Meksika sınırından ABD’ye geçmeye çalışırken nehirde boğulan El Salvadorlu baba ve 23 aylık bebeğinin fotoğrafı dünya gündemine oturdu. Tıpkı Avrupa’ya gitmek isteyen Suriyeli bir ailenin çocuğu olan 3 yaşındaki Aylan’ın Bodrum’da kıyıya vurmuş cesedi gibi. Mülteciler sorunuyla başlayalım mı? Nedir bu benim toprağım, senin toprağın durumu. İnsani olarak algısı çok zor ancak işin politik kısmı var. Bu olaya nasıl bakıyorsunuz?

“O FOTOĞRAF TÜM İNSANLIĞIN UTANCI!”
Fotoğrafı gördüğümde ilk aklıma gelen, o fotoğrafın tüm insanlığın utancını yansıttığı oldu. Bir baba olarak kendi evladımı düşündüm ve evladının babasına sarılmış o halini görünce, herhalde evladını koruyamayan bir baba için ölüm de bir sığınak diye düşündüm. Biz çoğunu görmüyoruz ve belki de görmek istemiyoruz ama dünyanın her yerinde her gün yaşanan benzer acıların olduğu da bir gerçek. Allahtan birileri bu fotoğrafı çekiyor ve bize ayna tutuyor. Bildiğiniz gibi, dünyada savaş, çatışma ve zulümden kaçan, güvenlik arayışında olan 70 milyon insan ülkesini terk etmek zorunda kalmış durumda. 26 milyona yakın insan ise mülteci olarak farklı ülkelerde yaşıyor. Bu insanların zorlu yolculuklarında büyük acıların yaşandığını biliyoruz.

“İLTİCA ETMEK TEMEL İNSAN HAKKIDIR”
Aslında bu trajedilere karşı çözüm yolu da yok değil. Bugünlerde 68. yıl dönümünü yaşadığımız BM’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne baktığımızda insanların etnik kökenlerinden, dinlerinden, dillerinden, ırklarından, siyasi ve sosyal mensubiyetlerinden veya görüşlerinden dolayı tehdit altında oldukları takdirde başka ülkelere iltica etmeleri temel bir insan hakkıdır. Dünyada hiçbir ülkenin reddedemeyeceği bir insan hakkıdır.

Reddedilemez mi?

Reddedilemez tabi.

Ama reddediyorlar.

“BU HAKKI TRUMP GÖZARDI ETMEYE ÇALIŞIYOR”
ABD’ye bakalım. Amerika, klasik ilticanın yoğun olarak gerçekleştiği bir ülke değil. Çünkü sağında solunda mülteciler için aşılmaz iki okyanus var. En büyük sınırı Kanada’yla, 9 bin kilometreden uzun bir sınır, o da korunan bir sınır değil. 3 bin kilometre kadar da Meksika ile sınırı var. Özellikle son yıllarda Honduras, El Salvador, Venezuela ve Guatemala’dan insanlar bu sınırdan Amerika’ya sığınmaya çalışıyorlar. İlk bakışta bu insanların 1951 Cenevre Sözleşmesi çerçevesinde sığınmacı olarak kabul edilemeyeceklerine dair bir görüntü ortaya çıkıyor. Nedeni de şu: Bu insanlar siyasi sebeplerle ya da devlet tarafından etnik köken, din, dil, siyasi veya soysal mensubiyetleri veya görüşleri sebebiyle takip altında olan ve hayatları tehdit altında olan insanlar kategorisine girmiyor görünüyorlar. Ama olayın başka bir boyutu var. Mesela Guatemala’da, Honduras’ta veya El Salvador’daki duruma baktığımız zaman orada devletin devlet olarak olmazsa olmaz görevlerini yerine getiremediği için bu insanların iltica etmek zorunda kaldığını görüyoruz. Guatemala’da şu an on binlerce insan mafyavari örgütlere mensup ve tüm toplum baskı ve şiddet gibi her türlü kriminal olaylara maruz kalabiliyor. Devlet bu insanları koruyamıyor. Devletin halkını koruyamadığı böyle bir durumda Cenevre Sözleşmesi’ne göre bu insanların başka ülkelere iltica etme hakkı vardır aslında. Ama Trump Hükümeti bunu göz ardı etmeye çalışıyor. Özelikle mülteci mekanizması hukuken işlemesin diye elinden gelen her türlü saçma sapan yollara başvurabiliyor.

