Ekranları Başında Bizleri Takip Eden Saygıdeğer Vatandaşlarımız,

Çok Değerli Basın Mensupları,

Hepinizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum,

Bugün Plan ve Bütçe Komisyonunda Dışişleri Bakanlığı’nın bütçesi görüşülüyor. Ben de bu çerçevede DEVA Partisi adına görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşacağım. Ülkemize hayırlı olmasını dilerim.

Malumunuz, ülkemiz her alanda olduğu gibi dış politikada da oldukça hassas bir dönemden geçiyor.

Bir yanda gündemde çok yer almasa da tüm şiddetiyle devam eden Rusya-Ukrayna savaşı; diğer yanda İsrail’in dünyanın gözleri önünde Filistin’de uyguladığı büyük bir mezalim; Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki çatışmalar sebebiyle bölgede sürekli devam eden gerilim; Irak ve Suriye gibi komşularımızda bir türlü tesis edilemeyen istikrar, gün geçtikçe daha fazla uzaklaştığımız AB kriterleri ve adeta ateş çemberinin ortasında hem siyasi hem de ekonomik istikrarını sürdürmekte zorlanan ülkemiz.

Değerli vatandaşlarımız,

Doğru bir dış politika o ülkenin hem yakın komşularına hem de kendi vatandaşlarına barış ve huzur olarak geri dönecektir.

Maalesef bugün Türkiye bölgesinde güçlü, saygın, sözü dinlenen ve krizlerin arabulucusu olabilecek kadar güven veren bir ülke konumunda değildir.

Bunun en güçlü örneği Gazze’de yaşanan büyük insanlık trajedisi karşısında etkisiz halimizdir

Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir mezalim yanı başımızda yaşanırken; İsrail tanklarla, uçaklarla, en ölümcül silahlarla, kullanılması yasak olan kimyasal silahlarla topyekün Filistin halkına saldırmışken elbette susacak değiliz.

Daha önce sayın Genel Başkanımızın da ifade ettiği gibi biz hakkın, vicdanın ve adaletin yanındayız. Biz elbette Filistin Halkı’nın haklı davasını destekliyoruz.

Değerli basın mensupları,

Bugün iktidara şu soruyu sormak zorundayız; “Yanındayız” demekle, lanet etmekle, söz söylemekle Filistin halkı için bir şey yapmış oluyor muyuz? Filistin’deki katliamları, yaşanan büyük dramları durdurabiliyor muyuz?

Sıradan insanlardan, vatandaşlarımızdan bahsetmiyorum elbette. Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında insanlar sokaklarda İsrail’in katliamlarını protesto ediyorlar ve özellikle kendi hükümetlerinin tutumunu eleştiriyorlar. Bu takdire şayan bir tutumdur.

Ancak bir ülkenin hükümetini oluşturan partisi “Büyük Filistin Mitingi” düzenleyerek Filistin için bir şey yapmış olur mu?

Hayır. Maalesef. Açıkça görüyoruz ki elimizden hiçbir şey gelmiyor.

Bu pervasızca katliam karşısında Türkiye’nin bu katliamı durdurabilecek maalesef hiçbir ağırlığı yok. 

Elbette insani yardım husussunda hükümet elinden geleni yapmaya çalışıyor.

Değerli basın mensupları,

Gazze’de yaşanan katliamlara son vermek amacıyla Kahire, Riyad ve İstanbul’da düzenlenen 3 büyük uluslararası toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantılarda maalesef hiçbir ciddi yaptırım kararı alınamadı. Riyad’da 57 ülkenin katıldığı Arap Birliği ile İslam İşbirliği Teşkilatı ortak zirvesine sunulan bölgedeki ABD üslerinin kullanılmaması, İsrail’e silah ve askeri malzeme sevkiyatının durdurulması, ambargo uygulanması, diplomatik ilişkilerin kesilmesi gibi öneriler neden kabul edilmedi?

