(Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün “Batı Avrupa Ülkelerinde Müslüman Azınlıkların Sorunları” konulu panelinde gerçekleştirdiğim açılış konuşması)

Bugün Fransa’da 6, Almanya’da 5,5, Hollanda’da 1 milyon ve Avusturya’da 600 bin olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin toplamında 21 milyonu geçen bir Müslüman nüfus yaşamaktadır. Bu topluluk arasında özellikle 60’lı yıllar sonrası kitlesel işçi göçüyle oluşan 5 milyona yakın Türkiyeli göçmen de bulunmaktadır. Avrupa’daki vatandaşlarımızla ilgili bu toplumsal realite anayasamıza da yansımış, 62. maddede yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının aile birliğinin, çocuklarının eğitiminin, kültürel ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması, anavatanla bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için devlete sorumluluklar yüklenmiştir. Bu anayasal sorumluluğun on yıllarca sadece kısmi olarak yerine getirilmiş olmasının ötesinde bugün Türkiye, konumu ve tarihî arka planı itibarıyla kendi vatandaşlarıyla birlikte Avrupa’daki Müslüman azınlığın meselelerine en fazla duyarlılık gösteren dünya üzerindeki tek ülkedir.

Bu gerçeklikten hareketle Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslüman azınlıkların sorunlarını ele alan her sözlü veya yazılı girişimde yüzeysel başlıkların, ideolojik kalıpların ve genellemeci yaklaşımların ötesine geçen, meselelerin özüne/detayına inen, siyah-beyaz arasındaki gri tonları görmeyi, tanımlamayı ve anlamayı amaçlayan, Batı Dünyası tarafından da ciddiye alınmak zorunda olacak, aynı zamanda uzmanlaşmayı teşvik edecek ve en önemlisi azınlık olarak Batı Avrupa’da yerleşik Müslümanların meselelerine de katkıda bulunabilecek düşünce ve önerilerin gelişmesinin önem arz ettiğini hatırlatmakta fayda var.

Bu çerçevede ilk olarak Batı Avrupa’da yaşayan Müslümanların sorunlarını ele alırken bir bütün olarak Avrupa bağlamında genel bir yaklaşımdan ziyade bu coğrafyada yer alan ülkeler arasında ortak belirginliklerin olduğu ve her bir ülkenin birbirinden ayrı şartlara; sömürge geçmişi, İslam dünyasıyla ilişkiler, göç ve din-devlet ilişkileri başlıklarında farklı tarihî tecrübelere ve dolayısıyla farklı normatif iddialara ve uygulamalara sahip olduğu tespitinde bulunabiliriz. Diğer taraftan Batı Avrupa’da yerleşik Müslümanlar dediğimizde, Batı Avrupa’nın yerlilerinin yanında Türkiye dışında Balkanlardan, Fas ve Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkelerinden, Pakistan, Hindistan ve Afganistan gibi Asya ülkelerinden göç etmiş Müslümanların beraberlerinde getirdikleri tarih bilinci, değer yargıları, kültür, örf ve âdetlerin bulunduğunu dikkate almak gerekir.

Bugün Müslümanların yaklaşık %50’si yaşadıkları Batı Avrupa ülkelerinin eşit haklara sahip vatandaşları hâline gelmişlerdir. Aynı zamanda göç eden Müslümanlar homojen bir topluluk olmadıkları gibi geldikleri ülkelerde de homojen bir toplumla karşılaşmamışlar, süreç içerisinde yerel toplumla şu veya bu ölçüde kaynaşmış, farklı oranlarda hibrid kültürel kimlikler ve ulusötesi aidiyetler oluşturmuşlardır.

Müslümanlara Yönelik Yaklaşımların Temel Belirleyicileri

Avrupa’da özellikle din-devlet ilişkilerini şekillendiren üç ana akım, yani Fransız laisizmi, İngiltere Anglo-Sakson seküleritesi ve Almanya’nın aksak nötralitesi Müslümanlara yönelik yaklaşımlarda farklı nispetlerde belirleyicidir. Aynı şekilde Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların karşılaştıkları yabancı düşmanlığı, ırkçılık, İslam karşıtlığı, dışlanma, katılım, dinî görünürlüklerin yasaklanması ve bireysel/kurumsal haklar gibi sorunları ülke özelinde farklı şekil ve derecelerde ortaya çıkmaktadır.

