Değerli Basın Mensupları, Kıymetli Vatandaşlarımız,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
TBMM Başkanvekilimiz, kıymetli ağabeyim Sırrı Süreyya Önder’e Allah’tan rahmet dileyerek sözlerime başlamak istiyorum. Acılı ailesine, yakınlarına ve milletimize bir kez daha başsağlığı dileklerimi sunuyorum.
Ömrünü adadığı, uğruna sağlığını kaybettiği mücadele, bu memleketin her bir ferdinin insan onuruna yaraşır biçimde yaşayabilmesi mücadelesidir.
Kendi gibi düşünmeyenlerin de “Sırrı abi”siydi o, marjinal bazı gruplar dışında arkasından hemen herkesin rahmet dilemesi, dua etmesi her faniye özellikle de her siyasetçiye nasip olmaz. Rabbimden kendisine bir kez daha rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun.
***
Sırrı Süreyya Önder için Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan törenin çıkışında, sabıkalı bir caninin saldırısına uğrayan CHP Genel Başkanı Sayın Özgür Özel’e de geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum.
Maalesef bu tür saldırılar toplumu kamplaştıran ve insanları birbirine düşmanmış gibi gösteren ve tahrik eden söylemlerin de sonucudur. Aynı zamanda en temel hak olan protesto hakkının kriminalize edilme çabasının da bir yansımasıdır.
Daha önce Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na 2019’da Ankara’da yine böyle bir cenaze töreni sırasında saldırılınca, münferit bir hadise denilerek geçiştirilmiş, saldırgan adeta alkışlanmıştı.
O günleri çok iyi hatırlıyorum, Ak Partili arkadaşlara bir geçmiş olsun ifadesi bile adeta yasaklanmıştı.
Parti Sözcüsü Sayın Ömer Çelik’in son saldırı ile ilgili ‘reddediyoruz ve lanetliyoruz’ açıklamasını Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırı sonrası yaşananları hatırlayınca önemli buluyorum.
Reddetmek ve lanetlemek asgari gereklilik, fakat yeterli değil.
Devletin tepesinde devamlı kullanılan kin ve nefret dilinin şiddeti tahrik etmesine herhalde şaşırmamamız gerekir. Dolayısıyla yapılması gereken, “bazı meczupların bireysel tepkisi”ni tetikleyebilecek düşmanca iklimi baştan hiç hazırlamamak.
Kin ve nefret dilinden, manipülasyondan, yalanlarla toplumu birbirine karşı tahrik etmekten vazgeçilmediği sürece bu saldırıların manevi sorumluluğunu bu iklimleri hazırlayan siyasetçiler üzerinden atamaz.
Bu sebeple iktidara sesleniyorum:
Toplumu kutuplaştırmaktan ve muhalifleri şeytanlaştırmaktan uzak durun ki toplumsal ayrışma daha fazla büyümesin ve bu gibi alçakça saldırılara zemin oluşmasın.
Değerli arkadaşlar,
Kamuoyuna “infaz düzenlemesi” olarak yansıyan yeni bir yargı paketinin bugünlerde hazırlıkları yapılıyor. Paketin içeriği henüz bizlere ulaşmadı, bu yüzden maddeler üzerinde ayrıntılı fikir belirtmem mümkün değil. Ama bu konuda sürekli dile getirdiğim bazı temel hususları, biraz da uyarı ve ikaz görevi olarak gördüğüm için, bir kez daha aziz milletimizin ve gazeteci arkadaşlarımızın dikkatine sunmak istiyorum.
Öncelikle, son yıllarda kısa aralıklarla infaz düzenlemeleri yapılıyor ki bu bile başlı başına ciddi ve hatta kronik bir soruna işaret ediyor. Şu an üzerinde konuştuğumuz düzenlemeler 10. yargı paketi olarak nitelendiriliyor. Hâlbuki 9. paket birkaç ay önce Kasım 2024’te kabul edilip yayımlanmıştı. Keza yine bu kürsüde tam 15 ay önce 8. pakete ilişkin görüşlerimi açıklıyordum.
Bu kadar sık aralıklarla sürekli düzenleme yapılma ihtiyacı duyulması bile başlı başına bir soruna işaret etmiyor mu? Bu mantıkla değil 10 yargı paketi, 100 yargı paketi de hazırlansa hepsi işlevsiz ve yetersiz kalacaktır.
İktidarın bu yargı paketleri aktivizmi bazen asıl sorunu unutturuyor!
İktidar hukuku tesis etmekten çok uzak olduğu ve mevcut anlayışıyla suçlu üreten düzenle mücadele edemediği için, sadece cezaevlerindeki kapasite aşımına çare bulmaya odaklanmış vaziyette. Bunun temel sebebi de harıl harıl ‘bacasız fabrika’ dedikleri cezaevi inşa ediyorlar ama yetişmiyor.
Bugün de bu sorunlu anlayışın yapabildiği tek şey, yara bere, kan revan içindeki manzaraya pansuman tedbiri uygulamak. Yani bu infaz düzenlemeleri ve yargı paketleri, yargı sisteminin ürettiği hukuksuzlukları tashih etme amacından ziyade, dolup taşmış cezaevlerini boşaltmak için Meclis’e getiriliyor.
Hâlihazırda 400 bini geçen cezaevi nüfusumuzla, kapasiteyi de 100 bin kişi geçmiş durumdayız. Dolayısıyla iktidar, bu doldur-boşalt-doldur-boşalt döngüsüyle nerdeyse yılda bir cezaevlerini boşaltmaya çalışıyor.
Kıymetli Vatandaşlarımız,
Suçu önlemekten ve hukuku tesis etmekten ziyade, cezaevi kapasite yönetimi yapmaya odaklanmış bir sistemden adalet beklenebilir mi?
Bakın bu yargı paketleri adı altında getirilen infaz düzenlemelerinin sadece kanayan yaraya pansuman tedbir olmanın ötesinde kalıcı bir çözümü neden getirmediğini anlatayım.
Türkiye olarak dünyada en fazla cezaevi nüfusuna sahip ülkelerin başlarında geliyoruz. Bizimle benzer nüfusa sahip Almanya’da cezaevinde olanların sayısı takriben bizim onda birimiz.
Onda bir arkadaşlar! Böyle korkunç bir durum olabilir mi? Ne kadar utanç verici değil mi?
Bizim toplumumuz suça daha yatkın diyebilir miyiz? Böyle absürt bir kabul olabilir mi? Olamayacağı için sebeplerle yüzleşmek zorundayız!
Türkiye’de cezaevi nüfusu son 20 yılda dramatik bir şekilde artış göstermiştir. 2004 yılında cezaevlerinde yalnızca 58 bin kişi varken, 2010 yılında bu sayı 120 bine yaklaşmış ve bugün 400 binin üzerine çıkmıştır. 2010 yılından bu yana ülke nüfusu yalnızca %20 artmasına karşın, cezaevi nüfusu %350 oranında artmıştır.
Peki, bu dramatik artışın sebebi nedir?
Derinleşen ve yaygınlaşan sorunlarımız birçok ülkeye kıyasla çok daha fazla suç ve suçlu üretiyor.
Suça yönelimi etkileyen temel sorunların başında toplumsal adaletsizlikler ve eşitsizlikler, eğitim sistemindeki yapısal sorunlar, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması gibi unsurların yanında, somut olarak zikredilmesi gereken işsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği, hayat pahalılığı ve sosyal yardımlardaki yetersizlik gibi ekonomik sorunlarımız da var.
Suçun önlenmesi ve onarıcı adalet için etkili sosyal politikaların devreye sokulamamış olması, bu sorunları daha da derinleştiriyor. Üstüne toplumda sürekli artan veya bilerek körüklenen gerginlik ve kutuplaşmalar kişilerin tahammül sınırlarını zorlayarak suça eğilimlerini de artırıyor.
Elbette bunun yanında hukuk ve adalet sistemindeki cezaların caydırıcılığının yetersizliği, adil ve makul sürelerde yargılama yapılamaması gibi kronik sorunlarımız da başlıca nedenler arasında. Ceza adaletinin sağlanabilmesi için öncelikle suç işleyenlerin adil ve etkili bir şekilde yargılanıp cezalandırılması, masum kişilerin ise keyfi soruşturmalardan ve cezalardan korunacağından emin olması gerekir.
Ancak ülkemizde hukuk devletinin asgari gereklerinin dahi göz ardı edilmesi nedeniyle ne suçlular etkili şekilde cezalandırılmakta ne de masum kişilerin keyfi şekilde tutuklanması ya da mahkûm edilmesi engellenebilmektedir. Bu süreçte geçici çözüm olarak öngörülen ceza infaz sisteminde yapılan değişiklikler (infaz oranları ve denetimli serbestlik sürelerinin değiştirilmesi ile bazı suçlarda cezaların azaltılması) sonucunda mahkemelerin verdiği cezalar ile fiilen uygulanan cezalar arasında büyük farklar oluşmuştur.
Değerli Basın Mensupları,
En ağır suçlular bile kısa süre içinde serbest kalabilmektedir. Örneğin, 2020’de pandemi nedeniyle yapılan infaz düzenlemesi ile 310 bin kişi bulunan cezaevlerinden 90 bin kişi tahliye edilmiştir. Ancak takriben bir yıl içinde cezaevi nüfusu önceki sayıyı aşmış, Nisan 2021’de 314 bin kişiye ulaşmıştır. Ardından yine düzenleme yapılmış, fakat netice aynı olmuştur. 1 Ocak 2023 itibariyle sayı 341 bin 497 kişiyi bulmuş, 2023 Temmuz ayında yapılan bir diğer infaz değişikliği ile 80 bin kişi tahliye edilmiştir. Yine bir yıl üzerine, 1 Ağustos 2024 itibariyle cezaevlerinin toplam nüfusu yeni bir rekorla 350 bin kişiye ulaşmıştır. Bugün ise rekor üstüne rekor ile 400 bini aşmış vaziyette.
Ne kadar hazin, değil mi?
Bu tablo, geçici çözümler yerine kalıcı ve etkili adımlar atılması gerektiğini açıkça göstermektedir.
Bugün cezaevleri suçluların cezaevi sonrası yaşam için rehabilite edileceği yerler olmaktan çok, adeta suça daha da alıştıkları yerler haline gelmiştir. Oysa ceza infaz sisteminde asıl amaç, cezaevinden çıkan bir kişinin kamu güvenliğini tehdit etmeyecek şekilde topluma kazandırılmasının sağlanmasıdır.
Bakın Adalet Bakanlığı’nın verileri, Türkiye’de cezaevinden çıkanların % 45’inin yeniden suç işlediğini ortaya koyuyor.
Değerli Vatandaşlarımız,
Sonuç olarak, bu sorunlarla samimi bir şekilde yüzleşmeden ve kısa, orta ve uzun vadeli bütüncül yapısal dönüşüm planları ortaya koymadan; temel toplumsal sorunlara samimi olarak eğilmeden, adil ve caydırıcı bir ceza ve infaz politikası izlemeden, toplum olarak çok daha ağır bir toplumsal maliyetle karşı karşıya kalacağımız aşikardır.
Maalesef biliyoruz ki iktidar, sorunların temeline inip yaptıkları yanlışlarla yüzleşmek istemiyor. Sadece görüntüyü kurtaran, cezaevinde olanlar için adeta kötü muamele ve işkence manasına gelen doluluğu biraz azaltma dışında bir şey yapmayacak.
Ancak en azından, hazırladıkları ve bugünlerde meclise sunacakları mevcut pakete bazı zorunlu hususları eklemelerini ve bazı hataları yapmamalarını bekleyebiliriz.
Mesela;
- Anne-babanın aynı anda tutuklu ya da hükümlü olması durumlarında çocuğun etkilenmemesi için ebeveynlerden bir tanesinin küçük çocuğun yanında olması için gerekli düzenlemenin yapılması elzemdir.
- Hasta mahpuslar bakımından tam teşekküllü devlet hastaneleri tarafından verilen “cezaevinde kalamaz” raporları sonrası kişinin derhal tahliye edilmesi sağlanmalıdır.
- Cezaevi gözlem kurullarının, kimi zaman kendilerini yargı konumuna koyacak bir keyfilikle hareket etmelerini engellemek için ceza gözlem kurulları raporlarının somut değerlendirmeyle
yapılması adına gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. - Siyasi suçlularla ilgili çifte standarttan mutlaka vazgeçilmelidir. Onlarda da infaz oranları gözden geçirilmeli ve daha önce uygulanan Covid izni düzenlemesi kapsamına alınmalıdırlar.
Bunun yanında çok tehlikeli olduğunu değerlendirdiğim bir husus da ceza usul yasasında yer alan tutuklama tedbiriyle ilgili olarak yapılacağı ifade edilen bir değişikliktir. Kamuoyuna yansıdığı biçimde hafif suçlarda dahi kamu düzeni ileri sürülerek kişilerin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı başta olmak üzere pek çok temel hak ihlaline neden olup, keyfi bir biçimde tutuklanmalarına neden olabilecektir. Kamu düzeni ifadesinin bizzat kendisi bile oldukça geniş yorumlanmaya elverişlidir.
Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma Suçu diye TCK 217a olarak getirilen düzenlemenin nasıl araçsallaştırıldığı ve gazetecilere ve siyasilere karşı baskı aracı olarak kullanıldığı ortadadır.
Bu düzenlemeyle bilhassa muhalif basın mensuplarının hedef alınacağı ve mevcut baskı ortamının daha da artacağı endişesi yaşananlardan hareketle haklı bir endişedir. Örneğin bu düzenleme yasalaşırsa, bir gazeteci yaptığı bir haber nedeniyle, normalde tutuklanmasını bile gerektirmeyecek bir suçtan kolayca suçlanıp cezaevine gönderilebilecektir.
Bu durumun öne sürüldüğü gibi cezasızlık algısını yok etmeye mi yarayacağı yoksa muhalif olan pek çok kişiyi cezaevine mi göndereceği tartışmalıdır.
Nihayetinde milletimizin ve iktidarın dikkatine getirmek istediğim husus özetle şudur: Birkaç ayda bir bu tür paketlerle adaletin tesis edilebilmesi mümkün değildir. En etkili yargı paketi, hukuka ve Anayasa’ya uymak ve adaletin edebiyatını yapmak veya adaletli görünmek yerine adaletli olmaktır. Aksi halde bu ay bu paket yasalaşsa dahi, birkaç ay sonra 11. yargı paketi hazırlıklarına başlanmak zorunda kalınacak, bu kısır döngü sürüp gidecektir.
Kıymetli Vatandaşlarımız,
Birkaç ay önce telaffuz edilen ama bugünlerde pek kullanılmayan “Adalet Yüzyılı” sloganının gölgesinde kanayan bir yaramız KHK’lar maalesef. 10 yıldır bu alanda yüzbinlerce insanı ilgilendiren mağduriyetler yaratıldı ve bunların giderilmesi adına herhangi bir somut adım da atılmıyor.
Bu bağlamda yargı makamları da bilhassa yüksek mahkemeler, KHK’lar konusunda adaleti sağlamak amacıyla atılması gereken adımları şimdiye kadar atmadı veya çeşitli nedenlerle atamadı.
Örneğin dün, 5 Mayıs’ta Resmi Gazete’de yayımlanan bir kararında Anayasa Mahkemesi, ilginç bir karara imza attı.
AYM, KHK ile mesleğinden ihraç edilen ancak daha sonrasında HSK kararı ile mesleğine iade edilmiş olan bir hâkimle ilgili kararında, özetle “Özel hayata saygı hakkının” ihlal edildiğine ve bu kapsamda noterlik başvurusunun kabul edilmesi ile noterlik yapabileceğine karar verdi.
Karar umut verici gibi görünse de aslında iş göründüğü gibi değil.
Sözkonusu kişi, KHK ile mesleğinden ihraç edilmiş bir hâkim. Kendisi henüz ihraç edilmeden önce ve akabinde ihraç edildikten sonra da noter olabilmek için başvuruda bulunuyor. Fakat KHK ile ihraç edildiği için bu başvuruları kabul edilmiyor. Bunun üzerine idari yargıya başvuruyor ancak aynı gerekçe ile olumlu bir sonuç alamıyor. Bu durum üzerine AYM’ye başvuruyor.
AYM ise kararında; olağanüstü bir tedbir olarak mesleğinden çıkarılması, örgütle irtibatlı veya iltisaklı olduğunun kabul edilebilmesi için bir şüpheye neden olsa da başkaca somut eylem, olay ya da olgularla desteklenmediği durumda, bu türden bir şüpheye dayanarak ağır sonuçları olan işlemler tesis edilmesinin, kamusal makamlardan beklenen ilgili ve yeterli gerekçe ortaya konulması yükümlüğüne aykırılık teşkil edeceğini söylüyor.
Yani burada ilgili merciler irtibat-iltisak kavramına ilişkin bir sebep göstermediği için AYM tarafından ihlal kararı veriliyor. Bakınız burada asıl sorun, zamanında legal olan faaliyetlerin sonradan irtibat ve iltisak kurgusu üzerinden illegal örgüt faaliyeti olarak insanlara yakıştırılması ve bunu yaparken de kişinin niyetinin tamamıyla gözardı edilmesi. AYM kararında da tekrar gördüğümüz gibi, Yargıtay dahil mahkemelerin adaleti sağlama konusunda hali perişan, AYM de işte biraz çaba gösteriyor. Karar umut verici görünse de bu yüzden içerik olarak zayıftır ve adaleti tesis etmekten uzaktır.
Esas olan bütünüyle hukuka dönülmesidir ve örneğin KHK mağduriyetleri ile ilgili AİHM’nin Yalçınkaya kararında ortaya koyduğu esasları baz alarak yüzbinlerce insanın mağduriyetine son verilmesidir.
Aziz vatandaşlarımız,
Adaletsizlik ve hukuksuzluk bahsinden memleket olarak çıkamıyoruz maalesef; bu sebeple bir iki aktüel örnek daha vereceğim. İnşallah ilerde memleketimizde tekrar hukuk devleti tesis edildiğinde düşman hukuku örneği olarak hukuk fakültelerinde anlatılacak bir hukuk skandalını dikkatinize sunmak istiyorum: Biliyorsunuz 2013’teki Gezi Parkı Olayları sırasında barışçıl protestolarda bulunan bazı oyuncu ve menajerler son yıllarda hedef tahtasına oturtuldu ve onlar üzerinden sivil toplum ve sanatçılar üzerinde bir baskı rejimi tesis edildi.
Tamamıyla mesnetsiz bir biçimde Gezi olaylarındaki şiddet ve daha ötesinde sözde Gezi olayları hükümeti cebir ve şiddetle düşürmek amacıyla gerçekleştirildi diye Gezi olaylarından yıllar sonra davalar açıldı ve birçok insan hukuksuz bir biçimde cezaevine mahkûm edildi.
Osman Kavala, Can Atalay, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Tayfun Kahraman, Mücella Yapıcı…
Bu saçmalıklar yetmemiş gibi Gezi olaylarından 12 yıl sonra başka bir azılı suçlu keşfedildi adeta: Ayşe Barım
Bu dönemde, sahibi olduğu menajerlik şirketine bağlı sanatçılarla iletişim kuran ve bu isimlerle birlikte Gezi Parkı’ndaki protestolara katılan Ayşe Barım geçtiğimiz haftalarda gözaltına alınıp tutuklandı. Dün iddianamesi kabul edildi ve 7 Temmuz’da ilk kez hâkim karşısına çıkacak.
Ayşe Barım’ın dosyasına dair bazı gözlem ve değerlendirmelerimi bu vesileyle kamuoyuyla paylaşmak istiyorum.
27 Ocak’tan bu yana tutuklu olan Ayşe Barım hakkında, duyunca insanı dehşete düşürecek bir ithamla, “hükümeti devirmeye teşebbüse yardım” suçlamasıyla iddianame düzenlendi. Bu suçtan alınabilecek ceza 22,5 yıl ila 30 yıl arası, yani insanın ömrünün kalan kısmını cezaevinde çürütebilecek bir süreden bahsediyoruz.
İnsanların 30 yıla yakın bir ömrünü elinden alabilmek için, bu kadar ciddi bir ithamla yargılayabilmek ve nihayetinde cezalandırabilmek için çok ciddi bir suçlama, bununla ilgili somut bulgularınız, delilleriniz olması gerekir.
Asgari mantık, temel düzeyde hukuk bilgisi, minimum akıl, az buçuk adalet bilinci ve vicdan bunu gerektirir.
Peki savcılık makamının bu iddiası hukuken nasıl temellendirilebilir?
Barım’a yöneltilen ve “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım” suçu oluşturduğu iddia edilen eylemler şunlar:
-Sanatçılarla yaptığı telefon görüşmeleri
-Sosyal medya paylaşımları (#occupyTurkey, #direnGeziParkı hashtag’leri)
-Eylemlere katılan oyuncularla arasındaki telefon/HTS kayıtları
-Protesto bildirilerinin zamanlamasına dair mesajlaşma programındaki fikir alışverişleri.
Bu fiillerin hiçbirisinde en ufak bir kabahat dahi olmadığı gibi cebir veya şiddet unsuru hiç yok. Ne silah kullanımı, ne kamu binalarına saldırı, ne de güvenlik güçlerine yönelik bir eylem hazırlığı veya iletişimi var. Sadece düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındaki sıradan faaliyetler söz konusu.
Halbuki bu kadar ciddi bir suçu tanımlayan Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 312. maddesinde suçun somut şartlarının oluşabilmesi için şunlar gerekli:
“Cebir ve şiddet kullanılması ve hükümeti devirmeye özel kast”
Yardım suçunda ise bu fiillere bilerek katkı sağlanması gerekir.
Bakınız kanun maddesi çok açık, yoruma izaha yer bırakmayacak kadar açık ve net: Cebir ve şiddet kullanılacak ve bu cebir ve şiddet kullanılmasına yardım ederken de bu şiddet eylemine bilerek katkı sağlanacak.
Ayşe Barım’ın dosyasını ve kendisine isnat edilen ve somut eylem olarak takdim edilen fiilleri inceleyen görecektir ki Barım’ın somut eylemleriyle kanundaki kriterlerin hiçbiri örtüşmüyor.
İletişim kayıtları ve sosyal medya paylaşımlarını “örgütsel faaliyet” gibi göstermek, açıkça ifade ve örgütlenme özgürlüğünü cezalandırmaktır. Daha ortada bir örgüt yok, şiddet eylemine verilen destek dahi yok. Sadece yorumlayarak ve niyet okuyarak yapılan çıkarımlar ve zorlama akıl yürütme çabaları var.
Yani özetle; Ayşe Barım hakkındaki iddianame, hukuki açıdan dayanıksızdır, dayanak düzeyi tam olarak sıfırdır. Dosyada somut hiçbir delil yoktur, isnat edilen suçlama da aşırı zorlamadır.
Bir menajerin sanatçılarla rutin iletişimi, hükümeti devirmeye yardım sayılmak isteniyor. Bu iddianamede ortaya konulan anlayış, hukuk güvenliğini doğrudan tehdit eder, sadece ilgili kişiyi değil, herkesi tehdit eder.
İfade özgürlüğünü kriminalize etmek, demokrasiyi de ifade özgürlüğünü de sivil toplumu da boğmaktır.
Barışçıl protestoları suç gibi göstermek yerine, onları korumak ve demokrasi kültürünü geliştirmeye gayret etmek hukuk devletinin asgarî gereğidir.
Özetle; Ayşe Barım hakkındaki iddianame zorlamanın da çok ötesidir, temelsizdir, açıkça dayanaktan yoksundur; hepsinin de ötesinde hukuk devleti ilkesine açık bir hakaret ve saldırıdır.
Değerli Vatandaşlarımız,
Maalesef hukuksuz ve adaletsiz uygulamalar bir tane, iki tane değil… Örneğin dün TÜSİAD Başkanı Orhan Turan ve YİK Başkanı Ömer Arif Aras hakkında, TCK madde 288 kapsamında “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçundan iddianame düzenlendi. TÜSİAD’ın bu iki yetkilisinin ülkedeki yargılamalarda yaşanan hukuksuzluklara dair eleştirileri “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” olarak değerlendirilmiş savcılık tarafından.
Aslında komedilere konu olabilecek nitelikte bir durum ama bizim ülkemizde artık sıradan haller.
Söz konusu açıklamalar, bir toplantıda ifade edilen değerlendirmelerdir, kamuoyuna yönelik genel beyanlardır. Hedefi, içeriği ve yöntemi itibariyle yargılama faaliyeti üzerinde doğrudan bir baskı ya da yönlendirme amacı taşıma ihtimali olmadığı açıktır. Bu tür açıklamalardan yargı mensuplarının etkilenebileceği varsayımı, saçma ötesidir.
Bu tür yorumlarla ceza hukuku, soyut tehlike suçu anlayışının da ötesine taşınmakta; maddi unsurları oluşmayan fiillere ceza tehdidi yöneltilmektedir. Unutmayalım ki ceza hukukunun meşruiyeti, keyfilik karşısında gösterdiği dirençle ölçülür. Hukuki güvenliğin temeli ise suç ve cezanın öngörülebilirliğidir.
Değerli arkadaşlar,
İsrail’in Gazze’deki soykırımı artık dayanılmaz bir hal aldı ve maalesef ne hükümetten ne de hazin haldeki “İslam dünyası”ndan bu konuda ses seda yok. Gözümüzün önünde, canlı yayında Filistin yok ediliyor.
Son olarak dün, İsrail savaş kabinesinin, Gazze’deki saldırıların daha da genişletilmesi ve halkın güneydeki çöllere sürülmesi kararı aldığı haberi basına yansıdı. Trump’ın Gazze’deki Filistinlileri sürgün planı da bu kapsamda İsrail’in şımarık saldırganlığının dayanak noktası haline geldi.
Gazze’deki Filistinlilerin tehcirini öngören bu yöndeki söylemleri de saldırıları da bu milletin bir vekili olarak kınıyorum ve reddediyorum. Hükümeti de, limanlarımızı soykırıma silah ve savaş malzemesi taşıyan gemilere kullandırma jestinden fırsat bulabilirlerse, içi boş hamasi söylemler yerine inisiyatif almaya, Arap dünyasında ve bölgede bu saldırganlığa karşı ortak bir duruş geliştirmek için ivedilikle somut adımlar atmaya çağırıyorum.
Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.