Türkiye’nin bu konulardaki tutumu nedir?

Meseleyi haçlı – hilal meselesi olarak niteleyenler bu büyük çelişkiyi nasıl izah edecekler?

İslam dünyasının hali ortadayken ve istisnasız tüm Avrupa ülkelerinde ve Birleşik Devletlerde ve Latin Amerika’da yüzbinlerce Hristiyan sokaklara dökülmüşken, İsrail’in insanlığa karşı işlediği suçları Haçlı-Hilal meselesi gibi dar ve sığ bir alana sıkıştırmayı çok tehlikeli buluyorum.

Cumhurbaşkanı’nın bu dilden vazgeçmesini talep ediyorum.

Sayın Cumhurbaşkanını şu sorulara cevap vermeye çağırıyorum;

  • 7 Ekim’den bu yana Türk limanlarından İsrail limanlarına 300’e yakın yük gemisinin —jet yakıtı dahil— akaryakıt, çimento, gıda, demir çelik taşımasını; ayrıca her gün düzenli hava kargo seferleri yapılmasını nasıl izah ediyorsunuz? 
  • Türkiye’nin İsrail’in – kuvvetle muhtemel askeri sanayisi için de – kullandığı demir çeliğin yüzde 65’ini tedarik etmesinin bir açıklaması var mı?

Değerli vatandaşlarımız,

Hakkı dile getiren her söz bizim için kıymetlidir. Hakkı söyleyen kim olursa olsun biz hakkın yanında oluruz; söyleyenin kim olduğuna bakmayız.

Ancak bir ülkenin ağırlığı liderinin söylediği güzel sözlerden değil, yaptırım gücü ve uluslararası saygınlığından gelir.

Bugün Türkiye maalesef derin ekonomik sıkıntılar, korkunç adaletsizlikler ve anayasal krizlerle boğuşan zor durumda bir ülke konumundadır.

Bir ülkenin saygınlığı, o ülkenin demokrasi kültüründeki gelişmişliğine bağlıdır.

Demokrasi ve hukukun üstünlüğü listesinde dünyada en son sıralarda yer aldığını dünya alem bilirken dünyaya adalet dersleri vermeyi kim ciddiye alabilir?

Kendi halini düzelt derler ve maalesef bazıları sesli bazıları da sesli olarak diyorlar.

Dünya beşten büyüktür derken, Türkiye’nin de birden büyük olduğunu kabul etmeyen bir anlayışla Türkiye yönetilmeye çalışılmıyor mu?

Bu adaletsiz, hak ve hukuk tanımaz anlayışla mı dünyayı adalete çağırıyorsunuz?

Sadece yürütmenin başı değil, yargıyı ve yasamayı kendisine bağlamış olan, yetmedi bir de ‘Milli Yargı’ safsatalarıyla tüm kurumları emir-komuta sistemine tabi kılan, açıkça kuvveler birliğini savunan, çoğulcu demokratik kültürü yok eden, hukuk devletini her gün yeni skandallarla sarsan, kanun devleti iddiasını bile telaffuz edemeyecek hale getiren bir tutumu sürdürerek mi dünyada saygınlık bekliyorsunuz?

Sesiniz gür çıkınca, sözünüzün değerinin de mi gür olduğunu zannediyorsunuz?  Maalesef imkansız.

Ve bu sebeplerle ne yazık ki Türkiye’nin sözlerinin uluslararası düzeyde ağırlığı yoktur.

Keşke Türkiye’nin muhataplarının üzerinde etki edebilecek bir gücü olsaydı da Filistin’de yaşanan katliamları durdurabilseydik, barış için etkili bir siyaset geliştirebilseydik.

Değerli Basın Mensupları,

Bu çerçevede yine hatırlatılması gereken konu Uygur Türkleri’nin yıllardır yaşadıkları büyük dram. Maalesef Çin’de devlet eliyle büyük suçlar işleniyor ancak bu hükümetin gündeminde değil.

Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde çok ciddi boyutlarda insan hakları ihlalleri yaşanırken, dünyanın dört bir yanından Uygurlar için sesler yükselirken, Hükümet Uygurlar için bırakın adım atmayı, tek bir kelime dahi etmiyor!

Bu sessizliğinizin ve duyarsızlığınızın sebebi nedir?

İktidarın bu sorulara cevap vermesi gerekir.

Değerli Basın Mensupları,

Türkiye dış politikası denince akla ilk gelen konuların başında elbette milli davamız Kıbrıs ve bunun da bağlantılı Ege ve Akdeniz politikamız gelmektedir.

DEVA Partisi olarak Türkiye’nin Ege ve Akdeniz’de meşru egemenlik haklarının korunduğundan emin olmak istiyoruz.

Akdeniz’deki yetki alanlarımız da meşru haklarımız da bizim için vazgeçilemezdir. Fakat ne yazık ki Akdeniz’de doğalgaz arama çalışmalarımız durduruldu. Ve bunun nedeni kamuoyu ile paylaşılmadı. Her vatandaş gibi biz de “Acaba 7 Ekim öncesi İsrail ile yakınlaşma politikasının bir sonucu olarak mı Akdeniz’de doğalgaz arama çalışmalarımızdan vazgeçildi?” sorusunu sormadan edemiyoruz.

Ayrıca, Yunanistan’ın Ege ve Akdeniz’de dengeleri bozacak şekilde giderek güçlenmesini görmezden gelmememiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum.

İki komşu olarak, tarihi ve kültürel ortaklıklarımızın yanında ekonomik alanda da yeni iş birliklerinin önünü açacak politikalar ortaya koymalı ve on yıllara sari gerginlikleri geride bırakacak yeni bir sayfa açmalıyız.

Öte yandan, Kıbrıs’taki çözüm süreci de çıkmazda. Kıbrıs Türklerinin meşru haklarının sürekli göz ardı ediliyor olması kaygı vermektedir. KKTC’nin dünyadan izole edilmiş durumu maalesef devam ediyor.

3 Kasım’da Astana’da Türk Devletleri Teşkilatı zirve toplantısı yapıldı. Bu toplantıya gözlemci üye yapıldığı duyurulan KKTC her nedense ev sahibi Kazakistan tarafından toplantıya davet edilmedi. 2020’de duyurulan KKTC’nin de davet edileceği bir Doğu Akdeniz Bölgesel Konferansı da maalesef rafa kalkmış durumda.

Bu hususlarda hükümetten ikna edici açıklamalar bekliyoruz.

Değerli Basın Mensupları,

Suriye Politikamız tüm ezberleri bir kenara bırakarak tekrar masaya yatırılması gerekir.

Bir yandan Türkiye’deki milyonlarca Suriyeli sığınmacı ciddi bir toplumsal mesele haline gelmişken ve geri dönüş perspektifi adına bir yol haritası yokken, diğer yandan Suriye’de giderek güçlenen terör örgütünün varlığı ortadayken Suriye politikasının anlık manevralarla, bireysel hırslarla, iç siyasete mesaj verme kaygılarıyla değil, ciddi bir analiz ve gerçekçi bir vizyon ile Suriye’de kalıcı bir çözüm hedefiyle ele alınması gerekmektedir.

Suriye’de kalıcı çözüm tüm etnik ve dini grupların Suriye yönetiminde temsilinden geçmektedir. Bunun için çatışmaları değil Anayasa sürecini, siyasi ve diplomatik yöntemleri önceliyoruz. Suriye’de her türlü terör tehdidinin ortadan kaldırılması ve Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönebilmeleri buna bağlıdır. 