Batı Avrupa’da yaşayan Müslümanların sorunlarını ele alırken ilk olarak o ülkelerin Müslümanlarla ilgili temel yaklaşımını masaya yatırmamız gerekmektedir. Bu noktada öncelikle Batı Avrupa ülkelerinin çokkültürlü, çokdinli ve çoketnisiteli bir ortamda temel haklar konusundaki liberal anayasal iddialarının 60’lı yıllardan sonra oluşan Müslüman azınlıklar ile bir sınava tabi tutulduğunu ifade edebiliriz. Bu sınanma sürecinde ilgili ülkelerin Müslümanlarla birlikte kabuk değiştirdiğine, dönem dönem savrulduğuna, yerel çoğunluk toplumun da yeni toplumsal şartlara en az Müslümanların entegrasyonu/intibakı/katılımı (nasıl tanımlarsanız tanımlayın) kadar entegre edilmesi gibi sorunlarla karşılaştığına şahit oluyoruz.

Bu manzaradan hareketle geleceğe yönelik şu tahmin kendisini göstermektedir: Ya bu değerler Avrupa’da yaşayan Müslümanları da kapsayıcı bir şekilde kuramsal düzeyde de geliştirilerek, yasal ve idari düzenlemelerle siyaset, medya ve eğitim gibi alanlar güncelleştirilecektir; ya da Müslümanların “dışlanması” ile oluşacak çifte standartla bu ülkelerin kendi iddiaları bağlamında şimdiden öngörülemeyen uzun vadeli olumsuz sonuçlar ortaya çıkacaktır.

Avrupa’daki somut gelişmeler göz önüne alındığında bu ikilemin birçok farklı nedeni olduğu görülecektir.  Öncelikle Avrupa kültür mirasında saklı olan negatif İslam algısı Müslümanlarla ilişkiyi belirlemede temel faktör olarak gücünü hâlâ korumaktadır. Bu olumsuz algının baş etmeni olan oryantalist yaklaşım bugün de Müslümanlarla ilgili tartışmalara hâkimdir. Çocukluktan ergenliğe kadarki süreçte bireyin zihnini şekillendiren okullarda “İslam ve Müslüman” konularında yine oryantalist, selektif, Orta Doğu’ya, krizlere, şiddet ve teröre odaklı eğitimin verilmesi, toplumda nasıl bir bilincin oluştuğunu göstermektedir.

Konuyla ilgili Türkiye’de yapılan tartışmalarda hiç bilinmeyen ancak Avrupa’daki Müslümanların yaşadıkları ülkelerin kamusal alanlarında yer alma mücadelesinde önemli bir diğer husus, kiliselerin alan mücadelesidir. Müslümanların, daha doğrusu İslam dinî cemaatlerinin toplumda yer edinmesi ve kamusal alanda diğer dinî cemaatlerin sahip olduğu haklardan yararlanma ve böylelikle eşit muamele görme talebinde bulunması, seküler kesimlerin de laisizm temelli talepleriyle yerleşik kiliselerde var olan konumlarını kaybetme endişesi nedeniyle güç mücadelesini beraberinde getirmektedir.

Müslümanlar Çoğunluk Toplumu Kabul Ettiği Oranda Haklarını Elde Edebiliyorlar

Fransa’da Ulusal Cephe Partisi’nin anketlere göre Başkanlık seçimini kazanma ihtimali, Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük Partisi’nin en güçlü parti konumunda olması, Avusturya, Danimarka ve İsviçre’nin yanında Almanya’da Almanya İçin Alternatif Partisi’nin ülke çapında %14 oranında oy oranı edinmesi gibi örnekler, Avrupa ülkelerinde aşırı sağ popülist partilere desteğin arttığını ve İslam düşmanlığının orta sınıfı kuşatarak toplumsal kültüre dönüştüğünü göstermektedir.

Bu nedenlerden dolayı gerginleşen kamusal alanda Müslümanların dindarlığının kamusal alana yansıması olan başörtüsü, din dersi, helal kesim, kurumsal haklar ve cami inşası gibi Müslümanların hak mücadelelerinin hukuk üzerinden değerlendirilmekten ziyade politize edildiğini görüyoruz. Bu mücadelede aktif olan Müslüman tarafın devamlı tartışma dışına itilmesi çabasının “İslamcı” başlığıyla yaftalanarak kriminalize edilmeye çalışılması da ayrı bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.

Müslümanların ya Fransız, Alman veya İngiliz vatandaşı Hristiyan veya agnostikler gibi eşit muamele gördüğü, ya da sorunların görmezden gelinerek, ötekileştirildiği, çifte standartların oluştuğu iki alternatifli sürece baktığımızda demokratik çoğunluğun devamlı olarak çoğunluğun ve azınlığın eşitliğini hedefleyen hukuk devletine müdahale ettiğini ve ayrımcılıkları belirlediğini gözlemliyoruz. Bu gelişmede ayrıca temel hakların azınlıklar tarafından kullanılabilmesinin çoğunluk toplumunun kabulüyle ilişkilendirilmesi, temel hak ve hürriyetlere dayanan hukuk devleti ilkeleriyle uyuşmayan ayrı bir çelişkidir.

Batı Avrupa ülkelerinde Müslümanlara karşı egemen olan tutum ve yaklaşımları açıkladıktan sonra Müslümanların içinde bulunduğu duruma baktığımızda öncelikle Müslümanların Avrupa’ya göçünü ve sonrasında yaşanan gelişmeleri bugün dahi ne göç veren ülkelerin ne de göç alan ülkelerin doğru okuyabildiğini görürüz. 50 yıllık göç tarihi içerisinde Müslümanlar kanadında sosyal, ekonomik ve köken ülkedeki gelişmeler nedeniyle yaşanılan ülkede daimi olarak yerleşmeyi ifade eden kalıcılık perspektifi bireysel ve kurumsal düzeyde gelişmiştir. Oluşturulan dinî cemaatler ve sivil toplum kuruluşları bu dönüşümle uyumlu bir şekilde zaman içerisinde örgütlenmelerini gerçekleştirerek hizmetlerini yaygınlaştırmışlardır. İçinde bulundukları yabancı, Hristiyan ve seküler refah ortamı kimi birey ve kesimlerin dindarlaşmasını, kimilerininse sekülerleşmesini teşvik etmiştir.

Avrupalı Müslümanlar güncel durum itibarıyla kendilerini doğru konumlandırma, yaşadıkları ülkelerin asli unsurları olarak bu ülkelere karşı sorumluluk bilinci geliştirme çabası içerisindedirler. Ancak bunu yaparken baskı veya teşvik türünde tezahür eden zorlamalara, bu zorlama neticesinde kimlik evrilmelerine, Alman Müslümanlığı veya Fransız Müslümanlığı gibi yerel okumalarla tanımlamalara muhatap olmaktadırlar.

Müslümanların toplum içerisindeki konumlarını güçlendirmeleri için karşılaştıkları sorunların aşılması gerektiği aşikârdır. Müslüman kimliğinin Avrupa’nın geleceğinde de var olabilmesi için toplumsal yaşamda sadece bir etiket veya kültürel kimlik olmaktan öte bir anlam ifade etmesi, İslam’ın Avrupa’da yaşanılan bir din olarak da yer alması gerekmektedir. Almanya’da Cuma namazına gidenlerin oranının %40, İsviçre’de %15, Fransa’da Kuzeybatı Afrikalı Müslümanların %33 olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, dinî yaşamdan uzaklaşmanın söz konusu olduğu açıktır. Bu duruma sebep olan faktörlerin başında hiç şüphesiz Avrupa’daki sosyal koşulların ve egemen kültürün dinî yaşamı zorlaştırması gelmektedir.

Müslümanlarla ilgili sosyal sorunlara baktığımızda bazı temel yargıların maalesef gerçeği yansıttığını görüyoruz. Eğitim hayatında sosyal ve ekonomik statüyle ilişkili olarak yerel topluma kıyasla istatistiki bir başarısızlık söz konusudur. Her ne kadar anayasal düzene ve siyasal nizama yerel toplumdan daha fazla bağlı olsa da, Müslüman kesim arasında suç olaylarına karışanların oranı yüksektir. Aynı şekilde ekstremizm ve radikal görüşler yerel topluma nazaran daha fazla olmasa da fanatizme ve şiddete yönelen Müslümanların varlığı da bir gerçektir.

Aşılması gereken sorunlar bağlamında kurumsal düzeye geçtiğimizde, Müslümanların yaşadıkları ülkelerde kendi değerleriyle toplumsal veya kurumsal birer özne olmak için o ülkenin dilinde, kültüründe, idaresinde ve kurumlarında etkin olma hususunda zorluklar yaşadığını görüyoruz. Bu zorluğun sebepleri arasında bir taraftan ihtiyaç olan maddi imkânların yetersizliği yer alırken diğer taraftan da Müslümanları temsil eden kurumlarda talep ve sorunları takip ve aktarma görevi üstlenen nitelikli kişilerin eksikliği göze çarpmaktadır. Gerekli niteliklere sahip bazı kişilerin İslami gelenekten yeterince beslenmemesi, yerel sosyalizasyon sonucunda bu gelenekten farklılaşmalar, hatta komplekslere kadar götürebilecek yeni formlar geliştirmesi ayrı bir boyut olarak karşımızda durmaktadır.

Avrupa’daki Müslümanların yüz yüze olduğu sorunlardan bir diğeri de, zihin dünyalarını, toplumsal konumlarını ve kimlik tanımlamalarını şekillendirmede etkin rol oynayarak onlar üzerinde psikolojik ve sosyal baskı kuran egemen siyasi kültürün/toplumsal çoğunluğun talepleridir. Bu bağlamda İslam’ın dolayısıyla Müslümanların Batı Avrupa eseri olan Aydınlanma’dan yoksun olduğu iddiası ve bu sebeple eksikliklerin giderilmesi gerektiği sürekli karşılaşılan bir söylemdir. Bu temel algı Müslümanların çoğunluk topluma benzeşmesi gerektiğine ve asimilasyon beklentilerine kadar götürmektedir. Kültürel eksikliğe haiz ve benzeşme dayatmasıyla karşı karşıya kalan Müslümanların – temel haklar da olsa – toplumsal çoğunluğun kabul etmediği talepleri dile getirmemeleri gerektiği ise ayrıca ifade edilen bir husustur.

İki Uç Arasında Müslümanların Çözüm Arayışı

Tüm bu sorunlarla mücadele eden Müslümanlar için gelecekte kendilerini konumlandıracakları iki uç bir de orta yol bulunmaktadır. İki uç yol kapsamında Müslümanlar ya uyum veya entegrasyon adı altında kastedilen benzeşmeyi-asimilasyonu yaşayacak ve toplumda kültürel anlamda eriyecekler, ya da baskı ve taleplere karşı kendilerini korumak adına çoğunluk toplumdan ayrışarak gettolaşmayla dışarı kapanacaklardır. Bu çerçevede gündeme gelen köken ülkeye geri dönüşün ne kadar uygulanabilir bir yol olduğunu tarihî tecrübelere ve günümüzde yapılan anketlere bakarak değerlendirdiğimizde sadece küçük bir azınlığın bu yolu seçtiğini, çoğunluğun ise kalıcı olduğunu görürüz.

Avrupa’daki Müslümanların takip etmesi gereken orta yol ise, aktif bir Müslüman olarak siyasal, toplumsal ve kültürel kabul için katılım yoluyla pozitif mücadeledir. Müslümanlar ancak bu şekilde hem Avrupa toplumlarının içe kapanmadan kültürel olarak çeşitlenmesine, hem de kendi dinî değer ve kimlikleriyle toplumda yer almaya katkıda bulunabilirler.

Hem çoğunluk toplumun hem de Müslümanların dâhil olduğu süreçte Avrupa ülkelerinde ortaya çıkabilecek muhtemel çözüm yolunu ise şu şekilde formüle edebiliriz: Müslümanların katılımını artırıcı reform çabaları karşısında oluşan düşmanca refleksler ve bunların toplumsal kültüre dönüşmesi ancak elitler ve avam arasında Avrupa’nın çoğulculuğunu esas alan yeni bir toplumsal mutabakatla çözülebilir.

Köken Ülkelerin Rolü: Türkiye Örneği

Peki, bu çatışma/uzlaşma sürecinde Müslümanların geldikleri ülkelere ne gibi sorumluluklar düşmektedir? Bunu Türkiye örneğinde ele aldığımızda öncelikle Avrupa ülkelerine ve bu ülkelerde yaşayan vatandaşlarımıza yönelik yaklaşım ve tutumumuzun mercek altına alınması gerektiği ortadadır. Temel yaklaşım olarak Avrupa’ya karşı genelleştirici, oksidentalist, çatışmacı ideolojik yaklaşımların ve komplekslerin aşılarak kendi azınlığının orda yaşadığı bilinciyle nesnel ve reel bilgilere dayalı bir tutumun sergilenmesi ve bunu yaparken simetrik bir ilişkinin hedeflenmesi en temel ihtiyaçtır. Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza yönelik yaklaşımdaki hataları en açık şekilde ortaya koyan klişe ‘gurbetçi’ algısının aşılması bile bizi daha doğru sonuçlara götürecektir.

Girişte ifade ettiğim anayasal sorumluluğun yerine getirilmesi için yapılması gereken çalışmaların başında, başta devlet kurumları olmak üzere üniversite, siyasi partiler ve düşünce kuruluşlarında yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızla ilgili kapsamlı, nesnel ve ampirik bilgilerin üretilmesi yer almaktadır. Özellikle de siyasi partilerin seçim programı gibi metinlerinde yurt dışındaki vatandaşlarımızın meselelerine yer vermesi, konuların siyasal alanda yer almasını, takibini ve hesap verilebilirliğini sağlayacaktır. AK Parti’nin 1 Kasım seçimleri ve sonrasında gerek Seçim Beyannamesi gerekse de Hükümet Programında bu konuya geniş yer vermesi bir ilk olduğu gibi örnek teşkil etmektedir. Devlet politikaları kapsamında yurt dışı eğitim, kültür, din ve medya politikalarını da kapsayan kuşatıcı diaspora politikalarının oluşturulması, atılması gereken bir diğer adımdır. Türkiyeli göçmen nüfusunun sorunlarını takip ve ihtiyaçlarını gidermek için belirlenecek olan diaspora politikaları hedeflerinin uygulamaya geçirilmesi içinse ülkemizin ilgili ülkelerdeki kurumsal altyapısının güçlendirilmesi şarttır.

Sonuç: Birlikte Yaşamın Adil İnşası

İletişim ve ulaşımın artmasıyla geleneksel ulus devlet sınırlarının yapay hâle geldiği çağımızda Avrupa’da yaşayan Müslümanların içinde bulundukları durum ve yaşadıkları gerginlikler ülkemizin ilgili tüm aktörleriyle daha aktif olmasını gerekli kılmaktadır. İslam dinine mensubiyetleri nedeniyle çoğunluktan farklılaşan Avrupa’daki Müslümanların dinî hayat, kimlik ve katılım gibi konularda yaşadıkları sorunların adil bir şekilde çözüme kavuşturulması için Avrupa ülkelerine ve bu coğrafyada yaşayan Müslümanlara sorumluluklar düşmektedir. Bu sorumluluk ancak tarihî süreç içerisinde hukuki norm olarak şekillenen temel insan hak ve hürriyetleriyle ilgili ilkelerin tavizsiz bir şekilde uygulanmasıyla tam anlamıyla yerine getirilebilinir.

Mustafa Yeneroğlu

İstanbul Milletvekili, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı

SD-Dergisi

Connect with Me: