Çok Değerli Basın Mensupları,
Ekranları başında bizleri izleyen Değerli Vatandaşlarımız,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Hepinizin malumu olduğu üzere son bir iki haftadır baş döndürücü olaylarla karşı karşıyayız.

İktidar adeta kontrolü kaybetmiş bir halde ortağı ile birlikte on parmak değil, yirmi parmak tüm tuşlara basıyor.

Temelden yoksun sloganlardan ibaret, sorunların özü ile yüzleşmeden ezberlerini tekrar ediyorlar, sonucun farklı olmasını bekliyorlar.

Bir tarafta Sayın Cumhurbaşkanı’nın desteği ile iktidar ortağı Sayın Devlet Bahçeli terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ı meclise davet edip umut hakkından bahsediyor, diğer tarafta hukuki bir dayanağı olmaksızın geçen hafta Esenyurt Belediye Başkanı terör örgütü üyeliği ile suçlanıp cezaevine gönderildiği gibi yerine bir kayyum atanıyor.

Bir hafta önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ile meclis başkan vekili Bekir Bozdağ Mardin Belediye Başkanı Sayın Ahmet Türk’ün barış elçisi olarak desteğine başvuruyorlar, bu hafta Ahmet Türk’ü terörist olarak görmemizi istiyorlar, yerine kayyum atıyorlar.

İktidarın hukuk devletini hiçe sayan uygulamaları yine son sürat ülkenin her yerinde kendini gösteriyor.

Anayasayı yok saymaları, Anayasa Mahkemesi kararlarını reddetmeleri, kanunları ezip geçmeleri öyle bir hal aldı ki sanki ülkeyi güvenlikten ve huzurdan daha yoksun hale getirmek için canhıraş bir biçimde çabalıyorlar.

Bir taraftan dünya beşten büyüktür diyerek Birleşmiş Milletler kürsüsünde dünyayı adalete çağırıyorlar, diğer taraftan ülke içinde aynı çağrıyı yapan herkese her türlü kötülüğü yapıyorlar.

İsrail terörüne karşı dünyayı harekete geçmeye çağırıyorlar ancak ülkemizde İsrail terörünü lanetleyip, iktidarı dürüst olmaya ve İsrail ile tüm ticareti sonlandırmaya çağıran gençleri terörist ilan ediyorlar.

Toplumu hukuki güvenlikten yoksun, yarınlardan yoksun, ümitten yoksun bir psikolojiye sokmak için yapılabilecek ne varsa yapıyorlar.

Aziz Vatandaşlarım,
Bakın Demokrasi Endeksinde dünya sıralamasında 102. sıradayız, Basın Özgürlüğü Endeksinde 165. sıradayız, Hukuk Devleti Endeksinde 117. sıradayız, Yolsuzluk Endeksinde 115. sıradayız, Ekonomik Özgürlük Endeksinde 102. sıradayız, ama Sefalet Endeksinde dünyada ilk 10’dayız, Organize Suç Örgütler, Endeksinde Avrupa’da 1., Dünya’da 12. sıradayız.

Yani anlayacağınız iyi işlerde hep sondayız, kötü işlerde en başlardayız.

Geçen hafta yayınlanan Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun 2024 Türkiye raporunda tekraren ‘Yargının bağımsızlığı da dâhil olmak üzere, temel haklar ve hukukun üstünlüğü alanlarında ciddi endişeler devam etmektedir.’ denilmektedir.
Millet olarak bu kötülükleri yaşayan bizler yorulduk, bu raporları yazanlar yoruldu ama iktidar yorulmadı. Bıkmadan usanmadan Türkiye’nin itibarını zedelemeyi, ülkemizin devasa imkanlarını engellemeyi ve milletimizin hak ettiği refahı ve özgürlükleri kısıtlamayı tam gaz sürdürüyor.

Değerli Basın Mensupları,
Bizdeki temel sorun yasaların eksikliği değil, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı askıya alınmış olduğu için başta Anayasa olmak üzere yasaların uygulanmaması ve hatta iktidarın keyfi doğrultusunda kötüye kullanılması.