Değerli Basın Mensupları,

Geçen hafta yayınlanan AB Komisyonu’nun 25. Türkiye Raporu’yla Türkiye’nin AB’nden giderek uzaklaştığı maalesef tekraren ortaya koyulmuştur.

Derinleşen bir ekonomik krizin ve yüzlerce milyar dolarlık borcun ortasındayken, Merkez Bankası rezervlerinin durumu meydandayken, acilen ihtiyaç duyduğumuz gümrük birliği güncellenmesi ihtiyacı açıkken, vize serbestisi konusu tıkanmışken, AB’yle ilişkilerimizi çıkmaza sokmanın yine içerde oy toplamaya yönelik bir kolaycılık olduğu açıktır.

Görünen o ki Hükümetimiz AB’yle gümrük birliğinin güncellenmesini ve vize serbestisinin sağlanmasını gelecekte de mümkün görmüyor.

Türkiye-AB ilişkilerinin artık yeni bir döneme geçerek, “iş birliği” yerine “mecburi angajman” ve restleşme dönemine girdiğini ve bunun Türkiye’ye yarar sağlamayacağını açıkça ifade etmek istiyorum.

Komisyon raporunda Türkiye’ye ayrılan bölümdeki olumsuz tespitler, iddialar ve görüşler gayet açıktır. Türkiye’nin AB’nin demokrasi ve hukuk devleti kriterlerine meydan okuması ilişkilerin geleceği için karamsar bir tablo yaratmaktadır.

Hem siyasi hem hukuki hem de ekonomik anlamda daha müreffeh bir Türkiye için, insanımızın adaletten eğitime, tarımdan ticarete her alanda daha yüksek standartlara ulaşabilmesi için Avrupa Birliği yolu Türkiye’nin asla yok sayamayacağı ve kesip atamayacağı bir yoldur.

Her seferinde AB rapor ve açıklamalarını tepkisel bir tutum ile “hükümsüz” saydıktan sonra uzun uzadıya reddiye yazmak yerine daha yapıcı bir yaklaşım ortaya konulması Türkiye’nin menfaatlerinin gereğidir.

Değerli Vatandaşlarımız,

ABD ile ilişkilerimizin önemi izahtan varestedir. Ancak, bu ilişkiler son yıllarda adeta çürümeye terkedilmiştir. Türkiye, ABD tarafından ciddiye alınmak isteyen, mütemadiyen tekrarlanan “ulusal çıkar ve beka” söylemiyle öfke nöbetleri geçiren bir ortak ve müttefik görünümü vermektedir.

Suriye meselesinin başladığı 2011 yılından bu yana ABD’yle ilişkilerimiz istikrarlı şekilde bozuluyor; bu sürece Trump yönetimi de dahildir.

Uzun bir sorunlar listemiz var: Halkbank davasından F-35’lere ve F-16’lara, Kuzey Suriye’den S-400’lere, İsveç’in NATO üyeliğine ve uygun şartlarla kredi aramaya uzanıyor bu liste.

ABD ile ilişkilerimizin tekrar düzelmesi ulusal menfaatlerimizin gereğidir.

ABD’nin özellikle milli güvenliğimiz ile ilgili birçok yanlış tutumu karşısında etkisiz olduğumuz da bir gerçektir.

Bu bağlamda hükümetin şu sorulara cevap vermesini bekliyoruz:

ABD’yle devlet başkanı düzeyinde hangi nedenle ikili ziyaret yapılmasına ara verilmiştir?

1980’li yıllarda Türkiye’de montaj üretimi yapılan F-16 muharip uçaklarını artık satın almakta bile neden bu kadar zorlanıyoruz?

ABD’yle ilişkilerimizin doğru yönde ilerlediğine inanıyor musunuz? Öncelediğimiz ikili ticaretin artmasının siyasi, askeri, stratejik, teknolojik, ekonomik ilişkilere hangi somut katkısı olmuştur?

Aziz Milletim,

Türkiye, uzun zamandır hem Batı’yla hem Rusya’yla dengeli bir ilişki kuramıyor.

Kısa vadede al-ver ilişkisine dayalı kazanımlar, orta ve uzun vadede, ortak değerlere ve ilkelere dayanmadığı için sürdürülemez.

Bu garip halin sonuçlarını Kuzey Suriye’de 36 askerimizi şehit vererek yaşadık. Türkiye elbette Rusya’yla dengeli ve karşılıklı çıkara dayalı ilişkiler kurmalıdır. Fakat, bugünkü görüntü bu yaklaşımdan çok uzaktır.

Bu durumun Türkiye’nin yüksek çıkarlarıyla uyumlu olmadığını hatırlatmak isteriz.

Rusya’dan 2,5 milyar dolar bedelle satın aldığımız, ancak yıllardır depoda bekletilen S-400 sisteminin “bir çamaşır makinesinden fazlası olduğunu” Sayın Milli Savunma Bakanı bütçe görüşmeleri sırasında ifade etti.

O halde şu soruların hükümet tarafından cevaplanması gerekir;

S-400 sistemini büyük meblağ karşılığı almanın Türkiye’ye sağladığı somut kazanım nedir?

Hangi somut tehditler bu sistemin alınmasıyla bertaraf edilmiştir?

S-400 sistemi alındıktan sonra Türkiye’ye teknoloji transferi yapıldı mı?

Değerli Basın Mensupları,

NATO’nun yeni üyelere kapı açması önemli gündem maddelerimizden birisidir.

DEVA Partisi olarak biz prensip olarak NATO’nun açık kapı politikasını desteklemekteyiz.

NATO’nun sağlamış olduğu caydırıcılığın Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından kritik önemde olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla bu ittifakın, önümüzdeki dönemde de güçlenerek yoluna devam etmesi Türkiye’nin dış politikadaki hedeflerinden biridir.

Ancak, özellikle son haftalarda Gazze’de yaşanan katliamlar ve savaş suçları karşısında ABD başta olmak üzere neredeyse tüm NATO üyeleri kabul edilemez bir tavır ortaya koymuştur.

NATO, Ukrayna-Rusya savaşında ortaya koyduğu tavrın tam tersi hareket ederek kurumsal düzeyde de tam bir çifte standart sergilemiştir.

Yine bazı NATO üyeleri Türkiye’nin terörle mücadelesine yeterince destek vermemekte, savunma sanayi işbirliği konusunda da Türkiye’nin hassasiyetleri yeterince dikkate alınmamaktadır.

İsveç’in NATO üyeliği onayı bağlamında da bu parametreler konusunda Dışişleri Bakanlığı ve İstihbarat Birimlerimizin de değerlendirmelerini dikkate alarak, Türkiye’nin çıkarlarını önceleyen bir anlayışla DEVA Partisi olarak mecliste bir tutum ortaya koyacağız.

Değerli Basın Mensupları,

Kıymetli Vatandaşlarımız,

Türkiye’de devlet ve kurumlar büyük bir hızla aşınıyor.

Kurumsallaşma ortadan kayboldu.

Devlette ilkeler, kurumsal kültür, şeffaflık ortadan kalktı.

Bu durum her alanda büyük bir yozlaşma yaratıyor.

Serinkanlı ve ülke menfaatini önceleyen; ilkeliliği, tutarlılığı ve sürekliliği gözeten düşünce yapısı yerini partizanlığa terk etti.

Siyasi atamalar bürokratik refleksleri felç etmiş durumda.

Dışişleri Bakanlığı da bu aşınmadan maalesef payını almış durumda.

Bu gidişata mutlaka dur denilmeli.

DEVA Partisi olarak bizler içeride adil, demokratik ve müreffeh; dışarıda ise güvenilir, itibarı yüksek ve sözü dinlenen güçlü Türkiye özlemi ile çalışıyoruz.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Connect with Me: