Bir ihanet gecesi ve üç gencin kaybolan yılları: Neden 9 yıl beklediniz? [Karar]

Bu yazı, aradan geçen dokuz yıla karşın devam eden bu sessizliğin ortasında, hayatları o karanlık gecede altüst olan üç askeri öğrencinin -Nagihan Yavuz, Nimet Ecem Gönüllü ve Şüheda Sena Öğütalan’ın- trajik hikayesini anlatıyor.

15 TEMMUZ’UN TOPLUMSAL TRAVMASI

Temmuz 2016 gecesi, Türkiye tarihinin en sarsıcı anlarından biridir. Akşam saatlerinde şehirlerin semalarında jetler görülmeye başladığında, kimse bunun vatanına ve milletine bağlılık yemini edenlerin bir ihaneti olduğunu düşünmemişti. Tankların köprüleri tutması, askerlerin halka ateş açması, devlet kurumlarının basılması, TBMM’nin bombalanması… Her biri, toplumun hafızasında derin yaralar açtı. O gece yalnızca siyasal düzen değil, kolektif güven duygusu da tarumar oldu.

Camilerden sela sesleri yükselirken sokaklara inen insanlar canları pahasına bu hain darbe girişimini bertaraf etti.

16 Temmuz sadece kanlı bir darbenin başarısızlığa uğratıldığı gün değildi; aynı zamanda Türkiye’nin yargı sisteminin en ağır sınavının başladığı gündü.

Elbette darbeciler ve arkalarındaki güçler en ağır biçimde cezalandırılmalıydı. Çok bedel ödenmişti. İlk aylar şehitlerin yası, devlet kurumlarının Fethullahçı mahrem yapılanma tarafından nasıl bu kadar ele geçirilebildiğinin şoku ve darbenin başını çeken paralel devlet yapılanmasına karşı operasyonlarla geçti.
Aylar sonra Cumhurbaşkanı, “At izi ile it izi birbirine karıştı.” diyecekti. Çünkü yürütülen operasyonlarda, adaletin terazisi fazlasıyla şaşmış, masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkı ağır yaralar almıştı.
Kimse bu dosyaların detaylarına eğilmek, yargılananların masumiyet ihtimalini dile getirmek istemedi. Eleştiren “darbecileri savunmakla” ya da “FETÖ’cüleri korumakla” suçlanıyordu. Bu yaftalanma korkusu, gazetecilerden akademisyenlere, siyasetçilerden sivil toplum temsilcilerine kadar herkesi sessizliğe itti.

Böylece sayısız dosya, kamuoyunun denetiminden uzak kaldı.

Bu yazı, aradan geçen dokuz yıla karşın devam eden bu sessizliğin ortasında, hayatları o karanlık gecede altüst olan üç askeri öğrencinin -Nagihan Yavuz, Nimet Ecem Gönüllü ve Şüheda Sena Öğütalan’ın- trajik hikayesini anlatıyor.

Nimet Ecem Gönüllü: Afyonlu bir ailenin kızı olan Ecem, babasının askerlik görevi sebebiyle Temmuz 1995’de İstanbul’da doğdu, hayatını Isparta’da annesiyle birlikte geçirdi. Hep çalışkan, sevecen ve anaç ruhlu bir çocuktu, ailenin gözbebeğiydi. Dershanelerde hep başarılı oldu ve ücret ödemeden okudu. Şehit olan babasının üniforması askıda kalmasın diye Hava Harp Okulu’nu tercih etti.

Şüheda Sena Öğütalan: Nevşehirli bir ailenin kızı olarak Aralık 1995 yılında Balıkesir’de doğan Sena’nın çocukluğu Hava Kuvvetleri lojmanlarında jet sesleri altında havacılık aşkıyla geçti. Tıp fakültesini kazanabilecek kadar parlak bir zekâya sahipti. Babası asker olduğu için “asker ocağı peygamber ocağıdır” inancıyla büyüdü. Bu sebeple hayalini kurduğu pilotluğu ve Harbiye’ye gitmeyi seçti. Annesi onu devlete emanet etmenin gururunu yaşıyordu.