Mesela terörle ilgili mevzuatı yargıyı da araçsallaştırarak istedikleri gibi eğip bükerek iltisak ve irtibat gibi istediğiniz yere çekebileceğiniz lastik gibi belirsiz/sınırsız kavramlarla, hatta çoğu zaman izahata bile ihtiyaç duymadan, tenezzül etmeden gelen geçeni terörist ilan edebiliyorlar.

Böyle korkunç adaletsizlikleri sisteme dönüştürdükleri için de toplumda hukuka ve dolayısıyla devlete güveni de gün geçtikçe daha fazla zedeliyorlar.

Bu sorumsuz davranışlarının Türkiye’ye nasıl ağır bir fatura çıkardığını da umursamıyorlar.
Yeter ki iktidarlarını sürdürebilsinler. Bunun için her türlü kötülüğü meşru görebiliyorlar.

Otoriter yönetimlerini sağlamlaştırmak için Anayasa’ya aykırı kanunlarla gazetecileri susturuyorlar veya otosansüre mahkûm ediyorlar. Susmayanları cezalandırıyorlar.

İki yıl önce Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma Suçu diye bir kanun ihdas ettiler. Bu kanunu sivil toplumu, gazetecileri ve avukatları susturmak için kullanıyorlar. Hafta sonu bir avukat için bu kanunu yine kullandılar ve normal bir hukuk devletinde trajikomik bir örnek olarak okutulacak biçimde Adli Kontrol Hükümlerini de araçsallaştırarak ev hapsine mahkum ettiler.

Şimdi de bugün meclis genel kurulda görüşülmeye başlanacak ‘9. Yargı Paketi’ adı altında ‘Noterlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifinde’ Türk Ceza Kanunu’na 339 A madde olarak ‘Devletin Güvenliği ve Siyasal Yararları Aleyhine Suç İşleme’ diye yeni bir suç ekliyorlar.

Kamuoyunda yaygın olarak ‘Etki Ajanlığı’ diye aslında doğru tanımlanan, otoriter rejimlerde baskı unsuru olarak kullanılan yeni bir suç tipi.

Bu kanun teklifi geçen yasama döneminde taslak olarak hazırdı aslında. Ülkemizde artık araştırma yapmanın ve bilimsel çalışmanın da nerdeyse imkânsız kılınacağına dair haklı tepkiler nedeniyle geri çektiler ve biraz değiştirerek yeniden getirdiler.

Önceki taslak maddenin başlığı ‘Diğer Faaliyetler’di. Aslında ucu açık, belirsiz, temel kanunilik ilkesine aykırı maddeyi gayet yerinde tanımlıyordu. Şimdi o başlığı değiştirmişler ama içerik yine çok belirsiz ve kanunilik ilkesinin şartlarını taşımıyor.

Yine eski taslakta araştırma yapan ve yaptıranlar suça konu edilebilecek şekilde maddeye alınmıştı, onu çıkarmışlar. Yeni düzenleme ile ‘Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenlerin’ cezalandırılması öngörülmüş.

“Devletin güvenliği” kavramı, her ne kadar gerekçede Devletin varlığı gibi ciddi bir ifade ile ilişkilendirilmiş olsa dahi, uygulamada çok geniş yorumlanacaktır. Devletin iç ve dış siyasal yararları o kadar sınırsız ve belirsiz ki asıl vahim olan her türlü istismara açık olacaktır.
Yaptıkları yapacaklarının teminatı olduğu için bol bol istismar edecekler.

Yine yabancı bir devletin veya organizasyonunun stratejik çıkarları Cumhuriyet Savcıları veya mahkemeler tarafından nasıl belirlenebilecek? Zaten gerekçede de bu kavramlara açıklık kazandırılmamış.

Düşünün, kişi hem halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma veya Cumhurbaşkanına hakaretten yargılanacak ve aynı zamanda bu maddeden casus gibi en az 3 yıldan 24 yıla kadar hapisle cezalandırılacak. Yani iki kere cezalandıracaklar.

Bu kanun, hükümete meşru insan hakları örgütlerini, gazetecileri ve sivil toplumu casus ve devlet düşmanı olarak yaftalama, itibarsızlaştırma ve kriminalize etme yetkisi verecek.

Kanunun öngörülebilirliği yok ama biz bu kanun sebebiyle şimdiden temel haklara yönelik çok ağır ihlalleri öngörebiliriz. Kanun çok belirsiz olmakla birlikte nasıl kullanılacağı gayet belirli.

Benzer yasalar Rusya’da ve Gürcistan’da da var. Çok ağır insan hakları ihlallerine sebebiyet vermektedir. Bu ihlaller sebebiyle daha yakın zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Rusya’dan gelen 106 başvurucu için maddi tazminat dışında 610 bin Avro manevi tazminata hükmetmiştir.

Bu sebeple açıkça Anayasa’ya aykırı olan ve ancak baskıcı otoriter rejimlerin başvurduğu bu kanun teklifi geri çekilmeli, bir daha gündeme dahi getirilmemelidir.

Gerçekten devletin güvenliğini tehdit konusunda TCK’da bir boşluk var ise iktidar muhalefet ile uzlaşı içinde bir teklifi meclise sunmalıdır.

Değerli Vatandaşlarım,
Kıymetli basın mensupları,

Takip ettiğiniz gibi yine Kayyum sezonu biraz gecikmeyle de olsa başlamış gözüküyor.
Aslında şaşırtıcı olan gecikmesi, sezonun gelmesi değil.

Dün sabah Mardin, Batman ve Halfeti Belediye Başkanlarının görevden alınması, geçen hafta da İstanbul’un Esenyurt ilçesinin belediye başkanının görevden alınıp yerine kayyum atanması ile birlikte iktidar bildik ezberlerine dönmüş oldu.

Geçmişte Güneydoğu illerinde aynısını yapmıştı, bütün o belediyeleri yine aynı siyasi hareket, yani bu kez DEM adını taşıyan parti kazandı. DEM Partili başkanların tamamı görevlerini kayyımlardan devraldı.

DEM Parti’nin görevden uzaklaştırılan üç belediye başkanı aleyhine açılmış soruşturma dosyaları varmış zaten. Geçmişten sürdürülen ve aslında hukukla izah edilmesi çok zor bu usulle iktidar aynı zamanda halkın iradesini de yok saymaktadır.
Tabi sorulması gereken çok soru var ama en başta madem bu kişiler terörle ilişkiliydi, neden yerel seçimin üzerine 7 ay beklendi?

Açtır bir soruşturma, onu bahane ederek al görevden. Daha kolayı yok. Böylece milletin egemenliğini de gasp et ve her seferinde aynı netice ile karşılaş ama ders çıkarma!

Bu zihniyet demokrasiye de en büyük darbeyi vuruyor çünkü zaten kısıtlı olan demokratik katılım yöntemlerinden seçimi ve milletin tercih egemenlik hakkını da adeta alaya alıyor.

Gerçekten tahammülü zor bir zorbalık.

Özellikle Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer dosyasını okuduğum için biliyorum, tam bir rezalet.

En önemli delil bir taziye telefonu. Ölen ve telefon açılan kişiler hakkında PKK suçlaması da yok.

Savcılığa göre bu taziye telefonu “Ahmet Özer’in terör örgütüyle bağını gösterir en önemli telefon görüşmesi”.

Aynen böyle yazıyor.

Herhalde savcı farkında değil. Benzer taziye telefonu delilleriyle Türkiye’de milyonlarca insanı PKK üyeliğinden tutuklamak mümkün. Bu anlayışa göre bir Kürt tanıdığınıza taziye telefonu açmadan önce aile üyelerinin adli sicil kaydını talep etmeniz gerek.

Etmediniz ve insani bir görev yerine getirdiniz, iltisak ve irtibattan terörist olarak soruşturmaya tabi tutulabilirsiniz. Bu tablo aynı zamanda çok vahim toplumsal barışımıza kasteden bir bakış açısı.

Peki madem bu kadar kolay, o zaman KCK yöneticiliğinden hapis yatmış olan DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan’a Meclis’te taziye dileyen MHP lideri Devlet Bahçeli hakkında da işlem yapın da görelim sizin samimiyetinizi. Bütünlük arıyorsanız Öcalan’a davetini de alın dosyaya.

Ahmet Özer ve diğer kayyum uygulamaları esas alınacak olursa önümüzdeki haftalarda DEM Partili bütün belediye başkanlarını tutuklayıp yerlerine kayyım atama ihtimali yabana atılamaz maalesef
Her alanda aynı adaletten ve hukuktan nasipsiz anlayışla karşılaşıyoruz.

Değerli Basın mensupları,

Geçen hafta Yeni Asya Genel Yayın Yönetmeni Kazım Güleçyüz tutuklandı. Kazım Bey Fethullah Gülen’in ölümü üzerine yayınlamış olduğu Twitter mesajı nedeniyle ‘terör örgütü propagandası’ suçundan dolayı cezaevine konuldu.

Bu da tamamen keyfi bir uygulama. Kanuni dayanağı yok. Açıkça söylemek gerekirse suçla mücadele etmesi gerekenler bu örnekte de aslında suç işliyor!

Kazım Bey’in mesajında geçen ifadeler müsnet suçun oluşmasına dayanak olabilecek nitelikte değildir. Doğrusu şahsen Fethullah Gülen ile ilgili sadece darbe teşebbüsü ve o esnada katledilen vatandaşlarımız bağlamında değil, daha öncesinde de devlet içinde hukuk dışı paralel yapılanma ve mahrem yapının işlediği suçların baş sorumlusu olması, ayrıca yüzbinlerce insanın ağır hukuksuzluklara maruz kalmasına vesile olanların başında gelmesi sebebiyle aklıma en ufak bir olumlu düşünce gelmez. Ancak hukuk bizim beğenip veya beğenmediğimiz veya kamuoyunun rahatsız olduğu veya olmadığı söylem ve eylem biçimlerine göre araçsallaştırılamaz.

Aksi takdirde hukuk toplumda herkesi devamlı tehdit eden bir sopaya dönüşür. Maalesef bu durumu ülkemizde yıllardır yaşıyoruz.

Söz konusu olayda ilgili suçun oluşması için örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da teşvik edecek şekilde propagandasının yapılması gerekir.

Oysaki bu unsurların hiçbirisinin mesajda olmadığı açıkça görülmektedir. Bu sebeple tutuklama şartlarının oluşmadığı açıktır.

Çünkü bir kişinin tutuklanması için kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması şarttır.
Kazım Bey olayında da hukuku ve yargıyı araçsallaştırarak sopa olarak kullananları ve adli kontrol tedbirlerini ceza olarak uygulayanları kınıyor, derhal serbest bırakılması gerektiğini vurguluyorum.

Sayın Kazım Güleçyüz’e ve Yeni Asya camiasına geçmiş olsun diyorum.

Değerli Basın Mensupları,

Aynı anlayışı iktidar tam 7 yıldır cezaevinde tutulan Osman Kavala’ya uyguluyor.

Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku hala Gezi olayları bağlamında tutuklu.
Özellikle isimlerini belirtiyorum çünkü toplum olarak bu insanlara özgürlüklerini borçluyuz. Bu insanlar suçsuz.

En fazla ceza alan Kavala’nın dosyasını inceleyip ortada bir suç olmadığını tespit etmek için hukukçu olmak bile gerekmez. Osman Kavala sözde hükümeti devirmeye çalışmış ya, Yargıtay kararına bakarsak, hükümeti devirmeye çalıştığı vahim eylemlerin başında Gezi olayları sırasında yüz tane sandviç hazırlatması, ses sistemi kurdurması, açılır kapanır masalar getirtmesi, Polisin gaz sıkması karşısında savunma olarak gaz maskesine gereksinim olduğunu söylemesi geliyor. Bunların cezası ağırlaştırılmış müebbet.

Ayrıca Yargıtay kararında Osman Kavala’nın cebir ve şiddet olaylarına karışmadığı kabul ediliyor. Oysa hükümeti devirmek suçunun oluşması için cebir ve şiddet unsuru aranıyor.

Kavala’nın dosyası böyle iken varın siz çok daha az ceza alan Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku’nun suç fiillerini düşünün. Suç teşkil edebilecek bir eylem yok.
Öyle bir trajikomik iktidara sahibiz ki sözde dünyada adalet istiyor ama ülkede adalete tahammülü yok.

Bu sebeplerle ülkemiz öyle bir halde ki bir taraftan derinleşen sorunlarımız suçlu üretiyor, yetmiyormuş gibi diğer taraftan yargı suçlu üretiyor.

Adalet Bakanlığının resmi istatistiklerine göre 2023 yılında toplam 22 milyon 476 bin suç soruşturması ve 13 milyon 199 bin şüpheli var. Bize yakın bir nüfusa sahip Almanya’da ise aynı yılda soruşturma evresindeki toplam suç 5,9 milyon, şüpheli de 2 milyon 250 bin. Yani bizde nerdeyse 4 misli fazla suç, nerdeyse 6 misli fazla şüpheli. Maalesef cezaevi nüfusumuz da benzer. Almanya’da 45 bin, bizde 355 bin, yani 8 mislisi.

Toplumu adeta büyük bir hukuksuzluk sarmalının içinde bırakan bu korkunç tablonun sürdürülmeye çalışılması Türkiye’yi her alanda hızla aşağı çekmekte ve hepimizin günlük hayatında karşılaştığı sorunları daha da derinleştirmektedir.

Değerli Vatandaşlarımız,
Yüreğimizi kanatan ve her geçen gün daha da büyüyen bir diğer mesele ise elbette Gazze, Filistin ve Lübnan’da yaşanan korkunç katliamlar. Gözümüzün önünde insanlığın katledilmesi karşısında acziyetimiz aynı zamanda utancımızdır.

İsrail, 13 aydan beri Gazze’de, Batı Şeria’da ve son haftalarda Lübnan’da insanlığa karşı her türlü suçu işliyor.

Başka bir yerde olsa tüm dünyanın tereddütsüz biçimde soykırım olarak adlandıracağı vahşet devam ediyor. Gazze özellikle yaşanmaz hale getirildi, 50 binden fazla insan katledildi.

Bu katliamlar karşısında Türkiye çok gecikmeli olarak, Nisan 2024’te, yani saldırılardan yaklaşık 6 ay sonra, İsrail ile olan ticareti belirli mallar üzerinden yasakladığını, sonrasında tamamıyla durdurduğunu açıkladı.

Ancak bu konuda çok ciddi soru işaretleri var.

Kamuoyunun iktidarın dezenformasyonu ile manipüle edildiğine dair somut veriler var.
Mesela İsrail Merkez İstatistik Bürosu’nun resmi kayıtlarına göre İsrail Eylül ayında Türkiye’den 116 milyon dolarlık mal ithal etmiş, 2024’ün ilk 9 ayında 1,8 milyar dolar ithalat görünüyor.

İktidar şimdiye kadar bu iddiaları reddediyordu ve gönderilen malların Filistin’e gönderildiğini ifade ediyordu. Halbuki bunun doğru olma ihtimali çok çok zayıf. Çünkü Filistin tamamıyla işgal ve abluka altında. İsrail’in kontrolü dışında Filistin’e mal girmesi imkansız.

Türkiye İhracatçılar Birliği’nin 2024 yılı Eylül ayı verilerine göre İsrail ile olan ticaret durma noktasına gelmiş gibi görünse de; Filistin ile olan ticaretimizin astronomik bir şekilde %525 oranında artmış görünüyor.

Ayrıca Yunanistan, Romanya ve İtalya ülkelerinde kurulan şirketler aracılığı ile de İsrail’e ihtiyacı olan bazı malların Türkiye tarafından ihraç edildiği iddiaları çok ciddi verilere dayandırılıyor. Aynı şekilde petrol ve yakıt ihtiyaçlarını da Azerbaycan’dan sağlayan İsrail’e bu yakıtların Türkiye üzerinden nakliyatının sağlandığı hususları ile ilgili veriler karşısında iktidar sessiz.

Uluslararası gemi trafiği verileri de Türkiye ile İsrail arasındaki gemi trafiğinin çok yoğun olduğunu gösteriyor.

Eğer iktidarın iddia ettiği gibi gerçekten İsrail’e bir boykot söz konusu olsaydı Türkiye’den İsrail’e mal gidebilir miydi? Veya Türkiye üzerinden gidebilir miydi? Devlet ciddiyeti nerede kaldı?

Halbuki bizim limanlarımız adeta üs olarak kullanılıyor.

İktidar gerçekten Türkiye üzerinden İsrail’e ulaşan petrol ve yakıtın Filistinlilere yönelik katliamda kullanılmadığını iddia edebilir mi?
Peki bu durumda Filistinli mazlumların kanı elimizde değil mi? İktidarı samimiyete davet ediyorum!

İsrail ordusuna silah taşıdığı için birçok ülkenin limanına yanaşması izin verilmeyen gemiler nasıl oluyor da bizim limanlarımızı üs olarak kullanabiliyor. İktidara soruyorum: Hangi vicdana bunu sığdırabiliyorsunuz?

Ayrıca bu rezaleti protesto eden vicdanlı gençlerimizi hangi hakla engelleyebiliyorsunuz? Hangi hakla gözaltına alabiliyorsunuz? Nasıl oluyor da korunması gereken protesto ve gösteri hakkını kullanan gençler gözaltına alınıyor da siz İsrail’e mal taşıyan gemileri koruma altına alıyorsunuz? O gençlerimizi haklı direnişleri sebebiyle kutluyorum.

Görünen manzara maalesef söylenen sözlerle yapılan işler arasında çok büyük çelişkiler olduğunu ortaya koyuyor.

Öyle görünüyor ki iktidar gerçek dışı bilgilerle toplumu manipüle ediyor. Görünen manzara devlet ciddiyetinin yok olduğunu gösteriyor.

Aziz milletimiz,
Saygıdeğer Gazeteciler,

Sayın Bahçeli, bu dönemi “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözleriyle ifade etmişti.

Yani aslında durumun farkındalar.

Her alanda barışa, huzura, ahenge ihtiyacımız var.
Toplum olarak mutlu yarınlara bakma hakkımız var.

Kazananın her şeyi kazandığı, tüm yetkinin tek bir kişide toplandığı, tüm önemli kararların tek bir kişiye bırakıldığı, her türlü keyfiliği mümkün kılan bu sistemsizlikle Türkiye’nin yeni bir döneme girmesi, iç barışını sağlaması, refaha ve huzura kavuşması mümkün değildir.

Bu yönetim anlayışında ülkenin başındaki kişi kim olursa olsun fark etmez; bu iktidar gidecek falanca gelip ülkeyi kurtaracak diye beklemek de beyhudedir.

Türkiye’nin bu girdaptan kurtulmasının tek yolu, demokratik hukuk devletine geri dönmek ve devlet düzeninde yerinden oynayan taşların tekrardan adaletle ve demokratik bir anlayışla yerli yerine oturtulmasını sağlamaktır.

Türkiye’nin çoğulcu demokrasiden ve gerçek bir hukuk devletinden başka gidebileceği bir yol yoktur.

Referans olarak kimi alıyor olursa olsun, hangi inancı ya da siyasi düşünceyi benimsemiş olursa olsun, bugün ister iktidarda ister muhalefette olsun Türkiye’nin otoriter anlayışlarla yoluna devam edebilmesi mümkün değildir.

Demokrasinin farklılıklarla bir arada huzur içinde yaşama iradesidir; farklı inançlara, yaşam biçimlerine, siyasi görüşlere ve fikirlere yaşam hakkının olmadığı yerde demokrasi yoktur.

Hukuk devleti her türlü farklılığın varlığını korumakla mükelleftir. Özgürlüğü, adaleti ve demokrasiyi sadece kendi mahalleniz için isterseniz gün gelir siz de otoriter anlayışın kurbanı olursunuz.
Gerçek bir demokrasiyi ve herkes için hukuk devletini savunanların farklılıklarına bakmaksızın ve kişisel sorunları bir kenara bırakarak artık Türkiye’nin geleceği için daha çok sorumluluk almak zorunda oldukları bir döneme girmiş bulunmaktayız.

Hiçbir istisna olmaksızın, amasız fakatsız tüm farklılıklarımızla biz birlikte Türkiye’yiz diyen; referansı hangi tarihi şahsiyet olursa olsun, referansı hangi inanç ya da siyasi görüş olursa olsun her türlü otoriter anlayışa karşıyız diyen herkesi ortaklaşmaya, dayanışmaya, el birliği yapmaya, güç birliği yapmaya ve gerçek özgürlükçü demokratları bir araya gelmeye davet ediyorum.

Bizler ülkemizin geleceği için var gücümüzle çalışmaya devam ediyoruz.

İnşallah verdiğimiz mücadeleyi büyütmeye ve Türkiye gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti oluncaya dek çalışmaya devam edeceğiz.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Connect with Me: