ekremsenol

Yeneroğlu: “Türkler, 52 yıl önce gittikleri Avustralya’da bugün, saygın bir toplum olarak öne çıkmaktadır.”

Türkiye ile Avustralya arasında imzalanan işgücü anlaşmasının 52. yıl dönümü nedeniyle açıklama yapan AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, “Vatandaşlarımız eğitimden ticarete, siyasetten sivil topluma birçok alanda sosyal yaşama aktif katılımda bulunmaktalar. Bugün Türk toplumunun en önemli sorumluluğu formel Türkçe eğitimden yoksun genç nesillerin Türkçe’yi konuşması ve anadili bir kültür taşıyıcısı olarak da gelecek nesillere aktarmasıdır..” dedi. Yeneroğlu açıklamasında şunları ifade etti:

5 Ekim 1967 tarihinde Avustralya Göç Bakanı Sayın Billy Snedden ve ilk Türk Büyükelçi olan Sayın Baha Vefa Karatay arasında imzalanan işgücü anlaşması ile sadece Avrupa ülkelerinden göç kabul etmeyi gerektiren “Beyaz Avustralya Politikası” kademeli olarak çöküşe geçmiş ve Avustralya, çok az ülke ile imzaladığı göçmenlik anlaşmasını Batı Avrupa ülkeleri dışından ilk kez Türkiye ile imzalamıştır.

Yapılan anlaşmanın ardından 14 Ekim 1968’de Ankara’dan kalkan uçakla 169 kişilik ilk Türk kafilesi Sydney’e inmiş ve Türkiye’den gelen kafileyi havaalanında bu ülkeye 1940’larda göç eden Kıbrıs Türkleri karşılamıştır. Avustralya İstatistik Bürosu verilerine göre, 1968-1974 yılları arasında yaklaşık 19.000 Türk’ün Avustralya’ya göç ettiği kayıtlara geçmiştir. Çoğunluğu Türkiye’nin kırsal kesimlerinden giden Türklerin yaklaşık %30’u nitelikli iken %70’i ise vasıfsız işçilerden oluşmuştur. 1980’lerde ise bu oran ters yönde değişmeye başlamış ve Türkiye’den giden nitelikli işçi oranında ciddi anlamda artış yaşanmıştır.

1970 yılı sonrasında iki ülke arasında başlayan ticari ilişkilerimiz, vatandaşlarımızın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik iken, zamanla bu alan genişlemiş ve 2018 yılında ticaret hacmi 1,8 milyar dolar olmuştur. İhracat bir önceki yıla göre % 27,9 artarak 688,3 milyon dolar olurken, ithalat % 50,8 azalarak 1,1 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.

Bugün Avustralya’da yaklaşık 150 bin Türk yaşamaktadır. Ülke genelinde Türk toplumu tarafından kurulan 200’e yakın STK, 40’a yakın cami, çok sayıda seçmeli Türkçe dersi veren okullar ve ana dilde eğitim veren hafta sonu kursları bulunmaktadır. Tüm bunların yanı sıra Avustralya Ulusal Üniversitesi’nde (ANU) yer alan Arap ve İslam Çalışmaları Merkezi bünyesinde 1994 yılında Türk Programı kurularak öğrenci kabulleri almaya devam ederken; Çanakkale 18 Mart Üniversitesinde Nisan 2009’da dönemin Avustralya Dışişleri Bakanı Stephen Smith’in katılımıyla Türk-Avustralya Kültür Merkezi açılmıştır.

Avustralya ile ikili ilişkilerimizin en önemli unsuru olan vatandaşlarımız günümüzde Avustralya toplumunda eğitimden ticarete, siyasetten sivil topluma birçok alanda sosyal yaşama aktif katılımda bulundukları gibi Avustralya tarafından da öz kimliklerini korumanın yanı sıra uyum sağlama yönünden örnek toplum olarak gösterilmektedir. Bugün Türk toplumunun en önemli sorumluluğu formel Türkçe eğitimden yoksun genç nesillerin Türkçe’yi konuşması ve bir kültür taşıyıcısı olarak da gelecek nesillere aktarmasıdır. Artan İslam düşmanlığı da toplumda karşılık bulmakta ve Müslümanların geleceğe yönelik endişelerini artırmaktadır.

Türkiye ile Avustralya arasında imzalanan işgücü anlaşmasının 52. yılında aramızdan ayrılan vatandaşlarımızı rahmetle anıyor; zorlu göç tarihinde emeği olan insanlarımıza şükranlarımı sunuyorum.”

Avusturya Seçimleri: 29 Eylül’de Sandık Başına!

Avusturya’da 29 Eylül Pazar günü gerçekleştirilecek erken genel seçimlerde ülkedeki Türkiye kökenli Avusturya vatandaşlarına seçime katılım çağrısında bulunan AK Parti İstanbul Milletvekili ve Türkiye-Avusturya Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, “Unutulmamalıdır ki kullanılmayan her oy, sağcı popülist ve ırkçı partilere fayda sağlayacak, ülkedeki azınlıkların temel haklarını tehlikeye atacaktır. Çoğulcu Avusturya perspektifi için mutlaka sandığa gidelim’’ dedi. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:

“Yaklaşık iki yılın ardından erken seçime giden Avusturya’da, seçmenler yeni meclis ve hükümeti belirlemek üzere bu pazar günü sandığa gidecek. Merkez sağ Avusturya Halk Partisi (ÖVP) ve aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) koalisyon hükümeti göç, sığınmacı krizi, göçmenlerin ülkeye uyumu, güvenlik ve sınırların korunması konularında kutuplaştırıcı ve anti-demokratik bir politika izlemiş, ülkede yaşayan tüm azınlıkları ürküten bir gelecek çizmişlerdir.

Mevcut koalisyon hükümetinin düşmesiyle, Türkiye kökenli Avusturya vatandaşlarımızın da geniş katılımıyla, daha çoğulcu ve demokratik bir Avusturya hükümetinin seçilme imkânı doğmuştur. Ülkede yaşayan yaklaşık 300 bin Türkiyeli göçmenden yarısından fazlası Avusturya vatandaşlığına sahip oldukları için sandığa gitmeleri, çoğulcu Avusturya tasavvuruna sahip, azınlıkların hak ve menfaatlerini koruyan partilerin güç kazanması açısından büyük önem arz etmektedir. Unutulmamalıdır ki, kullanılmayan her oy, sağcı popülist ve ırkçı partilere fayda sağlayacak, ülkedeki azınlıkların temel haklarını tehlikeye atacaktır.

Geçtiğimiz seçimde olduğu gibi, bu seçimde de Avusturya’da yaşayan Müslümanların ve özellikle Türklerin hayatını olumsuz etkileyen birçok uygulama popülist bir şekilde ortaya atılıyor. İslam Yasası ile başlayan dini cemaatlere yönelik ayrımcı birçok kısıtlamanın başında kendi imamlarını seçebilmelerinin engellenmesi, yurtdışından imamların getirilmesinin yasaklanması, bazı camilerin kapatılması, ilkokullarda başörtüsü yasağı getirilmesi, ‘bozkurt’ ile ‘rabia’ işaretlerinin terör örgütlerinin sembolleriyle bir kefeye atılıp yasaklanması ve çifte vatandaşlık meselesinin bir ‘cadı avına’ dönüştürülmesi gibi müdahaleler gelmektedir. Pazar günkü seçimden dört gün önce ise son kez toplanan mecliste Avusturya Türk İslam Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Birliği (ATİB) ve Milli Görüş’e ait derneklerin sözde denetlenerek, yasalara aykırı bir durumun saptanması halinde kapatılmasını öngören bir önerge FPÖ, ÖVP ve Liste Jetzt oylarıyla kabul edildi. Yasaya aykırı durumun gereği zaten yargı ve yürütmenin yaptırımını gerektirir, maksat bu değil. Asıl niyet İslam karşıtı havayı güçlendirerek temel hakların ve çoğulcu Avusturya’nın altını oymak.

Özellikle Türkiye kökenli vatandaşlarımızın siyasi arenada daha etkin olabilmeleri, kendileriyle ilgili alınan kararlarda söz sahibi olmaları, kazanılmış hak ve hürriyetlerin ırkçı popülizme kurban edilmemesi için seçmenleri mutlaka oy kullanmaya çağırıyorum.’’

