Müslüman dünyanın krizini yazan Mustafa Yeneroğlu, doğum yıl dönümünde Muhammed İkbal’in bu konudaki düşüncelerini ele alıyor. Yeneroğlu, İkbal’in ‘Müslüman toplumların en derin açmazının, imanın özgürlük ve eylemle bağını koparmasıdır’ tezini savunduğunu hatırlatıyor.
Kasım, Muhammed İkbal‘in (1877–1938) doğum günü. İkbal, Pakistan’ın manevi kurucusu ve Doğu’nun Şairi olarak tanınır ama o öncelikle modern İslam düşüncesinin en parlak ama aynı zamanda en sarsıcı isimlerinden biridir. Hem Doğu hem Batı’yı tanıyan, felsefeyi şiirle, ahlakı eylemle buluşturan bir düşünürdür. Müslüman coğrafyada İkbal’in sesi çoğu zaman romantik bir lirizme hapsedilirken, onun asıl projesi, düşünce cesaretinin yitirildiği ve dinin değer üreten bir kaynak olmaktan çıkıp, kimlik siyasetine dönüştüğü günümüz Müslümanlarını uyarmaktır. Onun derdi, İslam dünyasının geri kalışını Batı’nın gücüne havale etmek değil, önce zihindeki yenilgi psikolojisini ve düşünce ataletiyle birleşmiş ahlaki gevşemeyi teşhis etmektir. İkbal’i, dini sloganın kamusal dile hâkim olduğu kadar adaletin ve hukukun gerilediği bu çağda yeniden okumak, zorunlu bir yüzleşmedir. İkbal nostalji üretmez; diriltici bir yön gösterir.
İkbal’e göre Müslüman toplumların en derin açmazı, imanın özgürlük ve eylemle bağını koparmasıdır. “İman var, ama ahlak yok; din var, ama vicdan zayıf; bilgi var, ama düşünce cesareti yok”. İnsan, özgür (hür) bir iradeye sahip olduğu için sorumlu ve bu nedenle ahlaki bir varlıktır. Eğer bir eylem zorunlulukla (cebr) yapılmışsa, o eylemin ne ahlaki bir değeri ne de bir sorumluluğu (sevap/günah) olabilir. Ahlak, seçme özgürlüğü gerektirir. Yani ahlaki fiil, ancak hür fiildir. Dinin bir “alışkanlık ve aidiyet” olarak sadece bir kimlik ve itaat kültürü olarak yaşandığı yerde, özgür irade baskılanır ve sonuçta ahlak, somut bir adalet veya vicdani eylem olarak şekillenemez, toplumsal vicdan ölür.
BENLİĞİN ÇÖKÜŞÜ VE AHLAKIN KAYBI
İkbal’in düşüncesinin kalbinde khudi — yani benlik, şahsiyet, irade — vardır. Khudi‘yi olumsuz çağrışımlarından arındırarak, varoluşsal gerçeklik, etik sorumluluk ve yaratıcı dinamizmin omurgasını temsil eden kâmil şahsiyet ideali olarak konumlandırır İkbal. Khudi, insanın içindeki ilahi emaneti fark etmesi, onu sorumlulukla geliştirip yaratıcı eyleme dönüştürmesidir. “Kendini tanıyan, Rabbini tanır” diyen bu felsefe, tembellik ya da teslimiyetle değil, sorumluluk ve yaratıcı atılımla anlam kazanır. Khudi güçlenmedikçe, toplum kendini yeniden inşa edemez. Bu Benlik, ancak hürriyet içinde, sorumlulukla yoğrulmuş eylemle olgunlaşır ve İkbal’in meşhur üçlemesiyle ifade edilir: İman düşünceyi doğurur, düşünce iradeyi, irade de eylemi.
Khudi’nin zayıflaması, Müslümanlığın değer yargıları yerine sadece bir kimlik ve taraftarlık meselesine dönüşmesine yol açar, özgür ve sorumlu iradeden yoksun bırakarak “sürü” psikolojisine iter. Dinin, bir ahlaki aksiyon projesi olmaktan çıkıp, duygusal bir aidiyet bayrağına dönüşmesi, toplumsal vicdanı köreltir ve adaletsizlikleri meşrulaştıran bir kitle psikolojisi yaratır.
İkbal’e göre insanın görevi benliğini yok etmek değil, kemale erdirmektir. Benlik, irade ve ahlakın kesiştiği yerdir; sorumlulukla olgunlaşır, fedakârlıkla yücelir. “Sevgi benliği güçlendirir, dilencilik onu zayıflatır.” İnsan, başkasının gölgesinde değil, kendi emeğinde yükselir.
Müslüman dünyanın krizi burada düğümlenir: Dindarlık görünürlükte artarken vicdanın derinliği kaybolmuştur. Ritüel, ahlakın yerini almış; inanç, alışkanlığa dönüşmüştür. İkbal’in sözüyle: “Bir medeniyetin ölümü, onun düşünce gücünün durduğu andır.”
Bugün bu cümle sadece tarihî bir uyarı değil, içinde yaşadığımız çağın aynasıdır. Düşünmenin yerine tekrar, eleştirinin yerine öfke, özgürlüğün yerine itaat konulduğunda, iman da, toplum da kurur.
EĞİTİM, DÜŞÜNME CESARETİ
İkbal’e göre toplumun yeniden doğuşu, eğitimle başlar. Eğitim, yalnız bilgi değil, şahsiyet inşasıdır. “Gerçek eğitim, insanın hem aklını hem kalbini aydınlatandır.”
O, Müslüman toplumların çöküşünü düşünmenin korkuyla bastırılmasına bağlar:“Biz düşünmekten korktuk; çünkü düşüncenin imanı zayıflatacağını sandık. Oysa iman, düşünceyle güçlenir.”
Düşünceyi bastıran her düzen, imanını da kaybeder. “Düşünce, imanın hareketidir” der İkbal. Gerçek eğitim, itaatkâr kalabalıklar değil, sorumlu bireyler yetiştirir. Soru sormayan zihin otoriteye teslim olur; otoriteye teslim olan zihin, vicdanını kaybeder.
Bugün de durum farklı değil. Ezbere dayalı eğitim, dogmayı yeniden üretirken, eleştirel düşünceye yer bırakmıyor. İkbal’in çağrısı, bu zinciri kırmaktır: “Düşünceye zincir vurulmuş bir toplum, özgürlükten söz edemez.” Eğitim, hem bilginin hem ahlakın yeniden dirilişidir; insanın Tanrı’ya en yakın olduğu yer, düşünürken sorumluluk hissedebildiği yerdir.
İÇTİHAD: DÜŞÜNMENİN YENİDEN TESİSİ
Müslüman dünyanın dış baskılardan çok düşüncenin durmasından kaynaklandığını vurgulayan İkbal, İslam’ın özündeki “hareket ilkesi”ni hatırlatır: bu ilkenin adı içtihadtır. İçtihad, zihinsel cesaretin, ahlaki özgürlüğün ve yaratıcı düşüncenin sembolüdür.
İkbal der ki: “İçtihad donarsa, hayat da donar.” Çünkü Tanrı her an yeni bir yaratış içindedir; insan da eylemle bu yaratıcı sürecin ortağı olmalıdır. İçtihad, vahyin ilkelerini çağın değişen koşullarında yeniden yorumlama cesaretidir. Taklitçi dindarlık, “Biz Allah’ın kelamını dondurduk, sonra o buzun içinde donduk” metaforuyla anlatılır.
İkbal bu özgürlüğü keyfilik değil, sorumluluk olarak görür. “Vahiy akla yön verir; akıl vahyin ışığını hayata taşır.” Bu cümle, din ile akıl arasında kurulan yanlış karşıtlığı ortadan kaldırır. İman düşünceye yön verir, düşünce imana hareket kazandırır.
Bugün İkbal’in içtihad çağrısı, sadece bir fıkıh tartışması değil, zihinsel bağımsızlık manifestosudur. Çünkü düşünce durduğunda, hem din donuklaşır hem de toplum taşlaşır. “Geçmişi korumak değil, geleceği kurmaktır içtihad” derken, aslında bir çağın yeniden inşa fikrini dile getirir.
BATI VE DOĞU ARASINDA: AKIL İLE KALBİ BARIŞTIRMAK
İkbal, Cambridge ve Münih yıllarında Avrupa düşüncesinin merkezinde dolaşırken, ne bir Batı hayranına ne de bir Batı düşmanına dönüştü. O, Batı’nın gücünü anlamaya, ama onu ahlaki bir temele oturtmaya çalıştı. Avrupa’da gördüğü şey, insan aklının olağanüstü başarısı ile ruhun yoksullaşması arasındaki uçurumdu. “Avrupa aklı geliştirdi, ama kalbi unuttu.” Ona göre asıl mesele, aklın ışığıyla kalbin ısısını birleştirebilmekti. “Akıl ışık verir, ama ısıyı aşk verir” derken, bilimi reddetmeyen ama ahlakla tamamlayan bir ufku işaret eder.
İkbal’in temel tezlerini birleştirdiği en önemli eseri olan İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden Teşekkülü (Reconstruction of Religious Thought in Islam), bu sentezin felsefi ifadesidir. Bilimi Tanrı’dan koparan Batı da, imanı düşünceden ayıran Doğu da hatalıydı. İkbal’in cevabı açıktır: “Bilim bizim çocuğumuzdu; biz onu yetim bıraktık.”
Tevhid, sadece inanç ilkesi değil, varlığın ve bilginin birliğidir. Bu birlik fark edilmeden ne iman derinleşir ne düşünce dirilir.
SİYASET, ÜMMET VE VİCDAN
İkbal’in siyaset felsefesi, ahlaka dayalı bir topluluk fikridir. Ümmet, onun düşüncesinde geçmişin romantik kalıntısı değil, adalet ve özgürlük üzerine kurulu evrensel bir birliktir. “Bir millet, toprakla değil, değerlerle yaşar” der.
Ona göre modern aşırı milliyetçilik, insanı Tanrı’dan ve birbirinden koparan bir puttur. “Milletler Tanrı’yı unutunca, kendi uluslarını tanrılaştırırlar.” Bu yüzden İkbal, ümmeti dinî bir kurumdan çok vicdanın siyaseti olarak kavrar.
Ümmetin canlı kalması, içtihad, şûrâ ve adaletin bir arada yaşamasına bağlıdır. Değişen dünyaya uygun yorum (içtihad), istişare ve çoğulculuk (şûrâ), bireyin hakkını koruyan düzen (adalet)… “Ümmet, kalabalık değil, vicdanların ortak sesidir.”
Bu bakış, kuru taraftarlığı ve kimlik siyasetini reddeder. İkbal’in vizyonunda, Müslüman toplumun dirilişi, ancak adaleti hatırlayan bir vicdanla mümkündür. “Bir topluluk adaleti unutursa kendini kaybeder; bir ümmet adaleti unutursa Tanrı’yı.”
DEMOKRASİ VE AHLAKIN SİYASETE DÖNÜŞÜ
İkbal’e göre demokrasi, sadece bir yönetim biçimi değil, insanın haysiyetine duyulan inancın siyasal biçimidir. “İslam, her müminin Tanrı karşısında eşitliğini ilan ederek, siyasal demokrasinin ahlaki temelini atmıştır.”
Ama bu eşitlik, salt hukukî değil, ahlaki sorumluluğun eşitliğidir. “Gerçek özgürlük, kendini sınırlayabilenlerin özgürlüğüdür.” Demokrasi, adaletle tamamlanmadığında çoğunluğun zulmüne dönüşür. “Kanun ruhunu kaybettiğinde, adalet ölür.”
İkbal’in uyarısı açıktır: dindarlık, iktidarda gösterilen adaletle ölçülür. Adalet olmadan, kurulan yapı ne kadar dini bir isim taşısa da meşruiyetini kaybeder. Bu, hem inancın hem siyasetin özüdür.
Bugünün İslam dünyasında dindarlık artıyor ama adalet eksiliyor. Görünürlük çoğalıyor, vicdan küçülüyor. İkbal’in sesi bu yüzden hâlâ dirilticidir: “Siyasetin amacı, insanı yüceltmektir; insanı küçülten her güç, şeytanîdir.”
BUGÜNE ÇAĞRI
Yüz yıl önce İkbal’in teşhis ettiği hastalık bugün daha derinleşmiş durumda: iman var ama ahlak yok; din var ama vicdan zayıf; bilgi var ama düşünce cesareti yok. “Bir toplum düşünmeyi bıraktığında, Tanrı da o toplumun tarihinden çekilir.”
İnanç, düşünceden; din, ahlaktan; ahlak, özgürlükten kopmuştur. Bu kopuşun sonucu, adaletsizlik, eşitsizlik ve otoriterliktir. Oysa İkbal’e göre İslam’ın yeniden doğuşu, imanla ahlakın yeniden buluşmasıyla mümkündür.
Batı’yı taklit edenlerle Batı’ya öfkeyle kapananlar aynı çizgidedir; ikisi de düşünmeyi başkasına bırakır. Tanrı, hâlâ insanın elinden yaratmaya devam eder — ama insan düşünmeyi bıraktığında, o yaratış da kesintiye uğrar.
Eksik olan şey, sorumluluk sahibi özgür şahsiyettir. Toplumlar bu şahsiyetleri yetiştirdiği ölçüde dirilir, ahlak da o ölçüde yeniden anlam kazanır.
İkbal’in mirası, yıkım çağında bir yeniden doğuş mimarisidir. O, imanı düşünceyle, aklı ahlakla, kalbi eylemle birleştiren bir diriliş çağrısıdır. Bugün kimliğin değer yargılarını gölgelediği, ahlakın görünürlükle ölçüldüğü, adaletin sessiz kaldığı bir zamanda, onun sesi yeniden duyulmaya değer: “İnsanı Allah’a yaklaştıran tek yol, eylemdeki ahlaktır.”
Ve belki Müslüman zihin dünyası için en çok da şu cümle: “Yeniden doğmak istiyorsan, düşünmeye cesaret et.”




