Sayın Devlet Bahçeli’nin cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesine dair sözleri, Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğü alanındaki bir haksızlığa ve ayrımcılığa dikkat çekmesi açısından önemlidir. Bununla birlikte, zaten tabii olması gereken bir hakkın hâlâ anayasal güvence altına alınmamış olması büyük bir ayıptır.
Cemevlerinin ibadethane olup olmadığı hususu, din ve vicdan özgürlüğünün temel ilkeleri bağlamında ele alınmalıdır. Din ve vicdan özgürlüğü, sadece bireylerin bir inanca sahip olma ya da olmama özgürlüğünü değil, aynı zamanda inançlarını toplu olarak ve aleni bir şekilde ifade etme, ibadetlerini yerine getirme ve bu ibadetler için gerekli mekânları kurma ve yönetme hakkını da kapsar. Bir inancın ibadethanesinin neresi olduğuna karar verecek olanlar, yalnızca o inancın mensuplarıdır. Devletin ya da başka herhangi bir otoritenin bu konuda bir tanımlama yapmaya veya bir inanç grubuna ibadethanesinin neresi olduğunu dayatmaya çalışması, laiklik ilkesine ve din özgürlüğüne aykırıdır ve açıkça bir ayrımcılıktır. Bu tutum, devletin tüm inançlara eşit mesafede durma ilkesini yok sayar.
Türkiye’nin artık bu kısır döngüyü aşarak, Alevi vatandaşlarımızın temel hak ve özgürlüklerine istisnasız bir şekilde saygı duyması ve bu hakları anayasal güvence altına alması gerekmektedir. Alevi vatandaşlarımızın ibadet mekânı olarak kabul ettiği cemevlerinin ibadethane olarak kabul görmesi ve saygı duyulması, bir lütuf değil, anayasal bir zorunluluk ve uluslararası insan hakları hukukunun bir gereğidir.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) bu yönde verdiği kararlar da Türkiye için bağlayıcıdır ve bu kararların gereği yerine getirilmelidir.
Unutulmamalıdır ki, toplumsal huzur ve barışın temel şartı, farklılıkları bir zenginlik olarak gören, çoğulculuk içinde birliği sağlayabilen bir anlayışın egemen kılınmasıdır.