Bugün merhum Aliya İzzetbegoviç’in vefatının 22. yıl dönümü. Aliya’nın ismi tüm İslam dünyasında bir saygı çağrıştırır. Türkiye’de de o, “Bilge Kral” olarak anılan bir simgedir.
Soykırım tehdidi altında Bosna’nın Müslüman lideri olarak gösterdiği dirayet, inancına sadakati ve ahlakıyla bir kahraman figürüne dönüşmüştür. Ne var ki bu popüler imaj, onun düşünsel mirasının derinliğini çoğu zaman gölgede bırakır.
Onun metinleri Bosna’nın hikâyesi olmanın yanında Müslüman dünyanın modernlik, güç ve adaletle kurduğu ilişkinin sorgulanmasıdır. Bu metinlerde “ahlakın siyaseti”ni kurmaya çalışan bir düşünce bütünü çıkar karşımıza. Bugün Aliya’ya yeniden dönmek, aslında kaybettiğimiz bir dengeyi — vicdan ile iktidar, inanç ile özgürlük, ahlak ile hukuk arasındaki dengeyi — yeniden fark etmektir.
HAYAT, ZİNDAN VE DÜŞÜNCENİN BİYOGRAFİSİ
Aliya İzzetbegoviç, 1925’te Bosanski Şamac’ta, Osmanlı mirasının hala canlı olduğu bir Bosna’da doğdu. Henüz iki yaşındayken ailesi Saraybosna’ya taşındı; bu şehir, ileride onun hem kaderi hem düşüncesinin coğrafyası olacaktı.
Hukuk eğitimi aldı ve “Genç Müslümanlar” hareketine katıldı; bu hareket, modern dünyada Müslüman kimliğin nasıl yaşanacağına dair bir arayıştı. Bu arayışın bedeli ağır oldu: 1946’da üç yıl, 1983’te on dört yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Fiziksel olarak kapatıldığı Foça Hapishanesi, onun entelektüel dönüşümünün laboratuvarıydı. Burada kaleme aldığı defterler daha sonra Özgürlüğe Kaçışım – Zindandan Notlar adıyla yayımlandı; bu eser, hem bir hapishane günlüğü hem bir ahlak felsefesi eseridir.
“Hayatın anlamını kaybetmişsem ölmeliyim.”
“Özgürlük, mahkûmiyetin zıddı değildir; insanın ruhunda başlar.”
Aliya bu notlarda insanın varoluşunu özgürlük ve sorumlulukla tanımlar. Onun özgürlük anlayışı, bireyci özgürlükten farklıdır: “Gerçek özgürlük, yalnızca sorumlulukla birleştiğinde anlam kazanır.” İnsanın hürriyetini ilahi emanet bilinciyle birleştiren bu anlayış, onun bütün fikirlerinin temelidir.
Zindandan çıktığında Bosna yeniden parçalanma eşiğindedir. 1990’da Demokratik Eylem Partisi’ni kurarark Bosna-Hersek‘in Cumhurbaşkanı olur.
Onun felsefesini sınayan savaş için Tarihe Tanıklığım’da şöyle der: “Savaşta en zor şey, düşmanına benzeme tehlikesidir.”
Aliya için siyaset bir güç alanı değil, ahlak sınavıdır. Zira ona göre devletin varlık nedeni adalettir: bu bakış, Kur‘an’daki “Adaletle hükmedin; bu takvaya daha yakındır.” (Maide, 8) emrinin siyasi karşılığıdır.
O, “düşünen bir devlet adamı değil, devlet kuran bir düşünür”dür.
Zindan onun için hem bir çile hem bir inşa mekânıydı: “Konuşamazdım ama düşünebilirdim.”
Aliya’nın düşüncesi, hayatının izdüşümüdür. Çünkü fikirleri teoriden değil, acıdan ve tecrübeden doğmuştur. Gençliğinde inandığı şeyleri hapiste sorguladı; iktidara geldiğinde o sorgulamayı siyasete dönüştürdü.
Bu yüzden onun mirası bir kitap fikri değil, sınanmış ve bedeli ödenmiş bir hayat fikridir.
Dayton Anlaşması’nı imzalayıp iktidarı bıraktığında şöyle dedi:
“Benim görevim, Bosna’nın savaşla değil, adaletle yaşamasını sağlamaktı.”
Bu söz, yalnız bir vedayı değil, emanetin geçici olduğu ahlak ilkesini anlatıyordu.
AÇIK DİNDARLIK VE MEDENİYET DÜŞÜNCESİ
Aliya’nın düşüncesi, İslam dünyasının yüzyıllardır yaşadığı bir gerilimin içinden doğmuştur: imanla akıl, Doğu ile Batı, gelenekle modernlik arasındaki gerilim.
Onun felsefesi, bu gerilimi bir çatışma değil, bir denge zemini olarak görür.
Doğu ve Batı Arasında İslam, tam da bu arayışın kitabıdır.
“İslam ne yalnız Doğu’ya aittir ne de Batı’nın karşıtıdır.”
“Doğu insanı dünyadan koparır, Batı insanı dünyaya hapseder. İslam, insana iki âlem arasında köprü olma sorumluluğu yükler.”
Aliya‘ya göre İslam’ın üstünlüğü, bu iki uç arasında ahlaki denge kurabilmesindedir. Bu dengenin merkezinde açık dindarlık vardır. Açık dindarlık, inancı kapalı bir cemaat kimliğine hapsetmeden, evrensel insanlık değerleriyle birlikte yaşamaktır.
İnsanın iman etmesi, özgür irade ile mümkündür. “Zorlama imanı öldürür.” Bu nedenle iman, özgürlüğün en derin biçimidir. “Bir toplumda düşünce yasaklandığında, iman da kararır.”
Aliya’ya göre “Müslüman olmak bir kimlik değil, bir sorumluluktur.” Kimliğe indirgenen dindarlık, insanı başkalarının hatasına odaklar; ahlak ise insanı kendi sorumluluğuna yöneltir.
Müslüman dünyanın krizi, dinin giderek kimlik ve ritüele indirgenmesidir.
“İslam’ın en büyük trajedisi, şeklin korunup ruhun kaybolmasıdır.”
“Dinin dış biçimleri yaşatılabilir ama ruhu kaybolduğunda geriye sadece gelenek kalır.”
Aliya için bu, sadece kültürel bir yozlaşma değil, ahlaki bir felakettir:
Çünkü inanç, artık insanın davranışlarını yönlendiren içsel bir değer ve vicdanın sesi olmaktan çıkıp, bir kimlik işareti, bir aidiyet formu göstergesi haline gelir.
Aliya’nın açık dindarlığı, bu kapalılığı aşar; dinin vicdanı özgürleştiren ve değer üreten bir kaynak olduğunu hatırlatır. “Dindarlığın ölçüsü, ne kadar görünür olduğun değil, ne kadar adil olduğundur.”
Bu anlayış, Aliya’yı “açık toplum” fikrine de yaklaştırır. Ona göre açık dindarlık, farklı inançların ve görüşlerin çoğulcu toplumda bir arada var olabileceği ahlaki zemini kurar.
“Gerçek iman, başkasının imanına tahammül etmeyi içerir.” İman, kendine güvenen bir vicdandır; korku değil, özerklik ve özgürlük üretir. Dolayısıyla Aliya’nın “açık dindarlığı”, doğrudan açık toplumun temelidir. İnanç, özgür diyalogun alanında yaşandığında medeniyet gelişir.
Aliya’nın medeniyet teorisi, kültürle uygarlığı birbirinden ayırır.
Kültür, insanın kutsalla; medeniyet, insanın tabiatla ilişkisini temsil eder.
Kültürün hamili birey, medeniyetin hamili toplumdur.
Bir toplumun ilerlemesi, ancak bu ikisi arasındaki ahlaki dengeyle mümkündür.
“Medeniyet, teknik ilerleme değil, ahlakın kamusal varlığıdır.”
Batı’nın teknolojiye dayalı uygarlığının neden ruhsuzlaştığını, Doğu’nun ise neden özgürlüğü kaybettiğini bu ayrım açıklar.
“Medeniyet ruhsuzlaştığında barbarlık, kültür donduğunda gerilik ortaya çıkar.”
Aliya’ya göre ne Batı’ya öfkeyle kapanmak, ne Batı’yı taklit etmek çözüm olabilir.
Gerçek çözüm, imanı akıl, özgürlüğü sorumluluk, bilimi ahlakla buluşturmaktır. “Dünya, ahlakı kaybettiği için acı çekiyor. İman, aklın alternatifi değil, tamamlayıcısıdır.”
Bu sentez, Aliya’nın ifadesiyle “medeniyetin vicdanı”dır.
MÜSLÜMANLARIN TEMEL KRİZİ: KORKU VE İTAAT
Aliya İzzetbegoviç’e göre Müslüman dünyanın en büyük krizi, inançsızlık değil, inancın özgürlük ve ahlak üretme kabiliyetini kaybetmesidir. “Oysa insanın anlamı, özgür iradesiyle iyiliği seçebilmesindedir.” İman güçlüdür, ama çoğu kez özgürlük korkuya, ahlak ise itaate indirgenmiş, dindarlık, giderek biçimsel bir kimliğe ve ritüele sıkışmıştır.
Bunu “dinin törenleşmesi” olarak niteler: “Dinin dış biçimleri yaşatılabilir ama ruhu kaybolduğunda geriye sadece gelenek kalır.”
Aliya, ritüelizmin en büyük tehlikesini şu şekilde tarif eder: “Ritüellerin içinde kaybolan bir din, insanı özgürleştiremez.”
Ona göre ibadetler, eğer ahlaki bir dönüşüm ve tutum üretmiyorsa, bir “alışkanlıklar bütünü”ne dönüşür ve dinin ruhunu taşımaz: “Dua, insanın vicdanını diriltmiyorsa, sadece ses olur.”
İslami Yeniden Doğuşun Sorunları, bu krizle yüzleşmenin entelektüel manifestosudur.
Ona göre 20. yüzyıl İslam dünyasının en temel açmazı, dindarlıkla özgürlük arasındaki gerilimi çözememektir.
Aliya’ya göre İslam’ın yeniden doğuşu, siyasi bir devrimle değil, vicdanın yeniden uyanışıyla mümkündür. Çünkü dinin özü inanç değil, ahlaki seçme yeteneğidir.
“İslam, imanla özgürlüğün sentezidir.”
Müslüman toplumların temel çıkmazı, dindarlığı bir itaat kültürüne dönüştürmeleridir. Oysa iman, korkuyla değil, özgür iradeyle yaşanır.
“Dinde zorlama yoktur.”
Bu ayet, Aliya’nın bütün özgürlük anlayışının temelidir. İnsanın anlamı, iyilikle kötülük arasında seçmeye mecbur oluşunda yatar. “Kendi hürriyetini seçmeye ve kullanmaya, iyi veya kötü olmaya, tek bir kelimeyle insan olmaya mecburdur.”
Bu seçme zorunluluğu, insanı hem sorumlu hem onurlu kılar. Ahlak, ancak özgür iradeyle mümkündür: “Ahlakilik özgürlükten ayrılamaz. Ancak hür fiil ahlaki fiildir.”
Aliya, her türlü otoriter düzenin insanı ahlaki özne olmaktan çıkardığını vurgular. Çünkü ahlak, zorlama ile değil, özgür vicdanla doğar. Diktatörlük, itaat üretir; ama vicdanı öldürür. Bu yüzden özgürlük, sadece siyasal bir hak değil, ahlakın varlık şartıdır.
Aliya, modern dünyayı da özgürlük sorunuyla birlikte değerlendirir:
“Modern insan, Tanrı’yı kaybettiği için kendini tanrı yerine koydu; özgür ama huzursuzdur.”