“ABD’YE GELMESİNLER DİYE ZALİMLİK YAPILIYOR”
Mesela yığınla bekleyen iltica davalarına bakan hâkimlerin sayısının arttırılması gerekiyor ama arttırmıyor. Adalet Bakanlığı’nın eline bütçe de verilmiş ama Trump’ın baskısı nedeniyle bunun gereğini yerine getiremiyor. Bunun dışında da mültecilere Amerika’ya gelmeyin görüntüsü vermek için sınırda her türlü zalimlik yapılıyor. Örneğin El Paso’da o bölgeye yakın bir kasabayı gazeteciler ziyaret ediyorlar. Orada 300’den fazla büyük ekseriyeti 10 ila 13 yaşlarında olan en küçüğü de 5 aylık olan annesiz babasız çocukların temel ihtiyaçlarının hiçbir şekilde giderilmediği ortamda hayata tutunmaya çalıştıkları görülüyor. ABD’den yani dünyanın en zengin bölgelerinden birinde yaşananlardan bahsediyoruz.

İnsan haklarının geliştiği, demokrasisiyle övünen ABD de bunu yapıyor. Bu acayip bir ikilem değil mi?

Kesinlikle. Guatemala’yı bu hale getiren Amerika’dır. Mafyavari örgütlenmelerin sebebi Amerika’nın on yıllar önce başlattığı politikalardır. Venezuela 1950’li yıllarda dünyanın en zengin ülkelerinden birisiydi. Şu anda dünyanın en fakir ülkelerinden birisi. BMMYK verilerine göre, 2015’ten bu yana 4 milyon civarında Venezuelalı ülkesini terk etmiş durumda. Bu da Suriye krizinden sonra dünyada yaşanan en büyük yerinden edilme krizlerinden birine işaret ediyor. Yerinden edilen bu insanların çoğu uluslararası koruma ihtiyacı olan insanlar olmasına rağmen bu insanların yalnızca yarım milyon kadarı resmi olarak sığınma talebinde bulunmuştur. Bu sayılar bile yaşatılan mağduriyeti görmek açısından önemlidir.

Türkiye özelinde bakarsak Suriyeli mülteciler konusu çok tartışmalı. Evet, dünyada da gördüğümüz bu trajik durum Türkiye’yi epey meşgul edecek. Çözüm öneriniz nedir? Siz iktidar partisinin vekilisiniz sonuç olarak karar mercileri sizlersiniz.

“MÜLTECİ SORUNU O İNSANLARI ÜLKEYE KABUL ETMEKLE ÇÖZÜLMEZ”
Mülteci sorununun insanları ülkeye kabul etmekle çözülmediğinin altını çizmek isterim. Bu aslında son noktası, yani insanların yaşadıkları ülkede var olan sorunların çıkmaza girmiş olmasının son tezahürü. Sorunu çözmek için bu insanların göç ettikleri, göç etmek zorunda kaldıkları ya da hayatlarının tehlike altında oldukları ülkelerden başlamak gerekiyor. Dünyanın zengin ülkeleri bu konuda üzerlerine düşen görevleri hiçbir şekilde yapmıyor.

“MÜLTECİ KABUL EDEN TEK BATI ÜLKESİ ALMANYA”
En fazla mülteci kabul eden ilk on ülkeye baktığımız zaman sadece bir batılı ülke görüyoruz: Almanya. Bunun dışında hiçbir batılı zengin ülke Afganistan, Pakistan, Irak ya da dünyanın başka ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmış insanlara karşı Türkiye’nin vermiş olduğu insanlık dersini verebilmiş değildir. Amerika nasıl şu anda sınır boyuna duvar örmeye çalışıyorsa, batılı ülkelerde de aynı durumu görüyoruz. Ama bu yaklaşımlarla sorunlar çözülmüş olmuyor.

“HAKKANİYETLİ BİR KÜLFET PAYLAŞIMI YOK!”
Sadece erteleniyor veya başka ülkelerin üzerine yıkılarak yani paylaşılmayarak başka bölgelerde yeni istikrasızlar oluşturuluyor. Oysa başta zengin ülkeler olmak üzere herkes çok daha güçlü biçimde elini taşın altına koymalı ve küresel bir sorumluluk anlayışı geliştirilmeli. Ne yazık ki dünyada bu konuda hakkaniyetli bir külfet paylaşımı olmadığını görüyoruz.

Peki, Suriyeli mültecilere biz kapımızı açınca sorun çözülebildi mi ki?

Öncelikli misyon insanların katliamlardan kurtarılmasıydı. Bu sağlandı. Ancak tabi mesele orada bitmiyor. İhtiyaç sahibi insanlar var ve dolayısıyla devasa sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu kabullenmeliyiz. Türkiye örneğinde ilk önce şunu tespit etmemiz lazım: Türkiye’de şu anda 4 milyon civarında mülteci var; gerçi aslında onlara mülteci de diyemeyiz.

Ne diyelim? Göçmen, sığınmacı, misafir?

“SURİYELİLERİN BİR STATÜSÜ OLMADIĞI İÇİN “MİSAFİR” OLARAK ADLANDIRILDILAR”
Bildiğiniz üzere 2013 yılında yayımlanan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunumuz, düzenli ve düzensiz göç hareketleri ile uluslararası koruma prosedürlerine ilişkin önemli hususları içinde barındıran, AB ve uluslararası mevzuata uygun hazırlanmış bir kanundur. Bu kanunda temel olarak 3 tür uluslararası korumadan bahsedilir: Bunlar mülteci, şartlı mülteci ve ikincil korumadır. Ülkemiz Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince sebebiyle Avrupa ülkeleri dışından gelen yabancılara mülteci statüsü vermemektedir. Suriyeliler konusu ise kendine has özelliklere sahiptir. Biliyorsunuz, uluslararası koruma bireysel başvuruyu esas alır. Oysa Suriyelilerde olduğu gibi kitlesel akınlar biçiminde yaşanan göç hareketlerinde bu mümkün değildir. Bu yüzden mevzuatımıza geçici koruma adı altında bir koruma türü girdi. Çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliği’yle de kapsam alanı belirlenmiş oldu. Bu kanun yürürlüğe girene kadar ülkemizdeki Suriyelilerin bir statüsü olmadığı için “misafir” olarak adlandırıldılar ve tabi ilk zamanlarda savaşın kısa süreceği ve bu insanların geri döneceği düşüncesi de vardı.

“MİSAFİR TANIMI ŞU DURUMDA GERÇEKTEN ÇOK YERSİZ OLUR.”
Ancak kanun yürürlüğe girince artık kendilerinin hak ve yükümlülüklerinin de belirlendiği bir statüleri oldu. Bu yüzden ülkemizde yaşayan Suriyelilere “geçici koruma altındaki Suriyeliler” demek en doğru ifade olacaktır. Ancak şunu da ifade etmek isterim ki geçici koruma statüsüne sahip milyonlarca insanın aradan geçen 8 yıla bakınca, geçiciliği bana gerçekçi gelmiyor. Dolayısıyla misafir tanımı şu durumda gerçekten çok yersiz olur. Duruma 2011 itibariyle bakarsak; şu anda Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin 2.5-3 milyonu en az 4,5 yıldan beri Türkiye’de yaşıyor. Ülkemizde doğan 430 bin Suriyeli bebek var. Bunlar hükmen doğum itibariyle Suriye vatandaşı, fakat kendilerine belge verilmediği için formel olarak vatansız konumdalar. Netice itibarıyla tartışmalarımız rakamlardan ibaret olmamalı; insan hayatından bahsediyoruz. Bize sığınan her bir insanın ihtiyaçları var ve olacaktır; bu ihtiyaçlar göz ardı edildikçe, sorunlar büyür ve çözülmesi zorlaşır.

Şimdi sıkıntı burada başlıyor zaten. Mültecilerin sorunlarını çözmemiz gerekiyor. Ancak onların sorunlarını çözeyim derken kendi toplumumuzdan tepki geliyor. Tepkiler özellikle ekonomik olarak geliyor. Nasıl ikna etmek lazım Türk halkını?

“BU İNSANLARIN ÖNEMLİ BİR BÖLÜMÜNÜN BURADA KALACAKLARINI KABULLENMEK GEREKİYOR”
Suriyelilerin Türkiye’deki yaş ortalaması 22. Çok genç bir nüfus. Suriyelilerin takriben yüzde 45’i 18 yaşın altında ve bu insanlar bilinçli yaşamlarının büyük bölümünü Türkiye’de geçirmişler. Öte yandan Suriye’de sorunlar devam ediyor. Hiç kimse önümüzdeki 4-5 yıl içerisinde bu insanların önemli bir ekseriyetinin Suriye’ye dönebileceğine dair bir perspektif sunamaz. Sonuçta mevcut göç politikaları noktasında yetersiz kaldığımızdan bu şekilde devam edersek sorunların büyüyeceğinden, bu sorunların şimdiye kadar tüm dünya nezdinde ortaya koyduğumuz insanlık dersini gölgeleyebileceğinden endişe duyuyorum. Şu anda bu süreçte yapılması gereken, bu insanların önemli bir bölümünün burada kalıp hayatlarını idame ettirmeye devam edeceklerini kabullenmektir. En zorlandığımız mesele de budur. Bu gerçeği kabul etmediğimiz sürece bu gerçeklerin gereklerine yönelemeyiz.

Zaten sorun hatta korkulan bu değil mi? Bir de şurada kafam karıştı. İktidar partisi ve bütün muhalefet partileri bu kişilerin misafir olduğunu ve gideceklerini söylüyorlar.

Ben hayatı göçmen olarak geçmiş, azınlık psikolojisini de çok iyi bilen bir kişi olarak ve aynı zamanda Ortadoğu’nun sunduğu gerçekleri dikkate alarak bu insanların büyük bir bölümünün tekrar Suriye’ye dönme imkânlarının çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum.

Yaklaşık 4 milyon kişiden bahsediyoruz. İş, aş, barınak, eğitim vs. Mesela CHP’li bir belediye Suriyelilerin denize girmelerini yasaklıyor. İnanılması güç bir adım ama olabiliyor. Toplumda bir tecavüz vakası oluyor arkasında Suriyeli varsa toplumdaki infial 2 katına çıkıyor.

Öncelikle verileri doğru okumamız, değerlendirmemiz lazım. Bu şekilde meselenin çözümlenebilecek ve yönetilebilecek bir olgu olduğunu anlarız. Anketlerde gördüğümüz üzere, Suriyelilerin üçte ikisi Suriye’ye kesinlikle geri dönmeyeceğini ifade ediyor. Yüzde 40’a yakın bir kesim Türkiye’de kalmak istediğini ve yüzde 30’a yakın bir kesim ise başka ülkelere gitmek istediğini belirtiyor.

“KAYIT DIŞI ÇALIŞMAK BİRÇOK SURİYELİ’NİN DE İŞVERENİN DE İŞİNE GELİYOR.”
İkincisi, Suriyelilerle ilgili yanlış bir kanı var: Devletten maaş alıyorlar, ekmek elden su gölden gibi. Bu doğru değil. Türkiye’de 18 yaş altı 1 milyon 650 bin Suriyeli var. Suriyelilerin 1 milyonu çalışıyor zaten. 600 binden fazla kişi okula gidiyor. 15 binden fazla işletmeleri var. Fakat maalesef şöyle bir sorunumuz var; kurumlarımız kendilerini çalışma izni almaları için fazlasıyla teşvik etmesine rağmen, kayıt dışı çalışmak birçok Suriyeli’nin de işverenin de işine geliyor.

“KAYITLI SURİYELİ ÇALIŞAN SAYISI ARTIRILMALI”
Bir yandan Suriyeliler BM ya da AB gibi uluslararası kurum ve kuruluşlardan gelen yardımların kesilmemesi için kayıt dışı, sigortasız çalışmayı yeğliyor; diğer yandan ise işverenlerin ucuz işçi çalıştırmaları maliyetlerini düşürüyor. Dolayısıyla kayıtlı Suriyeli çalışan sayısı artırılmalı ve bu insanların ekonomimize katkıları vergi yoluyla da düzenlenmelidir.

Evet, Türkler ‘biz iş bulamıyoruz, onlar sigortasız çalışıyor, işverenlerin işine geliyor’ diyor. Bunu nasıl çözersiniz?

“SURİYELİLERE STATÜ VERELİM. YALNIZ BU VATANDAŞLIK DEĞİL!”
Şu an Türkiye’de asgari ücretle farklı farklı iş sektörlerinde çalışacak en az 500 bin insan aranıyor. Üniversite mezunları gençlerimizin istihdamı noktasında sıkıntılarımız yok demiyorum fakat asgari ücret seviyesinde vasıfsız işçi alımlarında Türkiye’de yeterince istihdam sağlayacak imkân var. Teşhisi bir kez daha söylüyorum: Suriyelilerin büyük ekseriyetinin geri dönmeyeceğini kabul etmek ve bu insanlara statü vermek lazım. Statüden kastımın vatandaşlık olmadığının özellikle altını çizmek isterim. Söylemek istediğim durumun, artık geçicilik ya da geçmişte olduğu gibi misafirlik anlayışı ile sürdürülebilir olmadığıdır.

Statüden kastınız ne?

“GEÇİCİ KORUMA STATÜSÜNDEN İKAMET STATÜSÜNE GEÇİRİLME OLANAKLARININ OLUŞTURULMASI GEREKİYOR”
Geçici koruma statüsünden ikamet statüsüne geçirilme olanaklarının oluşturulması gerekiyor, tabi şartlı bir süreç. Neden mi? Bir milyon çalışan Suriyeli olmasına rağmen kayıt dışı çalıştıkları için vergi ödemiyorlar. Böylece gayri resmi şekilde işletmeler açıyor, para kazanıyor fakat bir Türk vatandaşının, uluslararası koruma statüsü sahibi bir yabancının ya da ikamet sahibi bir yabancının yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar. Bu sistemin değişmesi lazım.

Peki, sigortasız işçi çalıştırmak yasak. Bir nevi alt yapısı olmadığı kabulündeyim ama önemli bir yasak deliniyor.

Tabi ki. Sigortasız işçi çalıştırılmaması gerekiyor. Bunu ne yazık ki ihlal edenler var. Suriyeliler geçici koruma kapsamında çalışma izni alabiliyor ve dolayısıyla kayıtlı olarak çalışabiliyorlar. Bu süreçte kurumlarımız kendilerine destek oluyor ve bunu teşvik ediyor. İşverenlere ise istihdam ettikleri her Suriyeli vatandaş için ayrıca teşviklerimiz mevcut; sigortasız çalışmamayı bu şekilde hem işveren açısından hem çalışan açısından cazip kılmak istiyoruz. En nihayetinde çalışan kişinin de haklarının korunması ve bunlardan faydalanması için kayıtlı çalışması elzemdir.

Suriyelilere ikamet statüsünü lütfen açar mısınız?

“İKAMET STATÜSÜ UYGULAMASIYLA BU KİŞİLER GELECEK PERSPEKTİFİ SUNAN HUKUKİ BİR STATÜ KAZANIR”
Gelişmiş ülkelerde uygulanan ikamet statüsü uygulamasıyla bu kişiler gelecek perspektifi sunan hukuki bir statü kazanır. Bu statüyle birlikte Türkçe öğrenimi, eğitim sistemine entegrasyonu, sonrasında iş hayatına entegrasyonu ve başarıyı, dolayısıyla topluma uyum ve katılımı sağlama noktasında gerekli çabanın gösterildiği bir süreç işler. Bu süreçte kişi ‘’bunu başarırsam bu noktaya geleceğim, şunu başarırsam şu noktaya geleceğim’’ diye düşünerek kendisine bir gelecek perspektifi kurabilir. Dolayısıyla bu çözümün bir başlangıcıdır. Bu arada yerli toplumu da bu sürece hazırlamamız gerekiyor. Topluma şunu anlatmamız lazım: Evet, Suriyeliler meselesi çok ciddi bir yük ama bu artık kaçınabileceğimiz bir durum değil. Dolayısıyla bu yükü hafifletme konusunda üzerimize düşeni yapacağız ancak toplum olarak herkesin desteği olmadan olmaz.

“EVET, BU YÜK AMA BU İŞ İÇİN KUŞATICI GÖÇ VE İSKÂN POLİTİKALARI LAZIM”
Kuşatıcı göç ve iskân politikalarıyla şeffaf biçimde süreci yöneterek geleceğe dönük bir projeksiyon ortaya koyabiliriz. Mesela bir göç bakanlığı kurarsak, toplumsal katılımın önündeki engelleri aşarsak bu orta ve uzun vadede kazanıma dönüşebilir. Bunu sürekli bir yük olarak gündemde tutmamızın kimseye bir faydası yok. Mecliste de daimi bir göç komisyonu faydalı olacaktır.

Muhalefetle bu durumda biraz el sıkışmanız gerekecek mi? Muhalefet özellikle Suriyeli mülteciler konusunu sıcak tutuyor ve alttan gelen tepkiyi kamuoyuyla paylaşıyorlar.

“MUHALEFET TEHLİKELİ BİR ŞEY YAPIYOR VE BU IRKÇILIKTIR”
Bu çok tehlikeli bir tutumdur. Batı Avrupa ülkelerinde bir siyasetçi bunu yapsa, ben açıkça bu kişi ırkçılık yapıyor derim. Bir siyasetçi yabancılaşma endişesi gibi hususları kaşıyorsa, o kişi toplumsal barışı dinamitlemektedir. Mesela yalan bilgiler sosyal medyada çok hızlı yayılıyor ve Suriyelilerin geneli saldırıya maruz kalıyor. Şu anki gidişat beni ciddi manada endişelendiriyor. Çünkü bu süreçte millet olarak birlikte başardığımız, üstesinden geldiğimiz büyük insanlık vazifesinin gölgelenebileceğine dair emareler görüyorum. Medya ve siyasetin üzerine çok ciddi sorumluluklar düşüyor. Bir Türk, bir kadını taciz ettiği zaman ‘Türk, kadını taciz etti’ diye bir manşet okumazsınız ama bir Suriyeli bunu yaptığı zaman ‘Suriyeli taciz etti’ oluyor. Bu toplum, içindeki ötekileştirmeyi ve düşmanlaştırmayı tahrik eden bir unsurdur. Bu yüzden medyanın da siyasetçinin de kullandığı dile çok dikkat etmesi gerekir.

Bu göç almanın sonu olmayacak mı? Gördüğümüz Suriye’de işler pek iç açıcı değil. Biz hep kapıları açık mı tutacağız?

“TÜRKİYE’NİN DAHA FAZLA MÜLTECİ KABUL ETME GÜCÜ ELBETTE YOK”
Kesinlikle hayır. Bir kere demokrasilerde toplumsal çoğunluğun hassasiyetini göz ardı ederek ülke yönetemezsiniz. Demokratik hukuk devletlerinde toplumsal düzenin korunmasıyla ilgili iki olmazsa olmaz temel ilke var: İlki, temel hakları dikkate almak; ikincisi, demokratik çoğunluğun hassasiyetlerini göz ardı etmemek. Her ikisinin de birbiriyle örtüşmesi hali, demokratik devlet için ideal haldir. Temel hakların olmazsa olmaz olduğu konusunda da net bir duruş sergileyip toplumu bilinçlendirmemiz lazım. Bunun ötesinde Türkiye’nin daha fazla mülteci kabul etme gücü elbette yok. Türkiye’de iktidar başından beri şunu söylüyor: ‘’Bu insanları Türkiye’ye almaktansa Suriye’de güvenli bir bölge oluşturalım.’’ Türkiye zaten bu süreçte Suriye’yi bu hale getirenlerle anlaşamadığı için bedel ödüyor.

“SORUN SADECE SURİYELİLER DEĞİL, 2017’DEN 2018 YILINA KADAR 500 BİN MÜLTECİNİN ARTIĞI BİR DÜNYADAN BAHSEDİYORUZ.”
Mesela şu an İran ile yaşanan gerginliğe bakın. İran’ın bu şekilde üzerine gidilmesinin bedelini kim ödeyecek? İran diyor ki kapıları açarım. İçeride 2-3 milyon mülteci var. Kapıları açtığında bu insanlar Pakistan’a, Afganistan’a gitmeyecek; batıya yönelecek yine. Dolayısıyla bütün dünyayı yakından ilgilendiren, dünyanın barışını ciddi manada tehdit eden gelişmelerle karşı karşıyayız. Önümüzdeki 30-40 yıla baktığımızda Afrika’da nüfus çok hızlı biçimde artıyor. Nijerya’da inanılmaz bir nüfus artışı söz konusu. Bu insanların batıya göç baskısı azalmayacak. Yani mesele sadece Suriye ile ilgili değil. O konjonktürel bir mesele. Düşünün sadece mülteci sayısının 2017’den 2018 yılına kadar 500 bin artığı bir dünyadan bahsediyoruz. Bunun ötesinde Batıya yönelen yoğun insan toplulukları daha da artacak. Dolayısıyla sorunları yerinde çözüp, dünyayı daha adil bir noktaya getiren, özellikle yeraltı zenginliklerini ve batıdaki zenginlikleri paylaşan bir anlayış geliştirmedikten sonra bu sorunlardan hiçbir zaman kurtulamayacağız.

Mültecilerin hayalleri özellikle Avrupa’ya ulaşabilmek. Daha rahat yaşam, demokrasi, insan hakları vs. İyi de orda da karşımıza kapıların kapanması dışında faşizm dalgası ve islamofobi kavramı çıkıyor. Hangisi daha tehlikeli?

“İSLAM DÜŞMANLIĞI SADECE MÜSLÜMANLARI TEHDİT ETMİYOR!”
İkisi bir bütün aslında. İslam düşmanlığının daha tehlikeli boyutlara ulaştığı nokta zaten liberal demokratik devletlerin bittiği nokta olacaktır. Dolayısıyla İslam düşmanlığı sadece Müslümanları tehdit etmiyor, ikinci dünya savaşı sonrası batı dünyasında geliştirilmiş toplumsal düzenlerin bütününü tehdit ediyor. Bunun ötesinde tarihi süreçte gelişen ve toplumun tabiri caizse alt bilincine yerleşmiş ve günümüzde birçok ülkede orta sınıfın kültürüne girmiş bir İslam düşmanlığı batı dünyasında artıyor.

Haçlıdan gelen bir zihniyet mi bu?

Haçlıdan da önce gelen bir şey aslında. İslam dünyasının ve Müslümanların Hristiyan toprakları işgal ettikleri, batıya karşı tehdit oluşturduğu, batıda artan Müslüman nüfusun içerden işgali getireceği ve bu tehdidin ortadan kaldırılması gerektiği inancı popüler. Osmanlı ordularının Viyana kapılarına kadar yanaşmaları, bundan önce Müslüman orduların yüzyıllarca İspanya’da hüküm sürmüş olmaları ve Toulouse’a kadar gelmeleri Batı dünyasının kültürel kimliğine negatif olarak kazınmış durumda. Diğer taraftan Almanya, Polonya, Macaristan gibi ülkeler Britanya ve Fransa gibi imparatorluk tecrübesini yaşamadılar. Mesela Almanya, Britanya gibi imparatorluk ruhunun gerektirdiği şekilde başka topluluklarla yaşama tecrübesi edinmedi. Fransa’nın büyük insanlık suçları var ama sonuçta bu suçları işlerken de farklı toplumlarla yaşamayı saydıklarımdan daha fazla öğrendi.

“AVAM KESİM KOLAY ÇÖZÜM ARAR”
Ekonomik rekabetin arttığı vasıfsız insanlarla vasıflı insanlar arasında gelir uçurumlarının oluştuğu dönemlerde özellikle alt sosyo-ekonomik grubun kendini hayatta kaybetmiş gibi algılaması söz konusu. Şimdi ne diyorlar, onlar geldiği için başımıza şu şu sıkıntılar geliyor. Onlar geldiği için iş bulamıyoruz, onlar geldiği için statümüzü kaybedeceğiz, yabancılaşıyoruz vs… Bakın sonuçta mesele sadece yenilmiş olmak değil. Mesele yenilebileceği psikolojisine sahip olmak. Örneğin Almanya’da mülteci krizinin zirvesinin yaşandığı Mart 2015’te Baden Württemberg’de yapılan eyalet seçiminde ırkçı parti yüzde 15 oy aldı. O eyaletin bazı bölgelerini özellikle inceledim. Kişi başına düşen gelirin 60 bin Euro olduğu bölgelerde bile ırkçı partinin yüzde 15 oy alabildiğini gördüm. Toplumun üst sınıfı neden bu partiye oy veriyor? Çünkü statülerinden korkuyorlar. Irkçı olmamalarına rağmen protesto oyu kullanıyorlar. Fakat bu zamanla siyasal kültürü zehirliyor. Avam kesim kolay çözüm arar. Kolay çözüm sunan bunu aynı zamanda sert bir dille ifade eden siyasetçiyi de tercih eder. Çünkü bu kişiler çok kolay reçeteler sunarlar. İnsanlar çok kompleks şeyler düşünmek istemezler. Çok kolay reçeteler sunuyorsa ve o ona inandırıcı geliyorsa onu tercih ederler. Bunun doğru çözüm olmadığını zamanla görürler.

“BATIDA SADECE İSLAM DÜŞMANLIĞI SADECE OTORİTERİZM GELİŞİYOR DENEMEZ.”
Almanya’da ırkçı parti yüzde 15 oy ortalamasına kavuştu. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde geçmişte aldıkları oyları yakalayamadılar. Niye? Çünkü millet bunların slogan atan partiler olduklarını ancak kompleks meselelerin altından kalkacak birikime ve siyasi programa sahip olmadıklarını gördü. Bu aslında demokrasiler için de bir fırsat. Olaya sadece tek boyutlu bakamayız. Batıda sadece İslam düşmanlığı sadece otoriterizm gelişiyor denemez. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa lehindeki güçlerin, oyların üçte ikisini aldığını da göz ardı edemeyiz.

Bu süreç Avrupa’yı nereye götürecek?

“TÜRKİYE’DE VAR OLAN HRİSTİYAN, YAHUDİ DÜŞMANLIĞINI DA GÖZ ARDI ETMEMELİYİZ.”
Avrupa’da sorunlar azalmayacak, artacak. 2. Dünya Savaşı sonrası liberal bir anayasal hukuk düzeni oluşturuldu. Nispeten başarılı oldu. Tüm dünya için standartlar kondu. Ama çoğunluk toplumun belli kesimlerinin ona entegre edilmemesi durumunda bu düzenin altının oyulmaya başlandığını görüyoruz. Yabancılar geliyor, yabancılara hak verilmesin deniyor. Müslümanlar geliyor, eşit haklar verilmesin deniyor. Geçen Slovakya’da Müslümanlar dini cemaat statüsüne erişemesinler diye mevzuat değiştirdiler. Bu aslında korkuların bir tezahürü. İsviçre’deki minare yasağı gibi. Tabi İslam düşmanlığı ile mücadele ederken aynı duruşu Hristiyan düşmanlığı ve Yahudi düşmanlığı ile ilgili de geliştirmek durumundayız. Türkiye’de var olan Hristiyan düşmanlığını, Yahudi düşmanlığını da göz ardı etmemeliyiz. Yani etnik veya kültürel kaynaklı ırkçı eğilimler sadece batılılara has bir durum değil maalesef.

Aynısını biz Suriyelilere yapabiliyoruz sanırım.

Tabi insan yabancı olandan endişe eder, bazı etkenlerle birlikte korku da geliştirebilir. Bu insanın doğasında olan bir şey.

İsrail’i de konuşmak istiyorum. Şu çok garip değil mi? Hitler Almanya’sının mağduru olan Yahudiler ve İsrail hükümeti Batı’da faşizmin yükselmesinden fayda sağlıyor. Ve Filistin halkına yaptıkları da ortada. Bu çelişkiler kimseyi rahatsız etmiyor mu?

“İSRAİL İKİLİ DEVLET MODELİNDE SAMİMİ DAVRANARAK KENDİ VARLIĞINI VE GELECEĞİNİ DE TEMİNAT ALTINA ALABİLİR.”
Orada ciddi bir çıkmaz var. Oldu bitti ile İsrail devleti kurulmuş ve Filistinliler gün geçtikçe daha fazla köşeye sıkıştırılmış, marjinalleştirilmiş. Şimdi buna hakkaniyet adına çözüm bulmamız maalesef güç dengeleri itibarıyla gerçekçi görünmüyor, dünya gerçekleri farklı işliyor maalesef. İsrail’de yaşayan bir bireyi düşünün. Bugün 35- 40 yaşında. O da diyor ki ‘ne yapalım, artık burası bizim, kimseyle paylaşamayız.’ Bu yaklaşımın barış getirmesi mümkün değil tabi. Öte yandan Gazze’yi açık cezaevine dönüştüren ve bunun ötesinde Filistinlilerin yaşadıkları bölgeleri de yaşanmaz kılan bir İsrail devleti söz konusu. İsrail iki devletli yaklaşımı zaten adeta ortadan kaldıran politikalar takip etti on yıllarca. Bunun dışında da Filistinlilerle birlikte ortak sadece bir dine, bir ırka mensup insanların değil orada tüm bölgede yaşayan insanların ortak devleti olma konusunda bir anlayış geliştirmedi İsrail çoğulcu ve demokratik bir sistem ile Filistin halkıyla çoğrafyayı paylaşan ve eşit haklar temin eden bir devlet olarak veya ikili devlet modelinde samimi davranarak kendi varlığını ve geleceğini de teminat altına alabilir. Ama diyor ki ‘kolayı var, ben güçlüyüm. Elimde her türlü silah var. Başta ABD olmak üzere batı dünyası da yaptığım zalimlikleri göz ardı ediyor, bana destek veriyor.’ Gelinen noktayı yine mülteciler üzerinden özetleyelim. İsrail’in izlediği politikalar ve dünyanın bu noktadaki sessizliği sebebiyle Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu’nun (UNRWA) yetkisi altında bugün 5,5 milyon Filistinli mülteci yaşam mücadelesi vermektedir.

ABD’den ve Trump yönetiminden de destek alıyor.

“İSRAİL ABD’NİN GÜCÜYLE, BATI DÜNYASININ GÖZ ARDI ETMESİYLE NETİCE ALABİLECEĞİNİ DÜŞÜNDÜĞÜ SİYASETİNİ SÜRDÜRÜYOR”
İsrail’in elinde her türlü güç var. Böl, parçala, yönet. Onun dışında terör estirdi bahanesiyle onları elimine et, ortadan kaldır. O halkın feryadını, acısını tamamen göz ardı et. İki devletli çözümü 1948 sürecinden sonra herkes öncelemişti. İsrail bu olanağı adeta ortadan kaldırdı. Artık çözümsüzlükle karşı karşıyayız. Bu çözümsüzlüğü daha da ileri noktaya taşıdılar. Mısır ve Suudi Arabistan’la anlaşarak, Filistinlilere bir koridor açıp çöle gitsinler, kendi devletlerini kursunlar diye bir süreç işletmeye çalışıyorlar. Bu insanlık suçudur. Ama o ülkeler de insan hakları, hak, hukuk ve adalet noktasında yeterince nasiplerini almamış ülkeler oldukları için bunları yapabiliyorlar. İsrail de Amerika’nın gücüyle, batı dünyasının göz ardı etmesiyle netice alabileceğini düşündüğü bu siyasetini sürdürüyor.

Tüm bu söylediklerinizle kazanan olacak mı?

Hayır, böyle giderse hep beraber kaybedeceğiz. Ancak bütün medeniyetlerin ortak doğrularına birlikte kanaat getirirsek ve bu noktada da güçlü koalisyonlar oluşturma yolunu tercih edersek daha yaşanabilir bir dünyayı bizden sonraki nesillere bırakabiliriz.

Connect with Me: