
“1964 yılında imzalanan Türkiye-Avusturya İşgücü Anlaşması ile Avusturya’ya giden vatandaşlarımız ve nesilleri, yarım asrı aşan bir süreç içinde misafir işçilikten Avusturya’da yerleşik vatandaşlığa uzanan bir süreçte bugün 300 bine yakın bir nüfus oluşturmaktadır. Almanya, Fransa ve Hollanda’dan sonra dördüncü büyük Türk göçmen nüfusa sahip Avrupa ülkesi olan Avusturya’da yurttaşlarımızın yarısı yaşadıkları ülkenin vatandaşıdır.
İki ülke arasında insani bir köprü vazifesi gören Türk toplumu; kültürel, ticari ve siyasi ilişkileriyle Türkiye-Avusturya arasındaki bağı da kuvvetlendirmektedir. Avusturya, 2002-2018 tarihleri arasında ülkemizde gerçekleştirmiş olduğu yaklaşık 10 milyar dolarlık yatırım ile toplam sıralamada üçüncü ülke konumundadır. Türkiye’nin Avusturya’da doğrudan yatırım yapmış yaklaşık 30 firması olup, Avusturya’daki yatırımları 800 milyon dolara ulaşmıştır. Ağırlıklı olarak perakende, lokantacılık, inşaat gibi sektörlerde faaliyet göstermekte olan girişimcilerimiz, 10 binden fazla çalışanı istihdam etmektedir.
Ekonomik ilişkilerimizin daha canlı olması gereken Avusturya, koronavirüs salgını ile mücadelede yurttaşlarımızın toplumsal birliktelik mesajını da en güzel şekilde verdiği ülkelerden biridir. Tüm dünyayı etkisi altına alan salgın tehdidi karşısında Avusturya’daki Müslüman toplumu çok kıymetli bir dayanışma örneği sergilemektedir. Birçok sivil toplum kuruluşumuz Avusturya’da dışarı çıkma kısıtlamalarının başlamasından bu yana risk grubundaki yaşlı ve hastalara yönelik yardım çalışmaları yürütmektedir. Bu çalışma ile din, dil, etnisite ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın, hasta ve yaşlıların gıda, bakım, ilaç gibi ihtiyaçları giderilmektedir. Bu çalışmalar, Türkiye kökenli insanların Avusturya toplumundaki katkılarını gözler önüne seren örneklerden sadece biridir.
Öte yandan son yıllarda siyaseti tamamen etkisi altına alan İslam ve göçmen karşıtı politikalar, başta Türkler olmak üzere Avusturya’da yaşayan 800 bin Müslümanın hayatını birçok alanda olumsuz etkilerken, onları sözlü ve fiziki ırkçı saldırıların da hedefi haline getirmektedir.
Yakın zamanda Salzburg Üniversitesi tarafından bin 200 kişiyle yapılan çalışma, Avusturya halkının İslam ve Müslüman karşıtlığının 2. Dünya Savaşı öncesi dönemlerde Yahudilere karşı sergilenen tutumlarla büyük benzerlik taşıdığını gösteriyor. Araştırmada “Müslümanların dinlerini yaşamaları sınırlandırılmalıdır” diyenlerin oranı yüzde 51; “Müslümanlar Avusturya’da herkesin sahip olduğu haklara sahip olmamalılar” diyenlerin oranı ise yüzde 45’tir. Yüzde 79 gibi büyük bir çoğunluk ise Müslümanları, devlet tarafından mutlak bir şekilde gözetim altında tutulması gereken bir grup olarak görüyor. Bu önyargılar doğrultusunda adım atan hükümet ise maalesef hukuk devletini zorlayan ideolojik bir yaklaşımla tüm Müslümanları zan altında bırakacak kurumsal çalışmalara yöneliyor.
Yine benzer şekilde Avusturya’da 20 yıldır ırkçı olayları rapor eden sivil toplum kuruluşu Irkçılık Karşıtı Çalışma ve Sivil Tepki (ZARA) Derneği Irkçılık Raporuna göre, 2018 yılında Avusturya’da 1920 ırkçı saldırı kaydedilirken; geçtiğimiz yıl bu sayı 1950’ye yükselmiştir. Bu verilerin, sadece ihbar üzerine kayda geçenler olduğu düşünüldüğünde gerçek sonuçların çok daha ürkütücü boyutta olduğu aşikârdır. 1999 yılında kurulan derneğin 20 yılda kayıt altına aldığı toplam ırkçı olay sayısı ise 18 bin 90’dır.
Gitgide artan popülist dil ve siyasilerin de kullandığı İslam karşıtı söylemler, ötekileştirici iklimi besleyen ve saldırılara zemin hazırlayan en önemli unsur olarak dikkat çekmektedir. Bu tarz aşırı sağcı siyasal eylemlere en yakın örneklerden biri de Sebastian Kurz’un Entegrasyon Bakanı olarak görevlendirdiği Susanne Raab’ın “Burka yasağı” gibi ülke içinde belki en fazla birkaç kişiyi ilgilendirebilecek bir meseleyi araçsallaştırarak Avusturya’daki aşırı sağcı ajandaya sahip çıkmasıyla görülmüştür. Aynı şekilde geçtiğimiz yıl okullarda kız öğrencilere yönelik başörtüsü yasağı uygulanması kararı aldıklarını ifade eden hükümet ortağı Kurz’un üstenci tavrı, “dini cemaatlerin temsilcileri ile bu konunun görüşülmeyeceği” ifadesinde de vurgulanmıştır. Bu durum, sağ popülist retoriğin anti-demokratik söylemlerle iç içe ilerlediğini ortaya koyan en bariz örnektir. Oysa İslam Cemaatinin Avusturya’da 1912’den beri kamu tüzel kişiliği statüsünde olması, Müslümanların kamusal alana katılımıyla ilgili geniş imkanlar sunmaktadır. Ancak Kurz hükümeti bu fırsatı değerlendirmek yerine okul karneleri olayında da görüleceği gibi İslam Cemaatine yönelik ayrımcılık yapmaktadır.
Tüm bunlara rağmen şu açıkça bilinmelidir: Avusturya, aşırı sağcılardan ibaret değildir. Son günlerde artan ırkçı ve İslam karşıtı söylemler karşısında ülkedeki demokratların mücadelesi artık çok daha büyük bir anlam ifade etmektedir ve edecektir. Hiç şüphe yok ki yarım asrı aşkın bir zamandır Avusturya’da yaşayan insanlarımız, toplumsal birlikteliği sürdürmeye; demokrasiye katma değer sunmaya devam edecektir.
Avusturya’da yaşayan vatandaşlarımızın daha fazla ötekileştirilmemesi noktasında Türkiye’nin de önemli sorumlulukları vardır. Karşılıklı popülizm sebebiyle Türkiye-Avusturya Kültürel İşbirliği Anlaşması yapılamamıştır. Avusturya Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dışlanmasının en önemli sebeplerinden birisi de, iktidarın bu alanda ortaya koyduğu politikasızlıktır. Uzun vadeli projeksiyonlara dayanan nitelikli siyaset yerine ortaya konulan hamaset ve genellemeci anti-batı diline kurban edilen ilişkilerimiz, aynı zamanda Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımızı ve kurumlarımızı da ciddi manada köşeye sıkıştırmaktadır. Yurt dışında yerleşik insanlarımızı hala “gurbetçi” şeklinde nitelendiren anlayışın terkedilmemiş olması, haklarını korumamızın devletimizin anayasal bir vecibesi olduğu hususunun hala daha idrak edilmemiş olması hem oradaki vatandaşlarımızı zayıflatmakta hem de ikili ilişkilerimizin gelişmesini engellemektedir. Avusturya Büyükelçiliğimizdeki kadroların 2/3’sinin boş olmasının, aynı şekilde konsolosluklarımızdaki kadroların yarısının ısrarla boş bırakılmasının bir izahı olmayıp; bu kadroların tamamlanması, devletin vatandaşlarımıza karşı sorumluluğunun bir gereğidir.
Bu düşüncelerle Türkiye-Avusturya İşgücü Anlaşması’nın 56. yıl dönümünde, birinci nesli saygıyla anıyor; tüm zorluklara rağmen çok kültürlülüğe katkı sunan tüm insanlarımıza şükranlarımı iletiyorum.”