İslam dünyasında ise durum tersinedir:
“Müslümanların çoğu Allah’a inanıyor, ama Allah’ın kendilerine verdiği özgürlükten korkuyor.”
Bu yüzden dindarlık, ahlaki derinliğini kaybedip biçimsel aidiyete dönüşmüştür.
Oysa “dindarlığın ölçüsü görünürlükte değil, adalette aranmalıdır.”
Aliya’ya göre Müslüman dünyada ahlak, siyasetin gölgesinde; özgürlük ise korkunun denetimindedir. Ne düşünce imanla, ne iman özgürlükle buluşabilmektedir.
“İnananlar düşünmüyor, düşünenler inanmıyor.”
Aliya’nın çözümü, iman ile özgürlüğü, bilgi ile ahlakı, akıl ile vicdanı yeniden buluşturmaktır.
“Gerçek özgürlük, yalnızca kendini sınırlayabilenlerin özgürlüğüdür.”
Ona göre özgürlük, başıboşluk değil; sorumluluk bilinciyle sınanmış ahlaktır.
Aliya’nın bireysel düzlemde kurduğu bu özgürlük–ahlak ilişkisi, toplumsal düzlemde hukuk ve demokrasiye dönüşür.
“İnsan özgürlükle sınanır; toplum adaletle.”
HUKUKUN VİCDANI VE İNSANIN ONURU
Aliya’ya göre bireyin vicdanında başlayan özgürlük, toplumda adalet olarak tezahür eder.
Ahlakın bireysel biçimi sorumluluk, toplumsal biçimi ise hukuktur.
Aliya’nın düşüncesinin merkezinde adalet vardır. Ona göre adalet, hem insanın hem toplumun varlık nedenidir. “Doğunun ve Batının sahibi adaleti emretti.”
Hukukun işlevi, bu vicdanı kurumsallaştırmaktır. Aliya, “hukuk iki kutuplu bir birliktir” derken buna işaret eder: Bir yönüyle siyasidir çünkü düzeni sağlar; öteki yönüyle ahlakidir çünkü hakkı korur. “Hukuk, iktidarın sınırlanmaya başladığı yerde başlar.”
Aliya’ya göre devlet fiziki gücü, adalet ise manevi gücü temsil eder. Manevi güç olmadan hukuk, yalnızca bir ceza sistemine dönüşür; adaletin ruhu ölür. Bu nedenle, “mahkemeler devletin vicdanıdır.”
Bu bakış, onun “hukuk devleti” anlayışını salt bir yönetim biçimi olmaktan çıkarır.
Adalet, hukuku meşrulaştıran ahlaki temeldir. Adalet yoksa yasa, zulme dönüşür.
Aliya bu tehlikeyi Zindandan Notlar’da erken fark etmişti: “Güç, adaletle birleşmezse ahlaksızlaşır; adalet, güçten tamamen koparsa etkisizleşir.”
Bu denge, onun “iki kutuplu adalet” anlayışıdır, bir yönüyle eylem, bir yönüyle vicdan.
Adaletin yalnızca hukuki değil, manevi bir değer olduğunu vurgular: Adalet, Allah’ın bir sıfatı olduğu için insanın da ahlaki sorumluluğudur. “Adalet için çalışmak, Allah’la işbirliği yapmaktır.”
İslami Yeniden Doğuşun Sorunları’nda şöyle der: “İyi amel işleyerek ben mükemmel olmayan bir dünyanın düzeltilmesinde Allah’a yardımcı olurum.”
Bu anlayış, adaleti teolojik, ahlaki ve eylemsel bir bütün hâline getirir.
İnanmak yetmez; iman, eylemle tamamlanmadıkça adalet doğmaz. Ancak bu eylem öfkenin değil, merhametin dilidir. Çünkü Aliya’ya göre adaletin karşıtı yalnızca zulüm değil, intikamdır.
“Adalet duygusu kaybolduğunda, insanın içinde yalnızca kin kalır.”
Aliya, adaleti yalnız hukukun değil, medeniyetin temeli sayar. Bir toplumun büyüklüğü, düşmanına bile adaletle davranabilme kudretiyle ölçülür. “Adalet, hem dostu hem düşmanı kapsamalıdır.”
Adaletin olmadığı yerde, inanç da ahlak da özgürlük de çürür. Ve belki de bu yüzden onun düşünce mirasının merkezinde şu cümle yer alır:
“Adalet, en yüksek emirdir.”
“KİN DEĞİL ADALET”: BİR VİCDAN SİYASETİ
Aliya İzzetbegoviç’in adalet anlayışının en parlak sınavı, savaşın en karanlık günlerinde verilmiştir. O, adaleti soyut bir ilke olarak değil, ahlaki bir duruş olarak yaşadı.
Bosna yanarken, şehirler kuşatma altındayken, o her konuşmasında aynı cümleyi tekrarladı:
“Bizim mücadelemiz intikam için değil, adalet içindir.”
Bu söz, savaşın mantığına meydan okuyan bir vicdan beyanıdır. Yani düşman zulmediyor diye zulmü meşrulaştıramazsın.
Dünyada çok az lider, halkı katledilirken düşmanına bile adaletle yaklaşmayı savunmuştur.
Aliya, bunu yalnızca bir strateji değil, imanının gereği olarak dile getirdi, tıpkı örnek aldığı Peygamber Efendimiz gibi.
“Savunmasız insanlara zulmetmeyin. İnsanların korkmadığı bir ordu, asıl o zaman muzaffer olur.”
Aliya, düşmanını şeytanlaştırmayı reddetti. Adalet, onun için yalnız dostun hakkını korumak değil, düşmanın hakkını da çiğnememektir.
“Her sosyal düzenin hukukiliğinin mihenk taşı, azınlıklara ve muhaliflere karşı takındığı tutumdur.”
Savaş boyunca Batı’nın ikiyüzlü sessizliğine rağmen bu ilkesinden vazgeçmedi.
İntikam çağrılarına karşı hep aynı cevabı verdi: “Biz onların yaptığını yapmayacağız. Onlar bizim öğretmenimiz değil.”
Çünkü biliyordu ki intikam, hem mağduru hem zalimi aynı düzeye indirir.
Zira gerçek adalet, mağduriyetin kutsallaşmasına değil, insanın onuruna dayanır.
Savaşın ortasında bile “camiden ezan, kiliseden çan sesi duyulacak bir Bosna” hayalini koruması, bu medeniyet anlayışının sembolüdür.
“Bosna sadece bir toprak parçası değil, bir fikirdir.” Bu fikir, birlikte yaşama ahlakını savunuyordu.
Dayton Anlaşması’nı imzalarken bile, yüzündeki ifade ne zaferin ne yenilginin ifadesiydi.
“Barışın bedeli adaletin ertelenmesidir; ama kinle yaşamak insanlığın sonudur.”
Bu söz, siyasal pragmatizmin değil, ahlaki realizmin ifadesidir.
Adalet, onun için sadece bir hukuk ilkesi değil, merhametin siyasetiydi.
Aliya, affetmeyi siyasi değil, ahlaki bir eylem olarak gördü.
“Bağışlamak Tanrı’ya yaklaşmaktır.” Affetmek, unutmak değil, öfkenin esaretinden kurtulmaktır. Kin tutan toplum özgür değildir; adaletle yaşayan toplum özgürdür.
Aliya’nın “vicdan siyaseti”, çağdaş Müslüman düşünürler arasında benzersizdir.
Dini bir ideolojiye, siyaseti bir intikam aracına dönüştürmeden, ahlakın kamusal anlamını yeniden kurmuştur.
“Kötülükle savaşmak gerekir, ama kötülüğün yöntemleriyle değil.”
Gerçek adalet, ancak kin dilinin sustuğu yerde mümkündür.
EŞİTLİK VE HAYSİYET
Adalet, Aliya İzzetbegoviç’in düşüncesinde yalnızca hakkın teslimi değil, her insanın onurunun korunmasıdır. Bu nedenle adaletin en somut yüzü eşitliktir. “Bir toplumda adalet varsa, herkesin haysiyeti korunur” adaletin eksildiği yerde ise eşitsizlik ve tahakküm doğar.
Aliya’ya göre eşitlik, soyut bir hukuk ilkesi değil, insanın Allah karşısındaki yaratılış onurundan doğan bir hakikattir.
Bosna savaşının ortasında bile bu inanca sadık kalan Aliya, etnik kimliklerin, mezheplerin ve cinsiyetlerin karşı karşıya getirildiği bir dönemde herkesin hakkını korumaktan vazgeçmedi.
Aliya’nın eşitlik anlayışı, yalnızca bir siyaset önerisi değil, bir medeniyet ölçütüdür.
Bir toplumun gerçek medeniliği, kadına, azınlığa, muhalife ve yoksula nasıl davrandığıyla anlaşılır. Bu yüzden, “İslam’ı devletin dini değil, insanın vicdanı olarak anlamak gerekir” der.
Vicdan ona göre kimlikleri eşitleyen en yüksek mahkemedir.
Eşitlik, modern bir slogan değil, İslam ahlakının özündeki adaletin toplumsal biçimidir.
Kadınların, farklı inanç gruplarının ya da düşünce sahiplerinin eşit haklara sahip olması, seküler bir lütuf değil, dini bir sorumluluktur.
“Herkesin hakkı, kendi kimliğinden önce gelir.”
Gerçek medeniyet, yalnız güçle değil, haysiyeti koruma kudretiyle ölçülür.
DEMOKRASİ, ÇOĞULCULUK VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ
Aliya İzzetbegoviç için adaletin toplumsal biçimi hukukun üstünlüğü, hukukun ahlaki biçimi ise demokrasidir. Eşitlik, insanın onurunu koruyorsa, demokrasi o onurun kurumsal güvencesidir.
Aliya, demokrasiyi bir sistem tercihi değil, ahlaki bir zorunluluk olarak görür. Demokrasi, onun gözünde çoğunluğun sınırsız hâkimiyeti değil, hukukla sınırlandırılmış özgürlük düzenidir. “İktidarın sınırlanmaya başladığı yerde hukuk başlar.”
Bosna savaşının ortasında bile “Biz demokratik bir Bosna için savaşıyoruz” diyebilmiştir.
Aliya’nın demokrasi anlayışı, liberal çoğunlukçuluğu aşar. “Dinde zorlama yoktur” ayetinden hareketle, özgürlük ile ahlak arasında kurduğu bağı siyasal düzleme taşır. Ona göre insan, seçmeye mahkûm bir varlıktır; bu yüzden varoluşun özü özgürlüktür.
“Kendi hürriyetini seçmeye ve kullanmaya, iyi veya kötü olmaya, tek bir kelimeyle insan olmaya mecburdur.” Ahlak, ancak özgür iradeyle mümkündür: “Ahlakilik özgürlükten ayrılamaz. Ancak hür fiil ahlaki fiildir.”
Bu nedenle der ki: “Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksızdır; demokrasi ona izin verse bile ahlaklıdır.” Diktatörlük, “günahı yasaklayarak” sahte bir erdem üretir ama insanı ahlaki öznesi olmaktan çıkarır. Demokrasi ise insanın hata yapabileceğini kabul eder; bu yüzden ahlakın özgürlük içinden doğmasına izin verir.
Aliya’ya göre devletin görevi, inançları değil, hakları korumaktır.
Bu yüzden İslam ile demokrasi arasında çelişki yoktur.
Aksine, İslam’ın özü olan şûrâ, demokratik meşruiyetin ahlaki temeliyle örtüşür.
“Herkes için özgürlük, herkes için sorumluluk.”
Aliya’nın “Bosna bir fikirdir; farklı din, millet ve kültürlerin bir arada yaşayabileceğine dair bir inançtır.” sözü, bu çoğulculuğun ahlaki temelini gösterir: Camiden ezan, kiliseden çan, sinagogdan dua sesi duyulan bir şehir hayali, onun çoğulcu medeniyet anlayışının en güzel özeti olmuştur.
“Hukukun üstünlüğü, çoğunluğun değil, insan onurunun üstünlüğüdür.”
Aliya için demokrasi, insanın özgürlük içinde ahlaki kalabilme çabasının kurumsal biçimidir.
Özgürlük bireyde vicdan, toplumda hukuktur; ve ancak bu ikisi birleştiğinde, medeniyetin vicdanı doğar.
ALİYA’NIN ENTELEKTÜEL KAYNAKLARI VE DÜŞÜNSEL HARİTASI
Aliya yalnız bir siyaset adamı değil, felsefeyle yoğrulmuş bir düşünürdür.
Düşünce dünyasında hem Doğu’nun hem Batı’nın en büyük isimleriyle konuşur: Kant, Dostoyevski, Nietzsche, Kierkegaard, Berdyaev, Gazali, İkbal, Nursî…
Bu geniş yelpaze, onun “Doğu-Batı köprüsü” olma misyonunu entelektüel düzeyde açıklar.
Kant’tan ahlak yasası, Dostoyevski’den vicdanın trajedisi, Kierkegaard’dan imanın cesareti, Gazali’den kalbin bilgeliği, İkbal’den eylemci iman kavramlarını alır.
Ama hiçbiriyle özdeşleşmez; hepsini İslam’ın ahlak merkezli bakışıyla yeniden yorumlar.
Kant’ın “iyi niyet”ini imanla temellendirir, Dostoyevski’nin “suç ve cezasını” affın merhametine dönüştürür, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” çığlığına karşı “Tanrı’yı kaybeden insan, kendini kaybeder” der.
O, klasik İslam düşünürlerinin çoğunluğundan da ayrılır, fıkıh temelli değil, ahlak temelli düşünür.
“İman, insanın özgürlük içinde Tanrı’ya yönelmesidir.”
Zindandan Notlar’da şöyle yazar:
“Karanlıkta ışık aramaktan korkmayın. Işık, yalnızca karanlığa sabredenlere görünür.”
Bu, onun entelektüel sabrının ve ahlaki bilincinin özüdür.
Berdyaev’in “yaratıcı insan” kavramını “ahlaklı insan” kavramına dönüştürür;
Heidegger’in “varlık kaygısı”nı İslam’ın “emanet bilinci”yle aşar.
Böylece hem modern felsefeyle diyalog kurar hem de ona teslim olmaz.
Doğu’nun sezgisiyle Batı’nın aklını birleştirir, ama sentezle değil, vicdanla.
ALİYA BUGÜN İSLAM DÜNYASINA VE TÜRKİYE’YE NE SÖYLER
Bugün Müslüman çoğunluklu ülkelerin hali, Aliya İzzetbegoviç’in ömrü boyunca uyardığı krizin en acı doğrulamasıdır. O, Müslüman dünyanın çöküşünü askeri yenilgilerde değil, ahlaki dağılmada görür. “Müslüman toplumlar dışarıdan değil, içeriden çürümektedir.”
Bu çürümenin en görünür biçimi, özgürlük korkusu ve ahlaki cesaret eksikliğidir.
Müslüman toplumların çoğu güçlü bir inanca sahiptir, ancak o inanç çoğu kez özgürlükten korkan bir zihniyete dönüşmüştür. “İnanç güçlü, ama düşünce zayıf; duygular yoğun, ama fikirler yüzeyseldir.”
Oysa bir toplumun yeniden doğuşu, ne siyasal sistem değişikliğiyle ne de kalkınma hamlesiyle mümkündür; bu, özgürlükle ahlakın, vicdanla aklın yeniden birleşmesiyle gerçekleşebilir.
Bugün İslam dünyasının en zayıf halkası, özgür bireydir.
İtaatkar kalabalıklar çoktur, ama sorumlu şahsiyetler azdır.
Aliya’ya göre özgür birey, Allah’ın halifesi olarak “seçen ve sorumluluk taşıyan insan”dır.
İnsan kendi vicdanı olmadan Allah’a da sadık kalamaz.
Bu bilinç kaybolduğunda, din bir kimlik göstergesine, dindarlık ise bir aidiyet biçimine dönüşür.
Aliya, bu krizin kaynağını şöyle özetler: “Din, ahlakın alternatifi değil, kaynağıdır.” Asıl mesele imansızlık değil, imanın içinin boşalmasıdır. Dinin ruhu kaybolmuş, şekli ve gösterişi kalmıştır; ibadetler sürmekte, ama o ibadetlerin doğurması gereken ahlaki derinlik kaybolmuştur.
Bu nedenle Aliya, çözümü “dinin vicdanla yeniden buluşması” olarak tanımlar.
Dindarlık görünürlükle değil, değer üretme kudretiyle ölçülür.
Bir din ahlak doğurmuyorsa, artık inanç değil, kimliktir.
Bugün Müslüman dünyası, otoriter rejimler ve kimlik savaşları arasında sıkışmıştır.
Devletler büyüdükçe insan küçülmekte; din konuşuldukça ahlak susmaktadır.
Bu yüzden güçlü şahsiyetler, özgür bireyler yetişmemektedir.
Aliya’ya göre medeniyet, “özgür ve sorumlu bireylerin eseridir.”
Zira şahsiyetin olmadığı yerde demokrasi; hukukun olmadığı yerde iman gelişmez.
Aliya bu tabloyu önceden görmüş gibidir:
“Din devleti kurtarmaz; adalet kurtarır.”
“İslam devleti değil, adil devlet gerekir.”
“İslam, sadece ibadet edenlerin değil, adil olanların dinidir.”
Adaletin olmadığı yerde ne din yaşar ne vicdan.
Bugün Türkiye’nin ve Müslüman dünyanın en büyük ihtiyacı, bu vicdan siyasetidir.
Siyasetin merkezine öfke değil, insanın onuru yerleşmedikçe hiçbir sistem adalet üretemez.
Türkiye’nin Aliya’dan öğreneceği şey, dini korumak değil, insan onurunu ve adaleti yüceltmektir. Zira adalet olmadan din, propaganda olur; özgürlük olmadan iman, kör itaat olur; eşitlik olmadan medeniyet, kibir olur.
“İntikam değil adalet, tekçilik değil çoğulculuk, kapalı kimlik değil açık vicdan.”
Aliya’nın mirası bize şunu hatırlatır:
İslam, bir iktidar ideolojisi değil, bir ahlak çağrısıdır.
Gerçek dindarlık, gücü kutsamakta değil, güce sınır koyabilmektedir.
Gerçek medeniyet ise farklılıkları bastırmakta değil, birlikte yaşama cesareti gösterebilmektedir.
Bugün Aliya’yı hatırlamak, geçmişe dönmek değil; adaletsizlik, nefret ve kutuplaşma çağında vicdanı yeniden diriltmektir.
O, bir siyaset biçimi değil, bir ahlak manifestosu bırakmıştır geriye.
Ve o manifesto bize sesleniyor:
“Kötülükle savaşmak gerekir — ama kötülüğün yöntemleriyle değil.”
“Gerçeği söylemek kolay değildir. Ama susmak, insanın kendini öldürmesidir.”
Onu anlamak, Bosna’yı hatırlamak değil; adaleti, eşitliği ve özgürlüğü yeniden düşünmektir.
Çünkü “Medeniyet, yüksek binalarla değil, yüksek ahlakla kurulur.”
https://www.karar.com/gorusler/turkiyede-aliya-algisindaki-kayip-halka-2000066