Nagihan Yavuz: Ocak 1995 yılında İzmir’de doğan Nagihan, Buca’da büyüdü, her zaman çalışkan bir öğrenci oldu, Anadolu Lisesinde okudu. Asker çocuğu olarak asker olmak, hava kuvvetlerine girmek istiyordu.

Bu çocukların hiçbiri hayatlarının hiçbir döneminde Fethullah Gülen yapılanması ile bir ilgisi olmamış, kendilerine dava süreçlerinde de FETÖ bağlamında bir suçlama yöneltilmemiştir.

TATBİKAT ZANNEDİLEN KARANLIK GECE

13 Temmuz 2016’da Yalova Hava Meydan Komutanlığı’nda rutin yaz kampındaydılar. Henüz 20 yaşında üç genç kız –Nagihan, Ecem ve Sena– yüzlerce erkek öğrenciyle birlikte yaz tatbikatlarını sürdürüyordu. 15 Temmuz’un o uğursuz gecesine kadar her şeyden habersizdiler. O gece saat 22.00 civarında, kamplarında “ani içtima” çağrısıyla toplanan öğrencilere, komutanları Ferhat G. “Kampın bu kadar rahat geçeceğini mi sandınız, şimdi size güzel bir tatbikat hazırladık” diyerek adeta hayatlarının en büyük yalanını söylemişti.

Öğrenciler gece yarısı, tam teçhizatlı olarak otobüslere bindirildi. Dağıtılan mermilerin gerçek olduğunu dahi anlayamamışlardı; zira eğitimlerde kullanılan mühimmatlar gerçeklerinden zor ayırt ediliyordu. Onlar için bu, sıradan bir gece eğitimiydi.

Saat 00.07’de Yalova’dan hareket eden otobüs, Sabiha Gökçen Havaalanı istikametine doğru ilerlerken, Ferhat Binbaşı’nın resmi bir emir okuyacağını belirterek başladığı o korkunç sözler her şeyi değiştirdi. “Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştur.”

Böylece darbe sözünü ilk kez otobüste duymuşlardı. Binbaşının ikinci cümlesi ise açık bir tehdit içeriyordu: “İnmek isteyen inebilir, ancak kurşunu en yakından yer.” Öğrenciler, o an “bir darbe teşebbüsünün içinde olduklarını fark ettiklerini” ifade ediyordu. Savcılık ifadelerinde ve mahkemede defalarca anlattıkları gibi, o andan itibaren yaşadıkları tek duygu, korku ve hayatta kalma mücadelesiydi.
20 yaşında, emir-komuta zincirine mutlak itaat ile yoğrulmuş öğrenciler için o an seçenek ya otobüste kalmak ya da ölmekti. Nagihan daha sonra ifadesinde “Gecenin karanlığında üzerimde üniforma varken bilmediğim bir yerde otobüsten bir kadın olarak zaten inemezdim, başıma her şey gelebilirdi, çok şaşırmış haldeydik.” diyecekti.

ORHANLI GİŞELERİ

Saat 01.25 sularında otobüsler Orhanlı Gişeleri’ne vardığında manzara karmakarışıktı. Yol ortasında araçlar, polis barikatları, öfkeli kalabalık… Megafon yankılandı: “Silahlarınızı bırakın! Teslim olun!” Daha bu sözler kulaklarda çınlarken her yönden kurşun sesleri yükseldi. Öğrenciler karanlığın içinde üzerlerinden geçen mermilerden korunmaya çalışıyordu.

“Birkaç adım attık ki sağ taraftan üzerimize ateş açıldı, yat emri üzerine hepimiz yere yattık, yere yatarken sol bacağımda soğukluk hissettim” diye anlatacaktı Sena otobüsten indikleri anı. Merminin izini daha sonra doktora gösterecekti.

O anda Ecem’in önünde Teğmen Emre “Yere yat!” diye bağırmıştı. Ecem bacağını tutup “Komutanım, gitmeyin” diye yalvarmış. “Bizi korumak isterken birkaç dakika sonra vurulduğunu öğrendim.

Bulunduğumuz alana yoğun ateş geldiği için biz de arkadaşlarımızla geriye doğru sürünmeye başladık ve yaklaşık 10 kişi yolun karşısına geçtik, korunacak fidan bulamadık ve tam o esnada kulağımın yanından bir mermi geçti.’’

Nagihan, üzerlerine açılan ateş nedeniyle sürünerek yolun karşı tarafına geçmeye çalışırken yanındaki bir arkadaşının vurulduğunu gördü. Bir mermi kulağının yanından öyle geçti ki, kısa süre işitme kaybı yaşadı. “Şok içindeydim, kafamı yerden kaldıramıyordum,” diyordu. O kargaşada Üsteğmen Ceyhun ve birkaç öğrenciyle birlikte bir otobüse sığındılar. Otobüs gece boyu yoğun ateş altındaydı. Ceyhun Üsteğmen dışarıya ateş ediyor, bir yandan da telefonla bir yerlere ulaşmaya çalışıyordu. Üsteğmen, şarjörü tutukluk yaptığında, elindeki diğer şarjöre mermi basmasını Nagihan’dan istedi. O da can havliyle “Yanlış hatırlamıyorsam MP5 şarjörüne” 5–6 mermi bastığını, fakat tetiğe dokunmadığını anlattı. El svapları temizdi, balistik raporlarında onun silahından çıkan tek kurşun yoktu.

Saat ilerledikçe kurşunlar azaldı ama gerginlik bitmedi. O esnada Kaynarca durağından taksiciler belirdi. Şoförler, öğrencilerin korkuyla kasılmış yüzlerine bakıp onların öğrenci olduğuna ikna olduktan sonra, “Sabaha kadar yanınızda bekleyeceğiz. Polis gelse de size ateş edemez,” dediler. Bu sözler, genç kadınların boğazındaki düğümü bir nebze çözdü. “O sıralarda telefonumdan Yüzbaşı Hasan D.’yi aradım, bizim burada ne yaptığımızı ne işimizin olduğunu sordum; varsa polise sığınalım yoksa ulaşabildiğimiz arkadaşlarla buradan gidebileceğimizi söyledim, o da bekleyin polislerle görüşürüz dedi” diye aktarıyor Ecem.

Sena ise “Biz yeni dikilmiş fidanları fark ettik, bunların arkasına yatarak kendimizi korumaya çalıştık.” diyor.

“Yüzbaşı Hasan D.’ye defalarca ulaşmaya çalıştık, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Bir arkadaşımız ‘Polis geldi, kurtulduk!’ diye bağırınca hepimiz koşarak polislerin belirlemiş olduğu araçlara bindik, tüfeklerimizi polislere teslim ettik.” diyor Ecem. O sırada Sena ve arkadaşları da yakındaki fidanların arasından çıkıp otobüslere koşuyordu.

Gece boyu çatışmalar sürdü ama öğrencilerin tek amacı kimseye zarar vermeden sabaha çıkmaktı.
Sonrası malum: Gözaltı, tutuklama, bir yıl sonra hazırlanan iddianame.

DOSYADAKİ GERÇEKLER

Dosyada, esasen yalnızca iki tanık beyanı bulunuyordu. Müşteki S. A., gişelerde “üniformalı bayan şahısların vatandaşlara hedef gözeterek ateş ettiğini” iddia etmiş, hatta bunların Ecem, Sena ve Nagihan olduğunu öne sürmüştü. Yaşı küçük müşteki F. T. ise, “Bayan bir askerin polise doğru ateş ettiğini” ve “Keskin nişancı kadın askerin kepçeciyi vurduğunu” gördüğünü söylemişti. Sonra F. T. beyanından vazgeçecekti, “Yaşım küçüktü, baskı altında ifade verdim,” diyecekti. Ancak bu ifadelerin, dosyadaki bilimsel ve somut veriler karşısında tutarlı kabul edilmesi zaten imkansızdı.

Zira Mahkemece de kabul edilen kanıtlar çok açıktı:

El Svapları: Olay sonrası alınan el svaplarının incelenmesi sonucunda, üç öğrencinin de ellerinde barut izine rastlanmamıştı. Bu, o gece tek kurşun bile sıkmadıklarının delilidir.

Balistik Raporları: Her üç öğrencinin de G-3 piyade tüfeği taşıdığı sabitti. Ancak yapılan balistik incelemelerde bu tüfeklerden atış yapıldığına dair tek bir tespit yoktur.

Bu bilimsel bulgular, kızların çatışmaya dahil olmadıklarını gösteriyordu. Ayrıca olayın geçtiği ortamın karanlık ve sürekli ateş altında olduğu dikkate alındığında, bir kişinin 30-40 metreden “net teşhis” yapabilmesi mümkün değildi. Sanık avukatları da “Zifiri karanlıkta, kurşun yağmuru altında, kafalarını dahi kaldıramazken görüş mesafesi olmadığını” ve öğrencilerin farklı yerlere dağılmış halde olduğunu defalarca vurgulamıştı.

Dosyada üç öğrenci arasında “maddi fiil” olarak kayda geçen tek hareket Nagehan’ın yoğun ateş altında, ölüm korkusu ile panik halinde, komutanın emriyle şarjöre 5–6 fişek basmasıydı. “Ateş etmedim” diyor, el svapları, balistik raporları ve kamera kayıtları da bu sözü doğruluyordu. Burada sorulması gereken soru, bu fiilin tek başına bir öğrencinin “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik icra hareketine katkı” sayılabilir mi?

MAHKEME SÜRECİ: YARGININ KÖRLÜĞÜ

Dosyada el svaplarının temiz çıkması ve balistikte bu öğrencilerin silahlarından atış tespit edilmemesi gibi bilimsel veriler bulunmasına rağmen, İstanbul 28. Ağır Ceza Mahkemesi, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçundan (TCK 309) ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmetti. Gerekçeli kararda üç kritik kabul öne çıkarıldı: Birincisi, öğrencilerin “iradi vazgeçme” göstermedikleri; eylemlerine son vermelerinin “suçu tamamlama imkânı ortadan kalktığı için” olduğu ve bu nedenle gönüllü vazgeçmeden yararlanamayacakları. İkincisi, tüm sanıkların “birlikte suç işleme kararı” ile hareket ettikleri ve fiil üzerinde “birlikte hâkimiyet” kurdukları, bu yüzden “müşterek fail” oldukları. Üçüncüsü, yaş ve statülerine rağmen “hata hükümlerinden” yararlanamayacakları, ayrıca “kanunsuz emir” bağlamında cezai sorumluluklarının bulunduğu (emrin suç amacıyla verildiğini bildikleri) yönündeki tespitlerdi.
Temyiz aşamasında Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararın “düzeltilerek onanmasına” hükmetti. Böylece “maddi-manevi unsurun gerçekleştiği” yönündeki çıkarımı benimsedi ve mahkûmiyetler kesinleşti.
Son kertede, dosyanın kendi verileri; silah kullanılmadığını, öğrencilerin hayatta kalma refleksiyle davrandığını ve “birlikte hâkimiyet” değil, dağınık ve pasif bir varlık sergilediklerini, somut ve etkili bir katkı sunmadıklarını, bilerek ve isteyerek anayasal düzeni ortadan kaldırma iradesine sahip olmadıklarını göstermektedir. İç Hizmet rejimi ve TCK’nın hata/kanunsuz emir hükümleri ve özellikle öğrencilerin bizatihi kendilerinin cebir/şiddet ve tehdit altında oldukları dikkate alındığında bu suçla ilgili “kast”ın da kurulduğu söylenemez. Böyle bir tabloda ceza yargılamasının temel ilkesi olan “Her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delil” eşiği karşılanmamıştı. Sonuç beraat olması gerekiyordu.

O anı hayal edin: Yirmi yaşında öğrenci, emir altında, ölüm tehdidiyle otobüse bindirilmişsiniz. Bir yanda halk, bir yanda komutanlar, ateş hattında. Yapabileceğiniz tek şey, hayatta kalmaya çalışmak.

ÇALINAN HAYATLAR

Bu hikâyenin asıl ağırlığı, sadece hukukta değil, insani boyutta saklıdır. O sebeple dosyalarını inceledikten sonra üçüyle de tanışmak istedim. Elbette yine çok geç kaldığımın bilincindeydim.

Nagihan, haklı bir tepki içindeydi. Yaklaşık bir saat boyunca bana fırsat vermeden sorular sordu, niyetimi anlamaya çalışıyordu. “Neden 9 yıl beklediniz?” sorusunda çok haklıydı, elbette gerekçem çoktu ama bu genç kadının çalınan ömrü ve hayalleri karşısında olası cevap beni bile ikna etmeyeceği için sustum.

Aslında bu soru sadece bana değil, hepimize yöneltilmişti.

Onurlu bir kızdı karşımda oturan. Tepkisini nezaketle dile getiriyor, kırgınlığını içine atmıyordu. Onun gözlerinde, bir toplumun kendi evlatlarına sırtını dönmesinin yorgunluğunu görebilirdiniz. Bu yüzden bana güvenmemekte haklıydı. Hatta ikinci kez görüşmeye gelmeme şaşırmış, “Çıkmış gelmiş işte, bir daha gelmez zaten?” diye düşünmüş. Haklıydı. Öyle bir ihanet yaşamıştı ki, iki koğuş arkadaşı ve can dostları dışında ancak ailelerine güven kalmıştı. Zaten cezaevinde yıllar geçtikçe, “Artık bizi kimse hatırlamaz.” kaygısı ağırlaşıyordu.

Ecem, annesinin ifadesiyle cezaevine girdiğinde çocuk bakışlı bir genç kızdı; şimdi otuz yaşında, genç bir kadın. Cezaevindeyken Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı, ama sınav kağıtları gönderilmediği için mesafe alamadı. Ziyaretimde bana “Ne doğru dürüst sevebildim ne de hayal kurabildim.” deyince sordum: “Yani hiç birisini sevmedin mi?” O, “bulunduğumuz şartlarda ne anlamı var ki… Sevgimizi yaşayamadıktan sonra.” derken içim burkuldu.

Sena’nın hikâyesi bir başka trajedi. Cezaevinde Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirmiş, aynı zamanda yüksek puanla Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanmış, önce cezaevinde okumasına izin verilmemiş o da azmetmiş ve iki yılda dört yıllık dersleri vererek mezun olmuş. Yüksek lisans yapmasına izin verilmemiş. Annesi, kızının “ruj sürmek, dışarı çıkmak” gibi sıradan gençlik deneyimlerini bile yaşayamadan gençliğinin ve kadınlığının elinden alındığını söylüyor. “Keşke kızım da özgür olsa, AVM’ye gidip kahve içse, benim aldığım kıyafetleri değil de kendi aldığı kıyafetleri giyebilse.” derken gözleri dolarak “Artık hayali olmayan bir kadın.” diye ekliyor.

Cezaevinde birbirlerine tutunarak güçlü kalıyorlar. Aynı kitabı okuyup tartışıyor, birlikte yoga yapıp, bağlama kursuna gidiyorlar.

Nagihan’ın onurlu sitemi, Ecem’in kaybolan hayalleri, Sena’nın törpülenmiş idealleri…

Hepsi bir araya geldiğinde, karşımıza çıkan tablo şu: Bu kızların gençliği gasp edilmiştir. Onlardan alınan şey sadece özgürlük değil, yaşamın en kıymetli yılları ve umutları olmuştur.

Geçenlerde Sena‘dan bir mektup aldım: ‘‘20’li yaşlarımın tamamını masum olmama rağmen cezaevinde geçirdim ve artık buna bir ‘DUR‘ demek istiyorum. Bu milletin vekillerinden de Fıratın kenarından bir kurt koyunu kapsa hesabını Ömer’den soracaklar yaklaşımı ile varsa önyargı ve yargılarını bir kenara bırakarak öncelikle dosyamı incelemelerini ve aşikar olanı görerek edindikleri kanaat gereğince buna bir ‘DUR‘ denmesini istiyorum. Bu mektubu kaleme alırken merhamet beklentim yoktur, istediğim ve talep ettiğim tek şey adalettir.”

Üzerine eklenecek bir söz yok aslında.

Dokuz yıl geçmiş. Dokuz bahar, dokuz kış…

Her gün “Bizim burada ne işimiz var?” diye kendilerine sorduklarını anlattılar. Oysa bu soruyu bizim kendimize yöneltmemiz gerekir: “Onların orada ne işi var?”

Ve nihayetinde her birimiz Nagihan’ın şu sorusuyla yüzleşmek zorundayız: “Neden 9 yıl beklediniz?”

https://www.karar.com/gorusler/bir-ihanet-gecesi-ve-uc-gencin-kaybolan-yillari-neden-9-yil-beklediniz-1998619

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
Benzer İçerikler: