Çok Değerli Basın Mensupları,

Ekranları Başında Bizleri İzleyen Değerli Vatandaşlarımız, hepinizi Saygı ve muhabbetle selamlıyorum.

Değerli Arkadaşlar,

17 Haziran Cuma günü tatsız olaylara bizzat şahit oldum.

Ankara’nın göbeğinde, Kızılay’da, Afrika yemekleri sunan SAAB Cafe Restoran’ın tabela asma törenine polisler ırkçı saiklerle müdahale ettiler.

Aylardır takibimde olan bir konu bu.

Siyasi irade Kızılay’da siyah tenli insan görmek istemiyormuş! Polis de talimat gereği kitabına uydurmaya çalışıp insanlara kötülükler yaparak bu insanları kovuyordu.

Polisler Kızılay’daki siyah tenli insanlara aylardır baskı yapmakta, haksız yere gözaltına alarak bu insanları mağdur etmekteydi.

Daha önceden bu bölgede olan, siyah tenli insanlara ait birçok dükkân bu baskılar nedeniyle kapatılmış veya başka yerlere taşınmıştı. Berber, kafe, lokanta, market ve benzeri işletmeler polis baskısına boyun eğmek zorunda kalmışlar. Yani yeni bir zorbalıkla karşı karşıya değiliz. Zaten aylardır hukuksuz uygulamalarında çok başarılı bir durumdan bahsediyoruz.

SAAB Cafe Restoran da aynı baskılara maruz kalıyordu. Ben de kendilerine destek olmak için yeni tabela asma törenlerine katıldım. Burada ise, polisler hem işletmecilere hem de katılımcılara karşı tacizde bulundu.

Milletvekili olmama rağmen bu polislerin amiri bana karşı saygısızca ve tehditkâr davranış ve söylemlerde bulundu.

SAAB Kafe’nin tabelasına ise izin verilmedi ve zorla tamamen beyaza boyatıldı.

Siyahilere karşı kurumsal ırkçılığın daha ironik bir şekilde ortaya konulması mümkün olamazdı herhalde!

Olaylar bununla bitmedi.

Ertesi gün bu konuda hiçbir yetkisi olmayan Göç İdaresi Başkanlığı bir yazılı açıklama yaptı.

Yazılı açıklamada dedi ki; Türk Standartları Enstitüsü’nün standardı var, tabelalarda Türkçe kullanım esastır, yabancı kelimeler kullanılacaksa da Türkçesiyle beraber kullanmak zorunludur ve en fazla Türkçe’nin %25’i kadar olabilir.

Hâlbuki olaylar yaşanırken ben bizzat oradaydım.

Hiçbir polis, hiçbir mevzuat hükmüne dayanarak bir uygulama yaptığından bahsetmedi. TSE standardını uyguluyoruz demedi.

Ayrıca biz bu mevzuatı araştırdık.

Tabela ve levha standartlarını belirleme yetkisi belediyelerde…

Belediyenin yabancı kelime kullanılamaz diye bir standardı da yok.

Türk Standartları Enstitüsü’nün görev ve yetkilerini düzenleyen 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’ne baktık. Bu kararnamede de Türk Standartları Enstitüsü’ne, özel hukuk kişilerini bağlayacak ve ülke çapında uygulanacak bir genel düzenleyici işlem yapma yetkisi verilmemiş durumda.

Hatta görev ve yetkilerine bakınca Türk Standartları Enstitüsü’nün ‘standart’ olarak belirlediği hususların ilgilileri açısından zorunlu olmadığını tavsiye niteliğinde olduğunu gördük.

Yani TSE; standartlarını yalnızca teşvik edebilir, kimseyi bunlara zorlayamaz.

Göç İdaresi Başkanlığı’nın dayandığını söylediği TSE standardı ise yalnızca ‘kamu kurum ve kuruluşlarına yönelik’ bir standart. Yani kamu kurum ve kuruluşları istisnalar dışında yabancı kelimeli tabelalar kullanamaz. Ama özel hukuk kişilerini bağlayan bir durum yok.

Zaten böyle bir durum olsa polis de bu işte yetkili olsa ilk yapması gereken Medipol Hastanelerine ve RoyalMaxx otellerine tabela baskını düzenleyip aynı mayfavari tutumu Sağlık Bakanına ve Turizm Bakanına karşı da uygulamak.

Nasıl büyük bir skandalla karşı karşıya olduğumuzu buradan anlayın.

Bu durumda devletin bir kurumu olan Göç İdaresi Başkanlığı adeta İletişim başkanlığından rol çalarak (!) dezenformasyon yaptı. Kamuoyunu yanılttı.

Ertesi gün de yani Pazar günü bu sefer sahneye Emniyet Genel Müdürlüğü çıktı.

Emniyet Genel Müdürlüğü yaptığı yazılı açıklamada beni teşkilat düşmanı milletvekili olarak lanse etti.

Beni hedef gösterdi.

Hem de yine yalan isnatlarda bulundu.

Olay günü ‘denetim esnasında polisimize hem fiziksel hem sözlü hakaretlerde bulunduğum’ iftirasını attı.

Bir dezenformasyonu da böylece Emniyet Genel Müdürlüğü yaptı.

Bir milletvekilini hedef göstererek, emniyetinden endişeye düşüren bir Emniyet Genel Müdürlüğü olabilir mi?

Gerçek düşmanı, Hukuk düşmanı, milletine düşman bir Emniyet Genel Müdürlüğü açıklaması olabilir mi?

Milletvekilliği görevi; yasama çalışması yapmak, milleti temsil etmek ve kimsesizlerin kimsesi olmaktır.

Bir Türk vatandaşının yasal olarak açtığı bir kafe, işletmecisi ve müşterileri siyahi diye, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün politikası doğrultusunda ısrarlı tacize uğruyorsa bir milletvekili olarak benim tepki göstermem milletvekilliği görevimin bir gereğidir.

İçişleri Bakanı’nın ve Emniyet Teşkilatı yönetiminin yaptığı ise yasama faaliyetine saldırı niteliğindedir.

Tüm bu olanlar Türkiye’deki demokrasi seviyesinin ne kadar düştüğünü bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Tekrar ediyorum;

Hukuku ayaklar altına alan, Türkiye Büyük Millet Meclisini aşağılayan Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı istifa etmesi gerekir.

Ayrıca Meclis Başkanı Sayın Mustafa Şentop’u Türkiye Büyük Millet Meclisinin itibarını korumaya ve yasama organına yönelik bu ağır saldırı karşısında sessizliğini bozmaya çağırıyorum.

Değerli arkadaşlar,

Bu günlerde bir de çok önemli bir yönetmelik değişikliği oldu.

Gayrimüslim vatandaşlarımızı yakından ilgilendiren ‘Cemaat Vakıfları Seçim Yönetmeliği’ Resmi Gazete’de Cumartesi günü yayınlandı.

Gayrimüslim cemaatler bunu tam 9 yıldır bekliyordu ve bir türlü yayınlanmadığı için yasal olarak seçimlerini gerçekleştiremiyorlardı.

Malumunuz üzere Türkiye’deki gayrimüslim cemaatler Lozan Antlaşması ile diğer tüzel kişilerden ayrı olarak düzenlenmiş durumdadırlar.

Onların özel durumları dikkate alınarak, hazırlanacak seçim yönetmeliğinin de bu cemaatlerin özerkliğine imkân sağlayacak şekilde düzenlenmesi gerekmekteydi.

Fakat yönetmelikteki bazı hükümler gayrimüslim vatandaşlarımızın konuya şüpheyle yaklaşmasına sebep olmuştur.

Yönetmeliğin 10. maddesinde, gayrimüslim cemaatlerin yönetim kurulları için yapılacak seçimlerden önce yapılacak işlemler sayılmıştır. Bu maddede; seçime ilişkin yönetim kurulu kararı, seçim çevresi, seçim tarihi, seçmen listeleri, seçim tertip heyeti listesi gibi çok kilit hususların Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne yazılı olarak bildirileceği hükme bağlanmış.

Bölge müdürlüğü ise bilgi ve belgelerde eksiklik görmediği takdirde vakıf seçimi yapılabileceğine dair bir yetki belgesi verecektir.

Vakfın, müdürlükten yetki belgesi almadan seçim yapamayacak olması nedeniyle seçimlerin kolluk usullerinden ‘izin usulü’ ne tâbi tutulduğu görülmektedir.

Hâlbuki olması gereken, vakıfların seçim sürecinde serbest bırakılması ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün yalnızca seçimlerde usulsüzlük olması halinde itiraz mercii olarak devreye girmesidir.

Aksi bir durum cemaat vakıfları seçimlerinin, yetki belgesi verilmemesi nedeniyle süresiz olarak sürüncemede bırakılması veya seçim tertip heyetinin bölge müdürlüğünce belirlenmesi gibi olumsuz sonuçları doğurabilecektir. Bu ihtimaller ise bu vakıfların sivil toplum örgütü olmaları nedeniyle örgütlenme hakkının ihlali, vakıfların dini topluluk nitelikleri nedeniyle de din ve vicdan özgürlüğünün ihlali niteliğinde olacaktır.

Bir diğer mesele, seçim çevreleri ile ilgilidir. İstanbul’daki gayrimüslim cemaat vakıflarının seçim çevrelerinde, milletvekili seçim çevrelerinin esas alınması ve istisna öngörülmemesi hatalı olmuştur. İstanbul’daki vakıfların, tercihleri halinde seçim çevrelerinin tüm İstanbul olmasına imkân verilmelidir. Bu son derece yanlış bir tutumdur.

Son olarak, sorunlu bulduğumuz bir diğer husus, hastanesi olan vakıfların, Sağlık Bakanlığı’nın onayının alınacağı ve ileride yayınlanacak olan yeni bir yönetmeliğe tâbi tutulmalarıdır. Böyle bir yaklaşımı doğru bulmuyoruz.

Hastaneler, sağlık hizmetleri yönünden zaten Sağlık Bakanlığı’nın denetimine tâbiler.

O zaman ayrı bir yönetmelik öngörülmesinin mantığı nedir?

Hastanesi olan vakıfların yüklü malvarlıkları ve gelirleri nedeniyle başka planların söz konusu olduğu yönünde olumsuz düşünceler hâsıl olmaktadır.

Bu kafa karışıklığını ve sui-zannı önlemek üzere, mevcut yönetmelikteki bu istisna hükmü kaldırılmalıdır.

Değerli arkadaşlar,

Bu haftanın gündemi bitmedi ne yazık ki.

Basın Kanunlarında değişiklik yapan ve kamuoyunda dezenformasyon veya sosyal medya yasası olarak bilinen kanun teklifi son dakika önergesiyle TBMM Genel Kurul gündemine alındı. Sonra muhalefet partilerinin yoğun itirazı üzerine önümüzdeki haftaya ertelendi.

İfade özgürlüğünü kısıtlayan, Anayasa Mahkemesi kararlarını göz ardı eden ve zaten demokratik standartlar doğrultusunda yürütülmeyeceğini bildiğimiz seçim güvenliğine dair ciddi riskler yaratan bu kanun teklifine dair daha önce de eleştirilerde bulunduk.

Bu kanun teklifi: Milletin desteğini kaybetmiş iktidarın seçime hazırlığının bir parçası…

Bu kanun teklifi: Gazetecileri, internet haber sitelerini, özelde sosyal medyayı genelde bütün vatandaşlarımızı susturma çabasının cisimleşmiş hali…

Tüm basın, iktidarın pençesine alınmak isteniyor.

Basın kartını gazeteciliğin bir parçası haline getirmeye çalışıyorlar. Basın kartını görünüşte özerk, özünde iletişim başkanlığının kontrolündeki bir komisyon verecek. Bu komisyon da kimin gazeteci olup kimin gazeteci olmadığına karar verecek!

Basın kartı alamayan gazetecilere ise toplumsal olaylarda polisler tarafından göz açtırılmayacak ve çekim yaptırılmayacak.

SAAB Kafe önünde polisin bana hakarette bulunduğu olay sırasında diğer polisler de görüntü alan gazetecilere basın kartı kontrolü yaparak olayın cereyanı sırasında görüntü alınmasını engellediler. İşte bu durum kalıcı hale getirilecek. Bütün olaylarda; gazetecilerin ses ve görüntü alması mümkün mertebe engellenecek.

Basın kartı olmayan gazetecilere polisin en ağır fiziki müdahalelerde bulunacağı, gözaltına alacağı şimdiden çok belli. Kimi zaman gazeteciler tutuklanacak, mahkûm edilecek. İktidar da diyecek ki, “bunların basın kartı yok, o yüzden gazeteci değiller”.

İktidarın tüm çabası, kendileriyle uyumlu bir gazetecilik faaliyetini tek gazetecilik türü haline getirmek.

İnternet haber sitelerini de kontrolleri altına almak istiyorlar.

İnternet haber sitelerinin sorumlularının her türlü bilgilerinin alınarak kayıt altına alınması öngörülüyor. Bu elbette tek başına bir sorun değil.

Fakat hükümetin alışılmış uygulamasını düşündüğümüzde olacaklar çok açık.

İnternet haber sitelerine müdahale edecekler. Haberleri silme baskısı yapacaklar. Alakalı alakasız soruşturmalarla haber sitelerini yıldıracaklar. Direnmeye çalışan olursa bu sefer internet haber sitesinin sorumlu yazı işleri müdürleri, yöneticileri gözaltına alınacak, yargılanacak. İşte tüm bu süreci gören internet haber siteleri kendilerini oto-sansüre mecbur hissedecekler.

Öte yandan, iktidar yanlısı internet haber siteleri ise Basın İlan Kurumu’ndan gelen resmi ilanlar ile ayakta tutulacaklar ve bunlara kaynak aktarılacak.

Yani tam bir havuç-sopa stratejisi internet haber siteleri için uygulanacak.

Değerli arkadaşlar,

Kanun teklifinin en önemli maddesi, ‘dezenformasyon suçu’ maddesi…

Güya ‘Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma’ fiilini cezalandıracaklarmış.

Suç tamamen muğlak içerikli.

Kime göre neye göre yanıltıcı bilgi olduğu tartışmalı birçok haber ve yorum suç haline getirilmek isteniyor.

İktidara göre; onların hoşuna gitmeyen her yorum, her haber yanıltıcı ve zaten dezenformasyon.

Hâlbuki dezenformasyonun kralını yapan bizzat iktidarın kendisi!

Gerçekleri tersyüz etmesi için içi boşaltılan ve herkesin bildiği gerçekleri manipüle eden TÜİK’in açıkladığı istatistiklere inanan bir Allah’ın kulu kaldı mı?

Ama vatandaşa sorunca herkes fakirlikten, işsizlikten şikâyet ediyor.

Vatandaşın yaşadığı enflasyon, TÜİK’in açıkladığının çok yukarısında.

Enflasyon rakamları düşük gözüksün diye TÜİK’in enflasyon sepetindeki ürünler sürekli değiştiriliyor.

İktidar hiçbir konuda şeffaf değil. Halkı bilgilendirmiyor.

Vatandaş kayda değer hiçbir konuda bilgi sahibi olamıyor.

Yap-işlet-devret ihalelerinin ihale bedelleri ve şartları nelerdir?

128 milyarı çok aştık, 180 Milyar Dolar nerededir?

Bu sorular sadece birer örnek.

İktidar hiçbir konuda milletimizi bilgilendirmiyor.

Bilgi olmayan yerde de her türlü yorum ve haber kolayca yanıltıcı bilgi kılıfına sokularak suç haline getirilebilecektir.

İşte iktidar böylece, tüm vatandaşlarımızı susturmaya çalışmaktadır.

İktidarın düşman listesi daha bitmedi.

Bir diğer düşman Twitter.

Kanun teklifinde; Twitter’ın Türkiye’de ikamet sahibi bir Türk vatandaşını temsilci olarak ataması zorunlu tutuluyor.

Ayrıca Twitter’a algoritma ve etiketler dahil birçok bilginin verilmesi, birçok içeriğin kaldırılması, hesap ve içeriklere erişim engeli konulması talimatları verilmesine imkân sağlanıyor.

Bu talimatların gereğinin yerine getirilmemesi halinde ise reklam yasakları, internet trafiği bant genişliğinin %90 oranına kadar daraltılması gibi yaptırımlar öngörülüyor.

Maksatları Twitter’ı hükümetin oyuncağı haline getirmek. Temsilciyi de rehin almak…

Çünkü kanun teklifinde sosyal medya ağının belirli içeriklerin kaldırılması veya belirli hesaplara Türkiye’de erişimin engellenmesi talimatı verilebilmesini açıkça yazmış durumdalar.

Talimat verip de sildirmek istedikleri tweetleri Twitter silmezse, bazı hesaplar ülkede yasaklanmazsa bu sefer temsilciye yaptırım uygulayacaklar, reklam yasakları uygulayacaklar.

Bunların yanı sıra Twitter’a Türkiye’den girişi imkansız kılacak kadar trafik bandını daraltacaklar.

Değerli arkadaşlar,

Türkiye’nin hâli maalesef bu…

Tüm gücümüzle, büyük bir özveriyle kamu gücünü otoriter eğilimlerine araç kılan devasa bir yapıyla mücadele ediyoruz.

Enseyi karartmak yok.

Karanlığın en koyu anı, aydınlığa en yakın olduğu zamandır. İşte öyle bir zamanda yaşıyoruz. Karanlık aydınlığın yokluğudur. Işık gelince karanlık yok olur.

DEVA Partisi güçlendikçe de otoriterlik zemin kaybedecek, demokrasi ise alan kazanacaktır.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

 

Connect with Me: