılması gerekenler açıktır:
Devletin varlık sebebinin insan onurunu korumak olduğu bilinci iktidar nezdinde yerleşmeli, insan haklarına saygılı ve kendisini Anayasa ile bağlı gören bir yönetim anlayışı egemen kılınmalıdır. Hukukla sınırlandırılmayan devlet mutlaka zorba devlet olur. Değişmesi gereken öncelikle zihniyettir ve yapılması gereken sadece adalete tabi olmak ve hukuka uymaktır.
Yargıyı baskı altına almaktan vazgeçilmeli, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı tesis edilmelidir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları uygulanmalıdır.
Evrensel hukukun kabul etmediği suçlar icat etmekten, yasal işlem ve eylemler dolayısıyla insanları yargılamaktan ve cezalandırmaktan vazgeçilmelidir.
Her şeyden önce adaletin edebiyatını yapmaktan vazgeçmeli ve adaletli olunmalıdır!
Sözün özü; iktidar gerçekten bir yargı reformu yapmak istiyorsa basit bir önerim olacaktır: Hukuka uymak.

Bir Cezaevi ziyareti: ‘’Beni buraya getirdilerse Türkiye’de herkesi buraya getirebilirler.’’ [Serbestiyet]
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nun, 2 Aralık 2024 tarihli “Serbestiyet” internet dergisinde yayımlanan köşe yazısını aşağıda paylaşıyoruz.
İki görevlinin ittirdiği tekerlekli sandalyesinde 79 yaşındaki Melek İpek Hanım kapıdan göründü. Ayağa kalktım, yanıma yaklaştığında bana tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı. Eskiden Melek Anne diye eline sarılanların bugün köşe bucak kaçtığı bu kişinin kim olduğunu düşünüyordum. Melek Hanım’ın elinden hiç menemen yememiştim. Ne Ankara’daki çiftliklerinin müdavimiydim ne de İpek ailesine ait olan Türkiye’nin en pahalı otelinde -üstelik ücretsiz- kalmışlığım vardı! Melek Hanım’ın oğlu bildiği başbakanlar, bakanlar, belediye başkanları ve milletvekillerinden biri değildim.
Geçen hafta bir dostum “Cafer Tekin İpek’i tanıyor musun?” diye sordu. “Hayır” dedim. Adını dahi duymamıştım. “Onun darbe öncesinde de cemaat ile hiç alakası yoktu. Abisini yakalayamadıkları için kinlerini ondan çıkardılar.’’ “Lütfen dosyasını inceler misin?” dedi.
“İpek” soyadını elbette sıkça duyuyordum. Ne de olsa aile kamuoyuna mal olmuş, Türkiye’nin sayılı ailelerinden biriydi. Ancak ben hiçbir aile ferdi ile tanışmamıştım. Ne Melek İpek’i ne de Türkiye’nin sayılı iş insanları arasında olan oğulları veya kızları ile… Melek Hanım’ın elinden hiç menemen yememiştim. Ne Ankara’daki çiftliklerinin müdavimiydim ne de İpek ailesine ait olan Türkiye’nin en pahalı otelinde -üstelik ücretsiz- kalmışlığım vardı!
Melek Hanım’ın oğlu bildiği başbakanlar, bakanlar, belediye başkanları ve milletvekillerinden biri değildim. Eşim de, Melek Hanım’ın kızı saydığı, öz kızına kardeş bildiği devlet eşrafının eşleri arasında değildi. Ayrıca Cafer Tekin Akın’ın “arkadaşlarım” diye saydığı, “yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi” dediği, şu anda devleti ve Ak Parti’yi yönetenler arasında da bulunmuyordum.
Doğrusunu söylemek gerekirse Melek İpek Hanım’ın tutuklanması öncesi İpek ailesinin yaşadıklarıyla fazla ilgilen(e)memiştim. Aslında bunun özel bir sebebi yoktu. Bir taraftan aşırı yoğunluğum, diğer taraftan da herhalde zengin bir aile olmaları sebebiyle onlarla zaten ilgilenen vardır diye düşünmem, belki de bazen önüme düşen Akın İpek’in tweetleri nedeniyle… Akın İpek’in öfkesini anlamaya çalışıyordum ama ailesi bu durumda iken İngiltere’den yazdıkları ve ortalığa saçılmış bunca gerçek varken; ülkenin ve milyonlarca insanın Fethullahçı yapı eliyle çektiği bunca sıkıntı ortadayken özeleştiriden yoksun bir biçimde hâlâ o yapıyı olumlayan yaklaşımlarını tasvip etmem mümkün olamazdı. Benim açımdan mesele sadece o korkunç darbe teşebbüsü gecesi de değildi üstelik. O oluşum darbe teşebbüsü öncesinde de sekter yapısı ve ajandaları ile ayrıca mahrem paralel devlet yapılanması sebebiyle sadece görünürdeki hayır işlerine göre değerlendirilebilecek bir organizasyon değildi asla. Gayrimeşru yöntemlerle iktidar savaşı içinde yapmadıkları kötülük yoktu.
Bu sebeplerle temkinli yaklaşıyor, Cafer Tekin İpek’in dosyasındaki hukuki tespitleri merak ediyordum. Dosyayı incelerken okuduklarıma şaşırdım mı, ona da emin değilim. Çünkü terör örgütü üyeliği hükmü verilen bunun gibi binlerce boş dosya okumuştum. Bazen şaşırdığıma da şaşırıyordum. Yapılan propagandanın tesiri olsa gerek. Ya da Fethullahçı yapıyla ilgili geçmişten duyduğum derin endişe sebebiyle. Cafer Bey silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 11 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmış. Gerekçe; İpek ailesine ait şirketlerde hem hâkim ortak hem yönetim kurulu üyesi olması ve şirketleri FETÖ/PDY örgütünün amaçlarını gerçekleştirmek için yöneten kişilerden biri olması. Bu minvalde medya şirketleri, vakıf ve üniversite kurması ve şirketin gelirleri ile himmet paraları aktarımı işlemlerine imza atması.
Elbette bu medya şirketlerinin alımı ile veya vakıf ve üniversite kurulması ile ilgili olsun dönemin başbakanı ve bakanları tarafından özellikle ve bizzat teşvik edildikleri;
Vakıf ve üniversitenin kurulması ve yer tahsis edilmesi, hatta yandaki arsanın dahi tahsisinin yine başbakan ve bakanların teşviki ile ancak gerçekleştirilebileceği;
Vakfın hükümet kararı ile kamu yararı statüsüne sahip olduğu;
Şirketlerinden bağış yaptıkları, yani “himmet verdikleri” derneklerin bakan ve milletvekillerinin görünmek için yarıştığı yerler olması; nedense hep göz ardı edilen hususlar olmuş.
Ve daha ötesi suçun oluşmasının olmazsa olmazı olan, “kişinin örgütün terör, cebir ve şiddetine bilerek ve isteyerek destek verdiğine” dair 540 sayfalık Ağır Ceza Mahkemesi kararında bir cümlelik izahat dahi olmadığı gerçeklerini yok sayarsak ancak kendisini “Vay terörist” diye yaftalayabiliriz.
Bu arada itiraf edeyim: Şirket üzerine kayıtlı beş yüzün üzerinde telefondan birisinde veya ikisinde bylock programının çıkmış olmasını, bu telefonların her ne kadar Cafer Bey tarafından kullanılmadığı kesin olarak tespit edilmiş olsa dahi şirket ortağı ve yöneticisi olarak ona mal edilmiş olmasını, ayrıca şirket tarafından yüzlerce Zaman gazetesine ücret mukabilinde abone olunarak ücretsiz dağıtılmış olmasını da vahim terör eylemlerini gerçekleştirmede “süreklilik, yoğunluk ve yarattığı tehlikede kararlılık” içinde hareket etmiş olduğu saptamalarını ‘sümen altı’ etmiş oldum.
Anlayacağınız o ki hukukun nasıl katledildiği adına ibretlik bir karar. Daha doğrusu önceden verilmiş bir kararın trajikomik bir şekilde gerekçelendirme çabası. Tam bir düşman hukuku örneği!
Cafer Tekin İpek kararını okuduktan sonra kendisini ve annesi Melek İpek’i cezaevinde ziyaret etmek için Adalet Bakanlığından izin aldım. 29 Kasım 2024 Cuma sabahı, ilk önce Cafer Tekin İpek ile görüşmek istedim. Her haliyle saygı uyandıran bir beyefendi ile karşılaştım. Karşımda 9 yıla yakındır özgürlüğü gasp edilmiş bir insan vardı. Benim için ülkemin halini de özetleyen bu hazin tablo zaten başlı başına derin bir mahcubiyet konusuydu. Beni gördüğüne mutlu olmuştu. Tebessümü bile elinden bir şey gelmeyen beni eziyordu. Uzun uzun anlattı. Suçunun ne olduğunu soruyordu; ortada bir suçun olmadığını bilerek. Şu anda devleti yönetenler arasında isim isim saydığı birçok kişiyi “arkadaşlarım” diye ifade ederken, sıra gecelerinden bahsederken “Onlara lütfen sorun, birisi dahi bana terörist diyebilir mi acaba?” diye soruyordu!
“Paramız pulumuz, malımız, mülkümüz sizin olsun. An azından anama bu zulmü yapmasınlar” derken içim yanıyordu. Yıllar sonra annesine cezaevinde sarılıp hasret giderme anı gözümün önüne geldi o anlatırken. Cezaevindeyken eşi kendisinden boşanmıştı. O acıyı içine gömmüş gibiydi ama asıl onu ezen ve gözlerini yaşartan 9 yıldır oğlunu, gururla anlattığı gelinini, yüzü gülerek takdim ettiği kızını görememesiydi. Doğrusu o anlatırken ben de kendimi zor tutuyordum. Tüm yıkıma karşı direnen, evlatlarının başarıları ile yaşama tutunan, güzel bir babaydı karşımda oturan kişi. Kucaklaşarak ayrıldık. Ayrılırken o ne düşünüyordu bilmiyorum ama benim aklımda arkadaşlarının sessizliği vardı. Yediği içtiği ayrı gitmeyen, sessizliklerine anlam veremediği o meşhur arkadaşları. Oysa imtiyaz, ayrıcalık beklemiyordu. Sadece adil şahitlik yapmamaları onu yıkıyordu.
Acaba bu durumda kim cezaevinde, kim tutsak diye düşündüm. Cafer Tekin İpek mi yoksa suçsuzluğunu bildikleri halde kâh başımıza bir şey gelmesin diyerek kâh makamlarını, mevkilerini ve menfaatlerini yitirmemek için, itibarlarından ve konforlarından taviz vermemek için susanlar mı? Bedenleri tutsak olanlar belliydi. Peki ya zihinleri tutsak olan dışardakiler? Onlar da aslında tutsak değil miydi?
Vakit öğlene yaklaşmıştı. Belliydi ki Cuma’yı kaçıracaktım. Ezanı duydum mu emin değilim. Zihnimde özgürlüğün ve adaletin teminatı olarak tasavvur ettiğim ezanı. O ezan ki; adalete şahitlik iddiasını canlı tutmak için günde beş vakit bir ikaz değil miydi? Fakat adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir beldede ezanlar ancak özünden yoksun bir ritüele davet sayılırdı.
Hutbeyi bugün dinleyemeyecektim. Hani sonunda hep o meşhur “Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” ayetini dinlediğimiz hutbeyi. Zaten bu adaletsizliklere göz yuman insanlar gerçekten duyuyorlar mı diye hep merak ettiğim o ayeti. Veya o vakit milyonlarca insanın kıldığı o namazın neden Şuayb Peygambere emrettiğini emretmediğini… Açıkçası bu topraklardaki büyük adaletsizliği yaratan ve sürdüren yönetici sınıfın, uygarlığın en yüksek değeri olan adaleti sağlamak üzere rahatlarından vazgeçmeye hazır olma iddiasından çoktan yüz çevirdiğini biliyordum. Adaleti gözetmekle mükellef olduğunu çoktan unutmuştu bu topluluk.
Elbette Melek Hanım ile görüşmeden cezaevinden ayrılamazdım. Sincan Cezaevi kompleksinde birkaç blok ötedeki Kadın Kapalı Cezaevine geçtim. Görevli infaz memurları nezaketle karşılayıp bir açık görüş odasına götürdüler. Odada beklediğim 10 dakika boyunca ülkemde yaşanan onca kötülük ve zulmü düşündüm. Elimizden bir şey gelmemesini, sözün değersizliğini, vicdanların nasıl bu kadar körelebildiğini, kin, nefret ve düşmanlığın zihinleri nasıl bu kadar işgal ve iğfal edebildiğini… Bu kadar kötülüğün nasıl da adalet zannı ile işlenebildiğini, “yüzde 99’u Müslüman olan ülkede” diye başlayan cümlenin meşruiyetini değer yargılarında değil de sayıda arama zavallılığını…
Ben acizliğime yığılmışken yakınlaşan sesler yükselmeye başladı. İki görevlinin ittirdiği tekerlekli sandalyesinde 79 yaşındaki Melek İpek Hanım kapıdan göründü. Ayağa kalktım, yanıma yaklaştığında bana tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı. Yardımcı olmaya çalıştım, boynuma sarıldı. “Oğlum hoş geldin” derken içim burkuldu, çünkü siyaset sahnesine adım attığımdan beri canhıraş söndürmeye çalıştığım yangınların birçoğuna yetişemediğim gibi buraya da geç kalmıştım. Elden bir şey gelmezken insanlara ümit verir miyim diye hep endişe ederim. Bugün de öyleydim. Ama Melek Hanım beni o kadar sıcak karşıladı ki sanki bekliyor gibiydi, geciktiğimi de biliyor gibi…
Karşımda duran, annemden biraz daha yaşlı bir hanımefendinin o anda elini öpmemiş olmanın da ayıbı üzerimdeydi doğrusu. Karmaşık duygular içindeydim. Eskiden Melek Anne diye eline sarılanların bugün köşe bucak kaçtığı bu kişinin kim olduğunu düşünüyordum. Etrafına huzur veren bir aura hemen hissediliyordu.
Melek Hanım ile görüşmeye gelmeden önce tutuklandığı günlerde dava dosyasını incelemiştim. Aslında bu bile gereksizdi. Özellikle FETÖ yargılamalarında ciddi hukuksuzluklar vardı; mahkemeler kişinin kastını ispat etme, suçun manevi unsurunun varlığını yıllarca cezaevine mahkûm ettikleri insanlarda ortaya koyma gereği duymuyorlardı. Zaten yıllardır ceza kanunları sadece garibanlara ve öteki olarak fişlenenlere işliyordu. Egemenlerin yargısı adaletsizliği sisteme dönüştürmüştü. Yıllardır okuduğum dosyalar, dindirmeye çalıştığım adaletsizlikler ve hukuk ihlallerinde kendimce tek motivasyonum şuydu: ‘Acaba hukukun üstünlüğü konusunda toplumsal farkındalığı biraz da olsa artırabilir miyim? Acaba üç beş siyasetçi, kanaat önderi ve yazar bu korkunçlukları durdurmak için benden cesaret bulur mu?’ Karşımda devasa bir hukuksuzluk mekanizması dururken, böyle ortamda mahkeme kararlarını incelemek bile trajikomik bir durumdu.
Siyasetçileri geçtim, çokça adaletten, haktan, hukuktan bahseden kanaat önderlerinin, yazarların da ekseriyeti soyut adalet cümlelerine aşıktı. Bu sloganların tekrarı onlar için yeterliydi, konforu bozmuyordu. Ne de olsa onlar münevver, aydın ve entelektüeldi! Her yeri yangına çevirmiş somut adaletsizliklere karşı çıkmak ancak basit aktivistlerin işiydi. Dolayısıyla ekmeğini yedikleri, suyunu içtikleri ama korkunç adaletsizliğe karşı sustukları Melek Hanım’ın davası da böyle bir davaydı.
Yargının şüpheye yer bırakmaksızın kişinin suçunu ispat etmesi gerekirken, kararı zaten önceden verilmiş kişiler bir imkânsızı başarmaya, masumiyetlerini ispat etmeye çalışıyorlardı. Melek Hanım’ın davası da tam olarak böyleydi, öksüzdü. Hükmü belli adaletsizliğe karşı insanın kendisini savunmaya çalışması ne kadar onur kırıcıydı.
Kendisine terör örgütü üyeliğinden 7 yıl 6 ay ceza verilmişti. Gerekçe; İpek ailesine ait şirketlerde hem hâkim ortak hem yönetim kurulu üyesi olmasıydı. Şirketlerin FETÖ/PDY örgütünün amaçlarını gerçekleştirmek için işlev gördüğü, Melek Hanım’ın da bu şirketleri yöneten kişilerden olduğu ifade ediliyordu. Karar gerekçesinde “….örgütün kuruluşundan itibaren kendisine hedef koyduğu amacını (devleti ele geçirme) gerçekleştirmek için yaptığı faaliyetlerini finanse eden, bu amaçla faaliyetler yürüten, sahibi olduğu şirketleri, vakfı ve üniversiteyi örgütün amaçlarına özgüleyen…..” (Ankara 24. Ağır Ceza Mahkemesi Kararı, S. 494) kişi olarak tanımlanıyordu Melek İpek.
Peki, madem örgütün kuruluşundan beri güttüğü hedef buydu ve Melek İpek örgütün amacını gerçekleştirmek için yaptığı faaliyetleri finanse edip desteklediği için terörist oluyordu, o zaman bu ‘adaletin’ herkese eşit uygulanması gerekmez miydi? Veya en azından adaletsizlikte eşit davranılması lazım değil miydi? Zamanında bu örgütü finanse edip; devlet içinde, orduda, yargıda, emniyette, her türlü devlet kademesinde, iş hayatında, eğitim hayatında, sosyal hayatın her alanında destekleyen ve şu anda devleti yöneten birçok kişinin de içerde olması gerekmez miydi?
Melek Hanım’ı dinledim.
“Maraşlıyım. Maraş’ı işgal eden Fransızlar bile kadınlara ve çocuklara dokunmuyordu. İnsanların Allah’a, Müslümanlara inancı kalmadı. Bundan daha büyük acı olabilir mi? Birçok insan artık evinde Yasin okutmuyor ki fişlenmesin şucu bucu diye.
Her şeye rağmen bir şeyler yapmak lazım, kötülüğü iyilikle def etmek lazım.
Beni buraya getirdilerse Türkiye’de herkesi buraya getirebilirler. Ben o kadar ilkokul, cami ve hayır kurumu yaptırdım. Emine Erdoğan ve Sümeyye beni bilmezler mi? Ak Parti kurulduğunda benim evimde birlikte dua ettik, ilk duası benim evimde okundu. Tayyip Bey’i de çok sevdim. Emine Hanım’ı da çok sevdim. Bilal’in düğününe katıldım. Her şeye rağmen ayaklarına taş değmesin diye dua ettim. Çok mu yaptım?
İnanın daha da düşünüyorum, gerçekten Tayyip Erdoğan’ın bize yapılan bu zulümlerden haberi var mı?
Biz neden Tayyip Erdoğan’ı sevdik biliyor musunuz? Karşısında korkan birisine Peygamber Efendimiz nasıl diyordu: ‘Korkma, ben kuru ekmek yiyen kadının oğluyum.’ Biz öyle olsun istedik. Neden bu zulmü yapıyor. Ben onları Keçiören’deki evlerinde tanıdım.
Evimizden kapı dışarı ettiler. Toprağımızdan kovdular. Utanmadan 60 yıllık çiftliği, kocamın hatırasını bilmem şunun için yaptırdılar diye iftira attılar. Yatak odalarımıza kadar fotoğraflar yayınladılar. Bir insan bunu nasıl yapar? Kardeşim kamyonun arkasında sabahladı, bize bu şekilde eziyet ettiler. Soğuk hava deposu yaptırmıştım, yoksullara et dağıtıyorduk. Elektriği, suyu kestiler.
Bizim durumumuzdaki aileyi zaman zaman erzaksız, parasız bıraktılar. Ama inanın hiç umurumda değil. Evlatlarıma üzülüyorum. Burada cezaevinde çocukları ile birlikte yatan o kadar masum insan var ki, onlara üzülüyorum.
Tekin neden 8 yıldır hapiste? Neden arkadaşları sesini çıkarmıyor? Evime girip çıkan, soframa oturan, elimle yaptığım menemeni yiyenler, oğlum bildiklerim, kızım bildiklerim, evlatlarımın kardeşleri zannettiklerim neden tanıklık yapmıyorlar?”
Korkunç bir adaletsizliğe mahkûm edilmiş 79 yaşındaki bir kadının yaralı kalbinden dökülen bu cümlelerden sonra bir şey söylemek gelmiyor içimden.
Belinde ciddi ağrıları olan, bir ayağını nerdeyse hareket ettiremeyen, lavaboya gitmekte zorlanan bir insana neden bu zulmü reva görürler?
Melek Hanım vaktiyle dost bildiklerinden o kadar çok isim saydı ki; çoğunu bizzat tanıyorum. Bugün hem iktidardalar hem de muhalefetteler. Doğrusu onlar adına da utandım. Hakkı ifade etmekten, haksızlık karşısında durmaktan, bizzat tanıdıkları ve terörist olmak şöyle dursun bir hukuksuzluk dahi yapmadıklarına emin oldukları insanların haklarını savunmak adına tek bir söz dahi söylemiyorlar.
İtibarları zarar görür diye mi korkuyorlar? FETÖ’cü ilan ediliriz diye mi çekiniyorlar, yoksa biz ancak kendimizi, malımızı, çoluk çocuğumuzu koruyabildik, kredimiz tükendi, başkasının hakkına sahip çıkamayız diye mi tereddüt ediyorlar? Sıradan bir insan için mazur görülebilecek bu düşünceler ülkeyi yöneten ya da yönetmeye aday olan siyasetçiler için mazeret olarak görülebilir mi? Hukuku savunmak konusunda bu kadar korkak ve vefasız olanların; adalet uğruna mücadele etmekten imtina edenlerin küçük de olsa ülkeye verebilecekleri hayırlı bir iş olabilir mi?
Melek Hanım dingin ama güçlü sesiyle anlatırken tüm bunlar geçiyordu aklımdan. Ve elbette Melek İpek Hanım gibi hakları ve özgürlükleri gasp edilmiş olan on binlerce masum insan için hiçbir şey yapamıyor olmanın verdiği acziyet ve utanç duygusu…
Görüşme sona erdi.
Yüreğimi derinden yaralayan bir görüşmeydi. Görüşmenin başındaki gibi yine karmaşık duygular içindeydim fakat bu kez farklı duyguların karmaşası vardı içimde. Karşımızda, bir zamanlar yakinen tanıdığı insanlara yönelik adaletsizliğe bile ses çıkaramayan bir hukuksuzluk mekanizması vardı. Bu mekanizma, dişlileri arasında bir zamanlar ‘dost’ bildiklerini bile böyle eziyorsa, ezelden ‘düşman’ diye yaftaladığı ötekilere nefes alma hakkı bile tanımazdı. Tanımıyordu da zaten.
Ayrılırken elini öptüm, o sıkıca tutundu, acıyla doğruldu ve boynuma sarıldı.
Haber Linki:
1- https://serbestiyet.com/featured/b-189411/

Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz’a Soruşturma Açılması Hk. Açıklama
Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz hakkında ‘Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma’ suçundan soruşturma başlatılmış.
Hukuk devleti iddiasının içinin nasıl boşaltıldığına ve kanunların iktidar gücü ile nasıl sopa olarak kullanıldığına dair açık bir örnek. Artık bu gibi saçmalıklar Türkiye’nin sıradan trajikomik gerçekliği.
Bu kanunun otoriter yönetim anlayışını desteklemek, demokratik tepki kültürünü bastırmak ve iktidarın kötülüklerine itiraz edenleri korkutmak ve kişileri otosansüre mahkûm etmek için sopa olarak kullanılacağı aşikardı. Kanunilik şartlarını taşımaması ve temel hakları ciddi manada kısıtlaması sebebiyle Anayasa’ya da açıkça aykırı olmasına rağmen meclisten geçirildi.
Anayasa Mahkemesi tarafından yapılan incelemede, kanun maddesindeki tüm unsurlar tek tek irdelenmiş; suçun ancak bu şartlarda oluşacağı belirtildikten sonra “bazı uygulama sorunlarının ortaya çıkabileceği” kabul edilmişti. 6 üye ise, madde metnindeki kavramların belirsizliğinin keyfi uygulamalara kapı araladığına yönelik kapsamlı değerlendirmelerle söz konusu düzenlemenin iptali yönünde hukuk devleti manifestosu niteliğinde karşı oy yazısı yazmıştı.
Bugünlerde, tam da bu belirsiz ifadelerin “ekmeğini yer” şekilde hareket ediliyor, açık bir keyfilik düzeni sürdürülüyor. Çünkü suçun maddi ve manevi unsurları denilen eylemler tamamen gözardı edilerek soruşturma ve kovuşturmalar açılıyor ve devam ettiriliyor.
Bir kişinin böylesi bir suçu işlemesi için öncelikle sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratma amacı ile hareket etmesi gerekir. Çünkü bu suçun eylemleri, kişilerin bireysel kanaatlerini açıklama veya haber verme haklarına tecavüz tehlikesi taşımamalıdır. Ancak yapılan soruşturmalarda saik/amaç hiç dikkate alınmıyor. Bu gibi siyasi motivasyonlu ceza davalarında suçun manevi unsurları ile ilgili son yıllarda tespit dahi yapılmıyor. Çok vahim ama kime anlatacaksınız…
Aynı zamanda müsnet suç kapsamında, fiilin, kamu barışını bozmaya elverişli olması aranarak, bu suçun somut tehlike suçu olduğu vurgulanmıştır. Yani kişilerin eylemleri sonrası kamu barışının bozulabilme ihtimali söz konusu olmalıdır. Bu duruma göre aslında ilgili suçtan soruşturma yapmak kolay olmasa da keyfi olarak kullanılan bir madde şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Dezenformasyon olarak ileri sürülen suçun konusu da ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgi olarak ifade edilmiş ise de sınırları tam çizilememiş, geniş bir şekilde düzenlenmiş kanunilik ilkesine açıkça aykırı olan hususlardır. Bu bilginin gerçeğe aykırı olma özelliğinin tespiti de aynı şekilde oldukça zor olup kime göre ve neye göre gerçeğe aykırı olacağı da tartışmalı ve tespiti zor düzenlemelerdir. Yani tam da siyasi maksatlara hizmet eden bir kanuni düzenlemedir.
Bu kapsamda Sn. Fatih Altaylı’ya ve İsmail Saymaz’a yönelik olarak yapılan soruşturmanın yukarıda ifade edilen hukuki düzenleme kapsamında olmadığı açık olup bu soruşturmanın hukukla ne kadar alakasız olduğunu, bununla birlikte normal bir hukuk devleti olsaydık Hakimler ve Savcılar Kurulunun da bizatihi bu soruşturmayı açan savcı hakkında neden soruşturma başlatması gerektiğini de bu şekilde izah edeyim.
Ancak hukuk devleti artık iyice koptuğumuz, ne olduğu neredeyse unutulan bir hayal uzaklığında.

Geri Çekilen Etki Ajanlığı Olarak Bilinen Kanun Teklifi Hk. Açıklama
Son anda geri çekilen Etki Ajanlığı olarak bilinen kanun teklifi neden büyük bir tehlikeydi?
Tüm ikazlarımıza rağmen komisyondan geçmiş olan kanun teklifinin genel kuruldan geri çekilmiş olması ciddi bir tehlikenin şimdilik bertaraf edilmesidir.
Kanun teklifine göre “devletin güvenliği veya iç ya da dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler” için 3 yıldan başlayarak bazı şartlarla birlikte 24 yıla kadar hapis cezası öngörülmekteydi.
Şimdi birlikte düşünelim;
Bir haberin, bir yorumun, bir sözün, bir fotoğrafın, bir sosyal medya paylaşımının, bir gösteri veya yürüyüşün, bir dernek kurmanın, bir toplantı yapmanın ‘’devletin iç ya da dış siyasal yararları aleyhine olup olmadığını kim, nasıl, hangi kriterlere göre belirleyecekti?
Devletin siyasal yararını belirleyen kimdir?
Sana göre devletin siyasal yararı odur, bana göre budur!
Ceza mahkemesi heyeti devletin siyasal yararlarını belirleme mercii olabilir mi?
Tüm Türkiye toplanıp devletin siyasal yararı budur dese ve bir kişi de hayır şudur dese devletin siyasal yararı o bir kişinin söylediği değil de büyük çoğunluğun söylediğidir diyebilir miyiz?
Teşbihte hata olmaz; Nazi Almanyası’nda devletin siyasal yararı Nasyonel Sosyalizme destek olmaktı ama kalabalıkların içinde Nazi selamı vermeyi reddeden bir adam, değil Almanya’nın belki de tüm dünyanın ‘’siyasi yararı’’ açısından haklı çıktı!
O meşhur fotoğrafı hatırlayın lütfen…
Nicolae Ceauşescu’ya yüzbinlerin arasında bir kişinin ‘Yeter Artık’ diye haykırışını hatırlayın!
Bu örnekte devletin yararını kim temsil ediyordu?
Kalabalıklar karşısında bir kişi çıkıp yanlış yapıyorsunuz diye haykırdığında devletin/toplumun yararını kalabalıklar temsil ediyor diye kesin bir hüküm kurabilir miyiz?
Otoriter rejimler niyet okumayı çok severler, tarih boyunca da niyet okuyarak işlemedikleri suç, yapmadıkları kötülük yoktur! Bu kanuna bilinçsizce destek veren arkadaşlar dahil, herkesi tehdit edebilecek böyle bir rejimde yaşamak isterler miydi?
Devletin sözde yararını böyle kesin tabi olunması gereken buyruk olarak kabul edersek bunun nasıl bir istismara, nasıl bir totaliter rejime ve düşman hukuku uygulamalarına yol açabileceğini anlıyor muyuz?
Maalesef birçok milletvekili ‘bürokratların bildiği vardır’ diye bu maddeyi komisyondan geçirdi.
En ufak bir siyasi eyleminizin hatta en basit bir sözünüzün dahi yabancı bir devletin ya da organizasyonun çıkarları doğrultusunda olup olmadığına kim karar verecekti?
Dikkat edin lütfen, kanun teklifinde sadece yabancı bir devletin değil yabancı bir organizasyonun çıkarından bahsediyor.
Kim biliyor yabancı bir devletin ya da organizasyonun stratejik çıkarlarının ne olduğunu?
Gelip mahkemede ‘evet bu bizim stratejik çıkarımızaydı’ diye ifade mi vereceklerdi? Yoksa mahkemelerin yine bildik tarzda bürokratların notlarına göre karar vermesi mi hesap edilmişti?
Yabancı organizasyonun stratejik çıkarı ne demek?
Bu kadar akıl dışı bir kanun teklifi; bu kadar zırvayla, saçmalıklarla dolu bir yasal düzenlemeyi yakın tarihimiz görmemiştir herhalde diyeceğim ama o kadar saçmalık yaşadım ki iddialı olamıyorum.
Bu düzenleme baştan sonra kanunilik ilkesine aykırıydı.
Ceza hukukunun temel ilkesi olan suçta ve cezada kanunilik ilkesi hangi eylemler için hangi cezaların öngörüldüğü ve bu hususların net bir şekilde ceza yasalarında düzenlenmesi gerektiğini ifade eden bir ilkedir.
Söz konusu etki ajanlığı düzenlemesi temel olarak bu ilkeye aykırıydı.
Çünkü yapılan düzenleme tamamen soyut ve sınırı belli olmayan kavramlardan oluşmaktaydı.
Somut suç fillinin ne olduğu belli değildi.
Suç için kullanılan kavramların sınırları çizilememekteydi.
Suçun unsurları müphem ve muğlak ifadelerle düzenlenmekteydi.
Evrensel hukuk ilkelerine, Anayasa’ya ve Ceza Hukukun en temel kurallarına açıkça aykırı bir kanun teklifi maalesef TBMM tarafından nerdeyse kabul edilecekti.
Bu kanun teklifine destek verenler sadece bugünü düşünerek değil yarınları da düşünerek şu soruyu kendilerine sormaları yeterli;
Hangisi devletin siyasi yararı, hangisi iktidardaki siyasi partinin yararı ayrımını kim yapacaktı? İktidarın her sözünü emir telakki eden yargı mı?
Bugün sizin sözünüzün emir telakki edildiği bir yargı pratiği karşısında yarın da başkasının sözünün emir telakki edilebileceğini nasıl unutursunuz?
Bugün siz ilelebet iktidarda kalacakmış gibi hareket ediyorsunuz ama tarih boyunca sizden nice iktidar sahibi aynı duygulara sahip değil miydi?
Yarın da sizin gibi düşünenlerin iktidara gelmeyeceğinin garantisi var mı?
O zaman adalet diye haykırmayacak mısınız?
Peki neden bu kötülükleri yaparsınız? Neden tarihten ders almazsınız?
Neden bu güç sarhoşluğu ile yüzleşmezsiniz?
Hep birlikte bu kısır döngüyü kırmak, bu nöbetleşe zorbalığa son vermek zorunda değil miyiz?

Gündemdeki Gelişmeler Hk. Basın Toplantısı
Çok Değerli Basın Mensupları,
Ekranları başında bizleri izleyen Değerli Vatandaşlarımız,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Hepinizin malumu olduğu üzere son bir iki haftadır baş döndürücü olaylarla karşı karşıyayız.
İktidar adeta kontrolü kaybetmiş bir halde ortağı ile birlikte on parmak değil, yirmi parmak tüm tuşlara basıyor.
Temelden yoksun sloganlardan ibaret, sorunların özü ile yüzleşmeden ezberlerini tekrar ediyorlar, sonucun farklı olmasını bekliyorlar.
Bir tarafta Sayın Cumhurbaşkanı’nın desteği ile iktidar ortağı Sayın Devlet Bahçeli terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ı meclise davet edip umut hakkından bahsediyor, diğer tarafta hukuki bir dayanağı olmaksızın geçen hafta Esenyurt Belediye Başkanı terör örgütü üyeliği ile suçlanıp cezaevine gönderildiği gibi yerine bir kayyum atanıyor.
Bir hafta önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ile meclis başkan vekili Bekir Bozdağ Mardin Belediye Başkanı Sayın Ahmet Türk’ün barış elçisi olarak desteğine başvuruyorlar, bu hafta Ahmet Türk’ü terörist olarak görmemizi istiyorlar, yerine kayyum atıyorlar.
İktidarın hukuk devletini hiçe sayan uygulamaları yine son sürat ülkenin her yerinde kendini gösteriyor.
Anayasayı yok saymaları, Anayasa Mahkemesi kararlarını reddetmeleri, kanunları ezip geçmeleri öyle bir hal aldı ki sanki ülkeyi güvenlikten ve huzurdan daha yoksun hale getirmek için canhıraş bir biçimde çabalıyorlar.
Bir taraftan dünya beşten büyüktür diyerek Birleşmiş Milletler kürsüsünde dünyayı adalete çağırıyorlar, diğer taraftan ülke içinde aynı çağrıyı yapan herkese her türlü kötülüğü yapıyorlar.
İsrail terörüne karşı dünyayı harekete geçmeye çağırıyorlar ancak ülkemizde İsrail terörünü lanetleyip, iktidarı dürüst olmaya ve İsrail ile tüm ticareti sonlandırmaya çağıran gençleri terörist ilan ediyorlar.
Toplumu hukuki güvenlikten yoksun, yarınlardan yoksun, ümitten yoksun bir psikolojiye sokmak için yapılabilecek ne varsa yapıyorlar.
Aziz Vatandaşlarım,
Bakın Demokrasi Endeksinde dünya sıralamasında 102. sıradayız, Basın Özgürlüğü Endeksinde 165. sıradayız, Hukuk Devleti Endeksinde 117. sıradayız, Yolsuzluk Endeksinde 115. sıradayız, Ekonomik Özgürlük Endeksinde 102. sıradayız, ama Sefalet Endeksinde dünyada ilk 10’dayız, Organize Suç Örgütler, Endeksinde Avrupa’da 1., Dünya’da 12. sıradayız.
Yani anlayacağınız iyi işlerde hep sondayız, kötü işlerde en başlardayız.
Geçen hafta yayınlanan Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun 2024 Türkiye raporunda tekraren ‘Yargının bağımsızlığı da dâhil olmak üzere, temel haklar ve hukukun üstünlüğü alanlarında ciddi endişeler devam etmektedir.’ denilmektedir.
Millet olarak bu kötülükleri yaşayan bizler yorulduk, bu raporları yazanlar yoruldu ama iktidar yorulmadı. Bıkmadan usanmadan Türkiye’nin itibarını zedelemeyi, ülkemizin devasa imkanlarını engellemeyi ve milletimizin hak ettiği refahı ve özgürlükleri kısıtlamayı tam gaz sürdürüyor.
Değerli Basın Mensupları,
Bizdeki temel sorun yasaların eksikliği değil, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı askıya alınmış olduğu için başta Anayasa olmak üzere yasaların uygulanmaması ve hatta iktidarın keyfi doğrultusunda kötüye kullanılması.
Mesela terörle ilgili mevzuatı yargıyı da araçsallaştırarak istedikleri gibi eğip bükerek iltisak ve irtibat gibi istediğiniz yere çekebileceğiniz lastik gibi belirsiz/sınırsız kavramlarla, hatta çoğu zaman izahata bile ihtiyaç duymadan, tenezzül etmeden gelen geçeni terörist ilan edebiliyorlar.
Böyle korkunç adaletsizlikleri sisteme dönüştürdükleri için de toplumda hukuka ve dolayısıyla devlete güveni de gün geçtikçe daha fazla zedeliyorlar.
Bu sorumsuz davranışlarının Türkiye’ye nasıl ağır bir fatura çıkardığını da umursamıyorlar.
Yeter ki iktidarlarını sürdürebilsinler. Bunun için her türlü kötülüğü meşru görebiliyorlar.
Otoriter yönetimlerini sağlamlaştırmak için Anayasa’ya aykırı kanunlarla gazetecileri susturuyorlar veya otosansüre mahkûm ediyorlar. Susmayanları cezalandırıyorlar.
İki yıl önce Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma Suçu diye bir kanun ihdas ettiler. Bu kanunu sivil toplumu, gazetecileri ve avukatları susturmak için kullanıyorlar. Hafta sonu bir avukat için bu kanunu yine kullandılar ve normal bir hukuk devletinde trajikomik bir örnek olarak okutulacak biçimde Adli Kontrol Hükümlerini de araçsallaştırarak ev hapsine mahkum ettiler.
Şimdi de bugün meclis genel kurulda görüşülmeye başlanacak ‘9. Yargı Paketi’ adı altında ‘Noterlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifinde’ Türk Ceza Kanunu’na 339 A madde olarak ‘Devletin Güvenliği ve Siyasal Yararları Aleyhine Suç İşleme’ diye yeni bir suç ekliyorlar.
Kamuoyunda yaygın olarak ‘Etki Ajanlığı’ diye aslında doğru tanımlanan, otoriter rejimlerde baskı unsuru olarak kullanılan yeni bir suç tipi.
Bu kanun teklifi geçen yasama döneminde taslak olarak hazırdı aslında. Ülkemizde artık araştırma yapmanın ve bilimsel çalışmanın da nerdeyse imkânsız kılınacağına dair haklı tepkiler nedeniyle geri çektiler ve biraz değiştirerek yeniden getirdiler.
Önceki taslak maddenin başlığı ‘Diğer Faaliyetler’di. Aslında ucu açık, belirsiz, temel kanunilik ilkesine aykırı maddeyi gayet yerinde tanımlıyordu. Şimdi o başlığı değiştirmişler ama içerik yine çok belirsiz ve kanunilik ilkesinin şartlarını taşımıyor.
Yine eski taslakta araştırma yapan ve yaptıranlar suça konu edilebilecek şekilde maddeye alınmıştı, onu çıkarmışlar. Yeni düzenleme ile ‘Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenlerin’ cezalandırılması öngörülmüş.
“Devletin güvenliği” kavramı, her ne kadar gerekçede Devletin varlığı gibi ciddi bir ifade ile ilişkilendirilmiş olsa dahi, uygulamada çok geniş yorumlanacaktır. Devletin iç ve dış siyasal yararları o kadar sınırsız ve belirsiz ki asıl vahim olan her türlü istismara açık olacaktır.
Yaptıkları yapacaklarının teminatı olduğu için bol bol istismar edecekler.
Yine yabancı bir devletin veya organizasyonunun stratejik çıkarları Cumhuriyet Savcıları veya mahkemeler tarafından nasıl belirlenebilecek? Zaten gerekçede de bu kavramlara açıklık kazandırılmamış.
Düşünün, kişi hem halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma veya Cumhurbaşkanına hakaretten yargılanacak ve aynı zamanda bu maddeden casus gibi en az 3 yıldan 24 yıla kadar hapisle cezalandırılacak. Yani iki kere cezalandıracaklar.
Bu kanun, hükümete meşru insan hakları örgütlerini, gazetecileri ve sivil toplumu casus ve devlet düşmanı olarak yaftalama, itibarsızlaştırma ve kriminalize etme yetkisi verecek.
Kanunun öngörülebilirliği yok ama biz bu kanun sebebiyle şimdiden temel haklara yönelik çok ağır ihlalleri öngörebiliriz. Kanun çok belirsiz olmakla birlikte nasıl kullanılacağı gayet belirli.
Benzer yasalar Rusya’da ve Gürcistan’da da var. Çok ağır insan hakları ihlallerine sebebiyet vermektedir. Bu ihlaller sebebiyle daha yakın zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Rusya’dan gelen 106 başvurucu için maddi tazminat dışında 610 bin Avro manevi tazminata hükmetmiştir.
Bu sebeple açıkça Anayasa’ya aykırı olan ve ancak baskıcı otoriter rejimlerin başvurduğu bu kanun teklifi geri çekilmeli, bir daha gündeme dahi getirilmemelidir.
Gerçekten devletin güvenliğini tehdit konusunda TCK’da bir boşluk var ise iktidar muhalefet ile uzlaşı içinde bir teklifi meclise sunmalıdır.
Değerli Vatandaşlarım,
Kıymetli basın mensupları,
Takip ettiğiniz gibi yine Kayyum sezonu biraz gecikmeyle de olsa başlamış gözüküyor.
Aslında şaşırtıcı olan gecikmesi, sezonun gelmesi değil.
Dün sabah Mardin, Batman ve Halfeti Belediye Başkanlarının görevden alınması, geçen hafta da İstanbul’un Esenyurt ilçesinin belediye başkanının görevden alınıp yerine kayyum atanması ile birlikte iktidar bildik ezberlerine dönmüş oldu.
Geçmişte Güneydoğu illerinde aynısını yapmıştı, bütün o belediyeleri yine aynı siyasi hareket, yani bu kez DEM adını taşıyan parti kazandı. DEM Partili başkanların tamamı görevlerini kayyımlardan devraldı.
DEM Parti’nin görevden uzaklaştırılan üç belediye başkanı aleyhine açılmış soruşturma dosyaları varmış zaten. Geçmişten sürdürülen ve aslında hukukla izah edilmesi çok zor bu usulle iktidar aynı zamanda halkın iradesini de yok saymaktadır.
Tabi sorulması gereken çok soru var ama en başta madem bu kişiler terörle ilişkiliydi, neden yerel seçimin üzerine 7 ay beklendi?
Açtır bir soruşturma, onu bahane ederek al görevden. Daha kolayı yok. Böylece milletin egemenliğini de gasp et ve her seferinde aynı netice ile karşılaş ama ders çıkarma!
Bu zihniyet demokrasiye de en büyük darbeyi vuruyor çünkü zaten kısıtlı olan demokratik katılım yöntemlerinden seçimi ve milletin tercih egemenlik hakkını da adeta alaya alıyor.
Gerçekten tahammülü zor bir zorbalık.
Özellikle Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer dosyasını okuduğum için biliyorum, tam bir rezalet.
En önemli delil bir taziye telefonu. Ölen ve telefon açılan kişiler hakkında PKK suçlaması da yok.
Savcılığa göre bu taziye telefonu “Ahmet Özer’in terör örgütüyle bağını gösterir en önemli telefon görüşmesi”.
Aynen böyle yazıyor.
Herhalde savcı farkında değil. Benzer taziye telefonu delilleriyle Türkiye’de milyonlarca insanı PKK üyeliğinden tutuklamak mümkün. Bu anlayışa göre bir Kürt tanıdığınıza taziye telefonu açmadan önce aile üyelerinin adli sicil kaydını talep etmeniz gerek.
Etmediniz ve insani bir görev yerine getirdiniz, iltisak ve irtibattan terörist olarak soruşturmaya tabi tutulabilirsiniz. Bu tablo aynı zamanda çok vahim toplumsal barışımıza kasteden bir bakış açısı.
Peki madem bu kadar kolay, o zaman KCK yöneticiliğinden hapis yatmış olan DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan’a Meclis’te taziye dileyen MHP lideri Devlet Bahçeli hakkında da işlem yapın da görelim sizin samimiyetinizi. Bütünlük arıyorsanız Öcalan’a davetini de alın dosyaya.
Ahmet Özer ve diğer kayyum uygulamaları esas alınacak olursa önümüzdeki haftalarda DEM Partili bütün belediye başkanlarını tutuklayıp yerlerine kayyım atama ihtimali yabana atılamaz maalesef
Her alanda aynı adaletten ve hukuktan nasipsiz anlayışla karşılaşıyoruz.
Değerli Basın mensupları,
Geçen hafta Yeni Asya Genel Yayın Yönetmeni Kazım Güleçyüz tutuklandı. Kazım Bey Fethullah Gülen’in ölümü üzerine yayınlamış olduğu Twitter mesajı nedeniyle ‘terör örgütü propagandası’ suçundan dolayı cezaevine konuldu.
Bu da tamamen keyfi bir uygulama. Kanuni dayanağı yok. Açıkça söylemek gerekirse suçla mücadele etmesi gerekenler bu örnekte de aslında suç işliyor!
Kazım Bey’in mesajında geçen ifadeler müsnet suçun oluşmasına dayanak olabilecek nitelikte değildir. Doğrusu şahsen Fethullah Gülen ile ilgili sadece darbe teşebbüsü ve o esnada katledilen vatandaşlarımız bağlamında değil, daha öncesinde de devlet içinde hukuk dışı paralel yapılanma ve mahrem yapının işlediği suçların baş sorumlusu olması, ayrıca yüzbinlerce insanın ağır hukuksuzluklara maruz kalmasına vesile olanların başında gelmesi sebebiyle aklıma en ufak bir olumlu düşünce gelmez. Ancak hukuk bizim beğenip veya beğenmediğimiz veya kamuoyunun rahatsız olduğu veya olmadığı söylem ve eylem biçimlerine göre araçsallaştırılamaz.
Aksi takdirde hukuk toplumda herkesi devamlı tehdit eden bir sopaya dönüşür. Maalesef bu durumu ülkemizde yıllardır yaşıyoruz.
Söz konusu olayda ilgili suçun oluşması için örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da teşvik edecek şekilde propagandasının yapılması gerekir.
Oysaki bu unsurların hiçbirisinin mesajda olmadığı açıkça görülmektedir. Bu sebeple tutuklama şartlarının oluşmadığı açıktır.
Çünkü bir kişinin tutuklanması için kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması şarttır.
Kazım Bey olayında da hukuku ve yargıyı araçsallaştırarak sopa olarak kullananları ve adli kontrol tedbirlerini ceza olarak uygulayanları kınıyor, derhal serbest bırakılması gerektiğini vurguluyorum.
Sayın Kazım Güleçyüz’e ve Yeni Asya camiasına geçmiş olsun diyorum.
Değerli Basın Mensupları,
Aynı anlayışı iktidar tam 7 yıldır cezaevinde tutulan Osman Kavala’ya uyguluyor.
Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku hala Gezi olayları bağlamında tutuklu.
Özellikle isimlerini belirtiyorum çünkü toplum olarak bu insanlara özgürlüklerini borçluyuz. Bu insanlar suçsuz.
En fazla ceza alan Kavala’nın dosyasını inceleyip ortada bir suç olmadığını tespit etmek için hukukçu olmak bile gerekmez. Osman Kavala sözde hükümeti devirmeye çalışmış ya, Yargıtay kararına bakarsak, hükümeti devirmeye çalıştığı vahim eylemlerin başında Gezi olayları sırasında yüz tane sandviç hazırlatması, ses sistemi kurdurması, açılır kapanır masalar getirtmesi, Polisin gaz sıkması karşısında savunma olarak gaz maskesine gereksinim olduğunu söylemesi geliyor. Bunların cezası ağırlaştırılmış müebbet.
Ayrıca Yargıtay kararında Osman Kavala’nın cebir ve şiddet olaylarına karışmadığı kabul ediliyor. Oysa hükümeti devirmek suçunun oluşması için cebir ve şiddet unsuru aranıyor.
Kavala’nın dosyası böyle iken varın siz çok daha az ceza alan Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku’nun suç fiillerini düşünün. Suç teşkil edebilecek bir eylem yok.
Öyle bir trajikomik iktidara sahibiz ki sözde dünyada adalet istiyor ama ülkede adalete tahammülü yok.
Bu sebeplerle ülkemiz öyle bir halde ki bir taraftan derinleşen sorunlarımız suçlu üretiyor, yetmiyormuş gibi diğer taraftan yargı suçlu üretiyor.
Adalet Bakanlığının resmi istatistiklerine göre 2023 yılında toplam 22 milyon 476 bin suç soruşturması ve 13 milyon 199 bin şüpheli var. Bize yakın bir nüfusa sahip Almanya’da ise aynı yılda soruşturma evresindeki toplam suç 5,9 milyon, şüpheli de 2 milyon 250 bin. Yani bizde nerdeyse 4 misli fazla suç, nerdeyse 6 misli fazla şüpheli. Maalesef cezaevi nüfusumuz da benzer. Almanya’da 45 bin, bizde 355 bin, yani 8 mislisi.
Toplumu adeta büyük bir hukuksuzluk sarmalının içinde bırakan bu korkunç tablonun sürdürülmeye çalışılması Türkiye’yi her alanda hızla aşağı çekmekte ve hepimizin günlük hayatında karşılaştığı sorunları daha da derinleştirmektedir.
Değerli Vatandaşlarımız,
Yüreğimizi kanatan ve her geçen gün daha da büyüyen bir diğer mesele ise elbette Gazze, Filistin ve Lübnan’da yaşanan korkunç katliamlar. Gözümüzün önünde insanlığın katledilmesi karşısında acziyetimiz aynı zamanda utancımızdır.
İsrail, 13 aydan beri Gazze’de, Batı Şeria’da ve son haftalarda Lübnan’da insanlığa karşı her türlü suçu işliyor.
Başka bir yerde olsa tüm dünyanın tereddütsüz biçimde soykırım olarak adlandıracağı vahşet devam ediyor. Gazze özellikle yaşanmaz hale getirildi, 50 binden fazla insan katledildi.
Bu katliamlar karşısında Türkiye çok gecikmeli olarak, Nisan 2024’te, yani saldırılardan yaklaşık 6 ay sonra, İsrail ile olan ticareti belirli mallar üzerinden yasakladığını, sonrasında tamamıyla durdurduğunu açıkladı.
Ancak bu konuda çok ciddi soru işaretleri var.
Kamuoyunun iktidarın dezenformasyonu ile manipüle edildiğine dair somut veriler var.
Mesela İsrail Merkez İstatistik Bürosu’nun resmi kayıtlarına göre İsrail Eylül ayında Türkiye’den 116 milyon dolarlık mal ithal etmiş, 2024’ün ilk 9 ayında 1,8 milyar dolar ithalat görünüyor.
İktidar şimdiye kadar bu iddiaları reddediyordu ve gönderilen malların Filistin’e gönderildiğini ifade ediyordu. Halbuki bunun doğru olma ihtimali çok çok zayıf. Çünkü Filistin tamamıyla işgal ve abluka altında. İsrail’in kontrolü dışında Filistin’e mal girmesi imkansız.
Türkiye İhracatçılar Birliği’nin 2024 yılı Eylül ayı verilerine göre İsrail ile olan ticaret durma noktasına gelmiş gibi görünse de; Filistin ile olan ticaretimizin astronomik bir şekilde %525 oranında artmış görünüyor.
Ayrıca Yunanistan, Romanya ve İtalya ülkelerinde kurulan şirketler aracılığı ile de İsrail’e ihtiyacı olan bazı malların Türkiye tarafından ihraç edildiği iddiaları çok ciddi verilere dayandırılıyor. Aynı şekilde petrol ve yakıt ihtiyaçlarını da Azerbaycan’dan sağlayan İsrail’e bu yakıtların Türkiye üzerinden nakliyatının sağlandığı hususları ile ilgili veriler karşısında iktidar sessiz.
Uluslararası gemi trafiği verileri de Türkiye ile İsrail arasındaki gemi trafiğinin çok yoğun olduğunu gösteriyor.
Eğer iktidarın iddia ettiği gibi gerçekten İsrail’e bir boykot söz konusu olsaydı Türkiye’den İsrail’e mal gidebilir miydi? Veya Türkiye üzerinden gidebilir miydi? Devlet ciddiyeti nerede kaldı?
Halbuki bizim limanlarımız adeta üs olarak kullanılıyor.
İktidar gerçekten Türkiye üzerinden İsrail’e ulaşan petrol ve yakıtın Filistinlilere yönelik katliamda kullanılmadığını iddia edebilir mi?
Peki bu durumda Filistinli mazlumların kanı elimizde değil mi? İktidarı samimiyete davet ediyorum!
İsrail ordusuna silah taşıdığı için birçok ülkenin limanına yanaşması izin verilmeyen gemiler nasıl oluyor da bizim limanlarımızı üs olarak kullanabiliyor. İktidara soruyorum: Hangi vicdana bunu sığdırabiliyorsunuz?
Ayrıca bu rezaleti protesto eden vicdanlı gençlerimizi hangi hakla engelleyebiliyorsunuz? Hangi hakla gözaltına alabiliyorsunuz? Nasıl oluyor da korunması gereken protesto ve gösteri hakkını kullanan gençler gözaltına alınıyor da siz İsrail’e mal taşıyan gemileri koruma altına alıyorsunuz? O gençlerimizi haklı direnişleri sebebiyle kutluyorum.
Görünen manzara maalesef söylenen sözlerle yapılan işler arasında çok büyük çelişkiler olduğunu ortaya koyuyor.
Öyle görünüyor ki iktidar gerçek dışı bilgilerle toplumu manipüle ediyor. Görünen manzara devlet ciddiyetinin yok olduğunu gösteriyor.
Aziz milletimiz,
Saygıdeğer Gazeteciler,
Sayın Bahçeli, bu dönemi “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözleriyle ifade etmişti.
Yani aslında durumun farkındalar.
Her alanda barışa, huzura, ahenge ihtiyacımız var.
Toplum olarak mutlu yarınlara bakma hakkımız var.
Kazananın her şeyi kazandığı, tüm yetkinin tek bir kişide toplandığı, tüm önemli kararların tek bir kişiye bırakıldığı, her türlü keyfiliği mümkün kılan bu sistemsizlikle Türkiye’nin yeni bir döneme girmesi, iç barışını sağlaması, refaha ve huzura kavuşması mümkün değildir.
Bu yönetim anlayışında ülkenin başındaki kişi kim olursa olsun fark etmez; bu iktidar gidecek falanca gelip ülkeyi kurtaracak diye beklemek de beyhudedir.
Türkiye’nin bu girdaptan kurtulmasının tek yolu, demokratik hukuk devletine geri dönmek ve devlet düzeninde yerinden oynayan taşların tekrardan adaletle ve demokratik bir anlayışla yerli yerine oturtulmasını sağlamaktır.
Türkiye’nin çoğulcu demokrasiden ve gerçek bir hukuk devletinden başka gidebileceği bir yol yoktur.
Referans olarak kimi alıyor olursa olsun, hangi inancı ya da siyasi düşünceyi benimsemiş olursa olsun, bugün ister iktidarda ister muhalefette olsun Türkiye’nin otoriter anlayışlarla yoluna devam edebilmesi mümkün değildir.
Demokrasinin farklılıklarla bir arada huzur içinde yaşama iradesidir; farklı inançlara, yaşam biçimlerine, siyasi görüşlere ve fikirlere yaşam hakkının olmadığı yerde demokrasi yoktur.
Hukuk devleti her türlü farklılığın varlığını korumakla mükelleftir. Özgürlüğü, adaleti ve demokrasiyi sadece kendi mahalleniz için isterseniz gün gelir siz de otoriter anlayışın kurbanı olursunuz.
Gerçek bir demokrasiyi ve herkes için hukuk devletini savunanların farklılıklarına bakmaksızın ve kişisel sorunları bir kenara bırakarak artık Türkiye’nin geleceği için daha çok sorumluluk almak zorunda oldukları bir döneme girmiş bulunmaktayız.
Hiçbir istisna olmaksızın, amasız fakatsız tüm farklılıklarımızla biz birlikte Türkiye’yiz diyen; referansı hangi tarihi şahsiyet olursa olsun, referansı hangi inanç ya da siyasi görüş olursa olsun her türlü otoriter anlayışa karşıyız diyen herkesi ortaklaşmaya, dayanışmaya, el birliği yapmaya, güç birliği yapmaya ve gerçek özgürlükçü demokratları bir araya gelmeye davet ediyorum.
Bizler ülkemizin geleceği için var gücümüzle çalışmaya devam ediyoruz.
İnşallah verdiğimiz mücadeleyi büyütmeye ve Türkiye gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti oluncaya dek çalışmaya devam edeceğiz.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Esenyurt Belediye Başkanı Sn. Ahmet Özer’in Tutuklanması İle İlgili Açıklama
Esenyurt Belediye Başkanı Sn. Ahmet Özer’in tutuklanması ve Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanması ne hukuken ne siyaseten ne de vicdanen kabul edilmez.
Özer’in görüştüğü söylenen ve terörist olduğu iddia edilen kişilerle başka kimler, hangi Ak Parti’liler nerelerde ne kadar görüşmüştür?
Görüşmekle terör örgütü üyesi olunuyorsa Ak Parti’de siyasetçi kalmaz. Soruşturma dosyasında delil olarak gösterilen verilerin terör örgütü üyeliği suçlamasına dayanak teşkil etmesi hukuken imkansız. Bu soruşturma dosyası ve Mahkeme’nin tutuklama kararından hareketle son yıllarda sıradanlaştığı gibi irtibat ve iltisak üzerinden yakıştırma ve mesnetsiz yorumlarla AHaber’in haber metinleri seviyesinde bir iddianame düzenleneceği açık.
Bir yandan barış, kardeşlik ve hukuk diyeceksiniz, diğer yandan böyle büyük hukuksuzluklara imza atacaksınız!
Bir yandan Öcalan’ı Meclis’e çağırıp, ‘Umut hakkı’ndan bahsedeceksiniz, diğer yandan milletin seçtiği insanları hukuku araçsallaştırarak hapse atıp yerine kayyum atayacaksınız!
Bu keyfi yaklaşım ülkede herkes için geçerli ölçü olsaydı, örneğin Devlet Bahçeli terör örgütü lideri Öcalan’ı meclise daveti sebebiyle bir şafak operasyonu ile evinden alınıp terör örgütü propagandasından tutuklanması gerekirdi. Zaten onun yerine başkası o cümleleri kursaydı, başına gelecek olan oydu.
Bu tutarsızlık, bu samimiyetsizlik, bu hazımsızlık ve bu hukuk bilmezlik, hak tanımazlıkla mevcut iktidar koalisyonu memleketin yaşadığı sorunları çözmek bir yana ancak daha fazla derinleştirecektir.

Türkiye-Almanya İş Gücü Anlaşması’nın 63. Yılı İle İlgili Açıklama
30 Ekim 1961’de imzalanan Türkiye-Almanya İş Gücü Anlaşması’nın üzerinden 63 yıl geçti. Bugün, Almanya’da yaşayan 3,5 milyonu aşkın Türkiye kökenli vatandaşımız eğitimden iş hayatına, siyasetten sivil topluma kadar farklı alanlarda toplumsal hayatın içerisinde ve Almanya toplumunun asli bir unsuru durumunda.
Artık beşinci kuşağa uzanan Almanya’daki Türk toplumu, artan aşırı sağ tehlikesinin yanı sıra ana dili eğitimi, kültürel değerlerin korunması, sivil toplumun güçlendirilmesi, toplumsal ve siyasal katılım gibi konularda da çeşitli sorun ve sorumluluklarla karşı karşıya.
Ayrıca Türkiye’deki iktidarın yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına karşı maalesef yeterince sorumlu davranmaması, vatandaşlarımızın sorunlarının çözümü için rasyonel bir diaspora politikası inşa etmek yerine popülist söylemlerle günü geçirmesi ve her seçim dönemi verdiği vaatleri yerine getirmemesi de yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarını kronikleştirmektedir.
Almanya’daki misafir işçi bir ailenin oğlu olarak Türkiye-Almanya İş Gücü Anlaşması’nın yıl dönümünde, Almanya’da hayatını emeğiyle kuran ilk nesil büyüklerimizi saygıyla anarken, gelecek kuşakların karşılaştığı sorunların çözümü için bilinçli, kuşatıcı ve güçlü adımlar atmanın önemini yineliyorum.