Yurt Dışında Yaşayan Vatandaşlarımızın Türkiye’de Sağlık Hizmetleri Almalarına İlişkin Açıklama

Bazı Avrupa ülkelerinde yaşayan ve Türkiye’de geçici olarak bulunan vatandaşlarımızın sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesi noktasında gelen yoğun şikâyetlere binaen açıklama:

Bazı Avrupa ülkeleriyle yapılan sosyal güvenlik anlaşmaları kapsamında ilgili ülkelerde yaşayan vatandaşlarımız ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler Türkiye’de bulundukları sırada sosyal güvenlik hizmetlerinden faydalanabilmektedirler. Vatandaşlarımız birkaç gün öncesine kadar kayıtlarının bulunduğu yabancı sigorta şirketinden aldıkları formüler ile Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) anlaşmalı olduğu sağlık kuruluşlarından -kendilerinin ödemeleri zorunlu olan katkı ve katılım payları hariç- aldıkları sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanabilmekteydiler.

Bu uygulamayla ilgili 2 Eylül 2019 tarihi itibariyle sorun yaşandığına ve hastanelerin acil haller dışında tedaviyi kabul etmediklerine dair tarafımıza yoğun şikâyetler ulaşmaya başladı. Kamu kurumlarımız, yurtdışında yaşayan milyonlarca vatandaşımızı doğrudan ilgilendiren böyle önemli bir meselede, yaptıkları yeni düzenlemeler ile ilgili milletvekilleri ile maalesef önceden istişare etmedikleri veya bilgiyi paylaşma zahmetinde bulunmadıkları için söz konusu değişiklikten tarafımıza ulaşan şikâyetler ve basın yoluyla haberdar olduk. Bunun üzerine SGK yetkilileri ile görüştük ve ilgili mevzuatı inceledik. Elde ettiğimiz bilgiler şu şekildedir: Fransa dışında vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı bazı ülkelerle yapılan sosyal güvenlik anlaşmaları, kişinin Türkiye’de bulunduğu sırada, durumu derhal yardım yapılmasını gerektiriyorsa –yani acil hallerde- ücretsiz sağlık hizmetinden faydalanmasını öngörmektedir. Fransa ile yapılan anlaşma ise, bu kapsamda bir kısıtlama taşımadığından kişilerin acil durumlar dışında da ücretsiz sağlık hizmeti alabilmesine olanak sağlamaktadır.

İlgili ülkelerde söz konusu anlaşmalar bu şekilde düzenlenmiş ve bu güne kadar da herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. SGK tarafımıza verdiği bilgide, teknik altyapı sorunlarından kaynaklı olarak mevzuatın yıllardır eksik uygulandığını, ancak 2 Eylül tarihinden bu yana mevzuatın gereğinin yerine getirilmeye başlandığını belirtmiştir. Vatandaşlarımızın şiddetli tepkileri ise konu sağlık olması sebebiyle normal karşılanmalıdır. SGK yetkililerine yeni düzenleme hakkında açıklama yaparak vatandaşlarımızın etraflıca bilgilendirmeleri gerektiğini hatırlattık.

Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın mağdur olmamaları ve sağlık hizmetlerinden günümüze kadar olduğu gibi Türkiye’de de ikili anlaşmalar çerçevesinde ücretsiz faydalanabilmeleri için sorun yaşanan ülkelerle Fransa benzeri anlaşmaların yapılması ivedi ve elzemdir. Daha fazla insanın mağdur olmaması için konuyu Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığımızdan vatandaşlarımızı ciddi manada mağdur eden mevcut uygulamanın askıya alınması ve ikili anlaşmaların vatandaşlarımızın zorunlulukları ve karşılıklı menfaatler doğrultusunda tekrar ele alınıp güncellenmesi için talepte bulunduk. Bundan sonraki süreçte de konunun yakın takipçisi olacağız.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

Almanya’nın Yeni Kitle Partisi Türk Toplumu İçin de Yeni Bir Eşik

Almanya’nın Brandenburg ve Saksonya eyaletlerinde pazar günü yapılan Eyalet Meclisi seçimlerinde aşırı sağ Almanya için Alternatif (AfD) Partisi her iki eyaletin toplamında en yüksek oyu alan parti oldu. Bu sonuca rağmen kamuoyunu rahatlatan gelişme, bu partinin her bir eyalette birinci konumda olmaması oldu. Brandenburg eyaletinde Sosyal Demokratların adayı Dietmar Woidke, Saksonya Eyaleti’nde de Hristiyan Demokratların adayı Michael Kretschmer seçmenlerin ırkçı parti AfD’ye karşı stratejik oy tercihleri sonucunda ve önceki seçimlere kıyasla ciddi oranda oy kaybederek seçimlerden galip çıktılar.

Her iki eyalette de ikinci parti olan AfD Brandenburg’da nazi geçmişine sahip ırkçı bir adayla oylarını 2014 seçimlerine göre üç misli artırdı. Saksonya eyaletindeyse oylarını daha ılımlı bir adayla iki misli artırdı. AfD elde ettiği bu sonuçla bir yandan Sol Parti’nin kalesi olan Doğu Almanya eyaletlerini ele geçirmeye başladığını, diğer yandan da SPD veya CDU gibi merkez partilerden memnun olmayan; AB politikası, mülteci sorunu veya bölgesel kalkınma konularında bunlardan ümidini kesen seçmenlerin yegane temsilcisi olduğunu gösterdi.

AfD’ye yönelik federal ordu, polis teşkilatı ve orta ölçekli şirketlerden güçlü desteğin söz konusu olduğuna yönelik verileri dikkate aldığımızda, bu ırkçı partinin konjonktürel bir siyasi dalga ötesinde toplumun etkin kesim ve aktörlerinden kalıcı destek aldığı ortaya çıkıyor. AfD seçmeniyse diğer partilerin seçmenlerine nispeten genç, az eğitimli ve daha çok erkeklerden oluşuyor. Seçmenlerin genel vasfı, yukarıda değindiğimiz gibi yerleşik merkez partileri protesto etmeleri ve kendi menfaatlerinin yeterince temsil edilmediği inancında olmaları. Bu parti çoğulcu demokrasi, Avrupa Birliği ve göçmen karşıtı olan kişilerle üstün ırk iddiasını sahiplenen kişileri kendi ekseninde topluyor.

AfD aynı zamanda Doğu Almanya’da özellikle kırsal kesimlerde çoğunluk görüşü haline gelen ırkçı popülizmi besliyor, bu zihniyetin siyasette yaşam alanı bulmasını sağlıyor. Almanya’nın tarihsel nazi yükünü ‘taşımak’ istemeyen, insanların gaz odalarında imha edildiği nazi dönenimde herşeyin kötü olmadığını savunan, göçmenleri kendi varlıkları için bir tehdit olarak kabul eden ve yabancıların istilasına uğrama endişesi taşıyan bu kesim yavaş yavaş ülkenin egemen siyasal kültürünü de ülkedeki birlikte yaşamı tehlikeye sokarak dönüştürüyor, popülist sağa doğru kaydırıyor.
Bundan sonraki süreçte Hristiyan Demokrat CDU içinde bu partiyle ilişki noktasında gruplar arası tartışmalar daha da belirgin hale gelecek. CDU içindeki liberal muhafazakar kanadın direncine karşı partinin Doğu Almanya bloku ile sağcı muhafazakar kanadın artan talepleri, yani AfD ile bazı bölgelerde yerelde var olan iş birliğinin eyalet düzeyinde de mümkün olabilmesi, daha sesli tartışılacak. AfD içindeyse parti içindeki nazilere karşı mesafe koymayanlarla nazi eğilimlilerin partide yer almaması gerektiğini savunanlar arasında iktidar mücadelesi kızışacak.

Almanya’da aşırı sağcı popülizmin güçlenmesi nazi döneminin günümüzde ele alınması noktasında tarihi tabuları yıkıyor. Bunu yaparken de, toplumsal barışı ve ülkenin çoğulcu yapısını tehdit ediyor. Bu cereyana karşıysa başta siyasiler ve medya mensupları olmak üzere ülkedeki tüm aktör ve kanaat önderlerine büyük sorumluluk düşüyor. Çoğulcu toplumsal düzen gerçeğinin sadece Batı’da değil, ülkenin doğusunda da tanınması ve bu yapının özgürlükçü hukuk düzeni, sosyal ve ekonomik refahın kalıcılığı için ne kadar ihtiyaç olduğunun insanlara birebir anlatılması gerekiyor. Öte yandan Almanya’da en yoğun göçmen nüfus olan Türk toplumu da ırkçı tehdit karşısında daha aktif olmak zorunda. Alman toplumunun büyük ekseriyetinin karşı çıktığı aşırı sağcı popülizme karşı gerçekleştirilen tüm aksiyonlarda maalesef az temsil edilen göçmenler ve çocukları, kendi geleceklerine ve çoğulcu topluma daha fazla ve daha görünür biçimde sahip çıkmak zorunda.

Vatandaşlarımızın Dikkatine!

Farklı sosyal medya mecralarında kendisini Sosyal Güvenlik Uzmanı olarak tanıtan bazı kişiler tarafından ‘Otomatik Bilgi Paylaşımı’ hususunda yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızı ilgilendiren noktalarda doğruluk payı olmayan açıklamalar yapılmakta, televizyon programları yayımlanmaktadır.

Bu açıklamalarda bulunan şahıslar, gerçeklere aykırı olarak ’Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile anlaşma yaptıklarını, dolduracakları bir form ile bilgilerinin paylaşılmasının önüne geçileceğini’ iddia ederek, vatandaşlarımızdan ücret talep etmektedirler. Böylece bu kişiler, vatandaşlarımız için çok hassas olan bir meselede yanlış bilgiler ve varsayımlarla onları endişeye sevk etmekte, bazı kamu kuruluşlarımızı da töhmet altında bırakmaktadırlar. Böylelikle adeta dolandırıcılık yapmakta, haksız kazanç temin etmektedirler. Vatandaşlarımızın hiçbir şekilde bu kişilere itibar etmemelerini tavsiye ederim. Ayrıca reklamlara kanarak bu kişilere para kaptıran vatandaşlarımızın suç duyurusunda bulunmalarını öneririm.

Otomatik bilgi paylaşımına gelince; kısıtlı bir bilgi paylaşımının 2019 yılı itibarıyla başlatıldığı Norveç dışında herhangi bir ülke ile otomatik bilgi paylaşımı yapılmamaktadır. Vatandaşlarımız, bulundukları ülkelerdeki konsolosluklarımızdan bu konularla ilgili ücretsiz olarak hizmet alabilmektedirler. Arzu ettikleri takdirde avukatlara danışabilirler. Ancak bunların dışında kendi menfaatleri gereği fırsatçılara itibar etmemeleri ve kimseye gereksiz yere herhangi bir ücret vermemeleri gerektiğini hatırlatırım.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

Not: Norveç’te yaşayan vatandaşlarımız da fırsatçılara itibar etmesinler. Konsolosluktan bilgi alsınlar veya arzu ederlerse bir avukata danışsınlar.

Yeneroğlu: “Hollanda’da yaşayan vatandaşlarımız, siyasal ve sosyal katılım ile çoğulcu toplumu güçlendiriyorlar.’’

AK Parti İstanbul Milletvekili ve AKPM Üyesi Mustafa Yeneroğlu Türkiye ile Hollanda arasında imzalanan işgücü anlaşmasının 55. yıl dönümü nedeniyle yaptığı açıklamada, “Müslüman toplumunu ve Hollandalı Türk kuruluşları hedef alan ayrımcı ve İslam karşıtı kararların alınmasını önlemek için sivil toplum kuruluşlarımız, diğer göçmen gruplar ve özgürlükçü toplum düzenini savunan farklı kesimler ile birlik ve beraberliklerini geliştirmeleri ve kamusal alanda ortak değerler üzerine gerçekleştirilen faaliyetlerle görünür olmaları büyük önem arz etmektedir.” dedi. Yeneroğlu açıklamalarında şunları kaydetti:

“Türkiye ile Hollanda arasında 19 Ağustos 1964 tarihinde imzalanan işgücü anlaşması ile iki ülke arasında 400 yıl önce inşa edilen ilişkiler yeni bir boyut kazanmış, bu kapsamda Hollanda’ya göç eden vatandaşlarımız bugün orada dördüncü nesle ulaşmışlardır. İşçi olarak giden insanımız sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda hayatın her alanında varlık göstermekte ve yükselen İslam düşmanlığı ve aşırı sağcı popülizm karşısında toplumsal düzenin çoğulcu iddiasını güçlendirmektedir.

Resmî verilere göre, 1 Ocak 2019 tarihi itibarıyla Hollanda’da 404 bin 459 Türk asıllı Hollanda vatandaşı yaşamaktadır. Hollanda Ticaret Odası’nın (KVK) son verilerine göre ise, Türkler, ülkedeki en çok iş yeri açan yabancılar arasında açık ara birinciliğini korumaktadır. Ülkedeki işletme sayısı 25 bin 527 olarak açıklanırken, bu işletmeler 50 binden fazla insana çalışma fırsatı sunarak ülkedeki istihdama katkıda bulunmaktadır. Vatandaşlarımızdaki bu girişimcilik ruhu, gelecek nesiller için de cesaret ve ilham kaynağı olacaktır. Ticari atılımların yanı sıra, yaklaşık 80 bin Türk öğrenciden 5 bini üniversite öğrencilerinden oluşmaktadır. Buna ek olarak Hollanda’da yaşayan Türkler, farklı alanlarda hizmet veren yaklaşık 300 Türk STK aracılığıyla yaşadıkları ülkenin sosyal ve siyasal hayatını zenginleştirmektedir.

Hollanda’da yaşayan vatandaşlarımızın ortak değerleri onları bir arada tuttuğu gibi kimliklerinin ve kişiliklerinin oluşmasına da yön vermektedir. Bu bağların korunması, kadim değerlerin ve kimliklerin kaybolmaması ve gelecek nesillere aktarılabilmesi için girişken, yaşadıkları ülkenin siyasal ve sosyal hayatını yakinen takip eden ve aktif olarak katılım sağlayan bir sivil toplum elzemdir. Hollanda’da geçtiğimiz günlerde kabul edilen peçe yasağı paralelinde kullanılan ölçüsüz dil, finansman kaynakları yurtdışından olduğu gerekçesiyle Müslüman kuruluşların entegrasyona katkı sağlamadıkları şeklinde yapılan kategorik suçlamalar, vatandaşlarımızın Hollanda’nın sosyal ve siyasal hayatında çok daha aktif bir katılım sağlamaları zorunluluğunu gözler önüne sermektedir. Müslüman toplumunu ve Hollandalı Türk kuruluşları hedef alan ayrımcı kararların alınmasını önlemek için sivil toplum kuruluşlarımız, diğer göçmen gruplar ve özgürlükçü toplum düzenini savunan farklı kesimler ile birlik ve beraberliklerini geliştirmeleri ve kamusal alanda ortak değerler üzerine gerçekleştirilen faaliyetlerle görünür olmaları büyük önem arz etmektedir.

Son seçimlerin aşırı sağcı popülizmin zaferi ile sonuçlanması dikkate alınırsa, Hollanda’nın çoğulcu ve özgürlükçü değerlerinin altını oymaya çalışan ve Hollanda’nın zenginliğini tehdit edenler karşısında Müslümanların insan kaynaklarını geliştirmeleri ve güçlü ağlar kurmalarının yanında insan hakları kuruluşları ile birlikte hareket etme olanaklarını artırmaları gerekmektedir.

Bu düşüncelerle Türkiye-Hollanda İşgücü Anlaşması’nın 55. yıl dönümünde iki toplum arasında köprü oluşturan ve gelecekte de oluşturacak çok uluslu vatandaşlarımıza şükranlarımı sunuyorum.

Yurtdışından getirilen ticari araçların Türkiye’de kalma süreleri 90 güne çıkartıldı

Temmuz ve Ağustos ayları, Avrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımızın tatillerini anavatanımız Türkiye’de geçirdikleri bir dönemdir. Bu vatandaşlarımızın önemli bir bölümü, sahip oldukları ticari işletmelerin üzerine kayıtlı araçlarıyla Türkiye’ye gelmekte, tatil yapmakta, akraba ve dostlarını ziyaret etmektedirler.

Yurtdışından getirilen ticari kullanıma mahsus kara taşıtlarının, ülkemizde kalma süresi 30 gündü. Tüzel kişilikler üzerine kayıtlı ticari araçlarıyla izin yapmak üzere ülkemize giriş yapan vatandaşlarımızın Türkiye’de bulunma süreleri 30 günden fazla olduğu zamanlarda bu süre yeterli olmuyordu. Ticaret Bakanlığımız, talebimiz doğrultusunda vatandaşlarımızın bu kapsamdaki ihtiyacını dikkate alarak, süreyi geçici olarak 90 güne çıkartmıştır. 90 günlük süre, vatandaşlarımızın ülkeye giriş tarihleri baz alınarak hesaplanacaktır. Yani sadece bugün itibariyle ülkeye giriş yapanları değil, geçtiğimiz günlerde giriş yapan vatandaşlarımızı da kapsamaktadır. Yeni düzenleme, gümrük kapılarında uygulanmaya başlamıştır.

Yaz dönemi itibarıyla geçerli olan bu düzenleme için başta Ticaret Bakanımız Sayın Ruhsar Pekcan olmak üzere, Bakanlık yetkililerine ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB)’na teşekkür ediyorum.

Yeneroğlu: “Daha etkin bir Belçikalı Türk toplumu için azami çaba şart!”

16 Temmuz 1964 tarihinde Türkiye ile Belçika arasında imzalanan işgücü anlaşmasını, “Belçika’ya göçün 55. yılında, gelecek için daha etkin bir Belçikalı Türk toplumu istiyorsak, çift dilliliği, çifte vatandaşlığı ve çift kültürlülüğü güçlendirmemiz şart. Bunun için özellikle genç neslin bir yandan Belçika’da her alanda azami katkı gösterirken diğer yandan İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirleri; Mevlana, Hacı Bayram, Hacı Bektaş gibi değerleri tanıması gerekir.” sözleriyle değerlendiren AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu şunları kaydetti:

“16 Temmuz günü, 55 yıl önce ülkemizle Belçika arasında imzalanan ve yüz binlerce insanımızın hayatını etkileyen işgücü anlaşmasının yıl dönümü. Yarım asırdan fazla bir dönemin ardından Belçika’da bugün 250 bine yakın Türk toplumu yaşıyor. Yarısından fazlası Belçika vatandaşı olan bu kesimden federal ve bölgesel parlamentolarda temsilciler yer alıyor. Eğitim, kültür ve iş hayatına aktif katılım sağlıyorlar. Yerel ve federal düzeyde faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarıyla Belçika’nın sosyal hayatına değer katıyorlar. 5 bini bulan işvereniyle yaklaşık 15 bin kişiyi istihdam ediyorlar. Bu faktörler Belçika’daki Türk toplumunun ülkenin geleceğine ortak olduğunu gösteriyor.

Çift dillilik, çifte vatandaşlık veya çift kültürlülük gibi Türkiye ile Belçika’ya olan ortak aidiyeti gösteren vasıflar, geçmişe kıyasla daha önemli bir hal aldı. Yarım asrı Belçika’da yaşamış bir topluluğun, o ülkeye her alanda azami katkı göstermesi şart. Okullarda öğrenci ve velilerin aktif olmasıyla, iş hayatında artı değer üretilmesiyle, derneklerle cemiyetlerde sivil mücadelenin verilmesiyle eşit vatandaşlık durumu daha da güçlenecektir. Bu çaba, Belçika’da birlikte yaşamı güçlendirecek; gelecekte ayrımcılığın, dışlamanın, içe kapanmanın veya ırkçılığın neden olabileceği olası sorun ve krizleri engelleyecektir.

Diğer yandan dil ve kültürün muhafaza edilerek anavatan Türkiye ile bağın devam ettirilmesi, vazgeçilmemesi gereken bir misyondur. Belçika’daki Türk toplumunun varlığından bir sonraki yarım asırda da bahsetmek, her iki birikimin canlı tutulmasıyla mümkün olacaktır. Bu durum Belçika’nın kültürel zenginliğine de renk katacaktır. Özellikle genç nesillerin anavatanlarını daha yakından tanımaları gerekir. Yapacakları stajlarla Türkiye’de iş hayatını yaşayacaklardır. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirleri gezerek; Mevlana, Hacı Bayram, Hacı Bektaş gibi değerleri tanıyarak Türkiye’yi, Türkiye yapan birikimlere vakıf olacaklardır.

Saydığım tüm bu vasıfların korunması ve geliştirilmesiyle Belçikalı Türk toplumunun gelecekte etkinliği artacak, iki ülke arasında sarsılmaz bir köprü olacaktır. Bu düşüncelerle Türkiye’den Belçika’ya göçün nişanesi olan işgücü anlaşmasının 55. yıl dönümünde bu ülkede yaşayan tüm vatandaşlarımıza saygılarımı sunuyorum.”

“Suriyelilerin önemli bölümü kalıcı, bunu kabullenmek gerekiyor”

Meksika sınırından ABD’ye geçmeye çalışırken nehirde boğulan El Salvadorlu baba ve 23 aylık bebeğinin fotoğrafı dünya gündemine oturdu. Tıpkı Avrupa’ya gitmek isteyen Suriyeli bir ailenin çocuğu olan 3 yaşındaki Aylan’ın Bodrum’da kıyıya vurmuş cesedi gibi. Mülteciler sorunuyla başlayalım mı? Nedir bu benim toprağım, senin toprağın durumu. İnsani olarak algısı çok zor ancak işin politik kısmı var. Bu olaya nasıl bakıyorsunuz?

“O FOTOĞRAF TÜM İNSANLIĞIN UTANCI!”
Fotoğrafı gördüğümde ilk aklıma gelen, o fotoğrafın tüm insanlığın utancını yansıttığı oldu. Bir baba olarak kendi evladımı düşündüm ve evladının babasına sarılmış o halini görünce, herhalde evladını koruyamayan bir baba için ölüm de bir sığınak diye düşündüm. Biz çoğunu görmüyoruz ve belki de görmek istemiyoruz ama dünyanın her yerinde her gün yaşanan benzer acıların olduğu da bir gerçek. Allahtan birileri bu fotoğrafı çekiyor ve bize ayna tutuyor. Bildiğiniz gibi, dünyada savaş, çatışma ve zulümden kaçan, güvenlik arayışında olan 70 milyon insan ülkesini terk etmek zorunda kalmış durumda. 26 milyona yakın insan ise mülteci olarak farklı ülkelerde yaşıyor. Bu insanların zorlu yolculuklarında büyük acıların yaşandığını biliyoruz.

“İLTİCA ETMEK TEMEL İNSAN HAKKIDIR”
Aslında bu trajedilere karşı çözüm yolu da yok değil. Bugünlerde 68. yıl dönümünü yaşadığımız BM’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne baktığımızda insanların etnik kökenlerinden, dinlerinden, dillerinden, ırklarından, siyasi ve sosyal mensubiyetlerinden veya görüşlerinden dolayı tehdit altında oldukları takdirde başka ülkelere iltica etmeleri temel bir insan hakkıdır. Dünyada hiçbir ülkenin reddedemeyeceği bir insan hakkıdır.

Reddedilemez mi?

Reddedilemez tabi.

Ama reddediyorlar.

“BU HAKKI TRUMP GÖZARDI ETMEYE ÇALIŞIYOR”
ABD’ye bakalım. Amerika, klasik ilticanın yoğun olarak gerçekleştiği bir ülke değil. Çünkü sağında solunda mülteciler için aşılmaz iki okyanus var. En büyük sınırı Kanada’yla, 9 bin kilometreden uzun bir sınır, o da korunan bir sınır değil. 3 bin kilometre kadar da Meksika ile sınırı var. Özellikle son yıllarda Honduras, El Salvador, Venezuela ve Guatemala’dan insanlar bu sınırdan Amerika’ya sığınmaya çalışıyorlar. İlk bakışta bu insanların 1951 Cenevre Sözleşmesi çerçevesinde sığınmacı olarak kabul edilemeyeceklerine dair bir görüntü ortaya çıkıyor. Nedeni de şu: Bu insanlar siyasi sebeplerle ya da devlet tarafından etnik köken, din, dil, siyasi veya soysal mensubiyetleri veya görüşleri sebebiyle takip altında olan ve hayatları tehdit altında olan insanlar kategorisine girmiyor görünüyorlar. Ama olayın başka bir boyutu var. Mesela Guatemala’da, Honduras’ta veya El Salvador’daki duruma baktığımız zaman orada devletin devlet olarak olmazsa olmaz görevlerini yerine getiremediği için bu insanların iltica etmek zorunda kaldığını görüyoruz. Guatemala’da şu an on binlerce insan mafyavari örgütlere mensup ve tüm toplum baskı ve şiddet gibi her türlü kriminal olaylara maruz kalabiliyor. Devlet bu insanları koruyamıyor. Devletin halkını koruyamadığı böyle bir durumda Cenevre Sözleşmesi’ne göre bu insanların başka ülkelere iltica etme hakkı vardır aslında. Ama Trump Hükümeti bunu göz ardı etmeye çalışıyor. Özelikle mülteci mekanizması hukuken işlemesin diye elinden gelen her türlü saçma sapan yollara başvurabiliyor.

“ABD’YE GELMESİNLER DİYE ZALİMLİK YAPILIYOR”
Mesela yığınla bekleyen iltica davalarına bakan hâkimlerin sayısının arttırılması gerekiyor ama arttırmıyor. Adalet Bakanlığı’nın eline bütçe de verilmiş ama Trump’ın baskısı nedeniyle bunun gereğini yerine getiremiyor. Bunun dışında da mültecilere Amerika’ya gelmeyin görüntüsü vermek için sınırda her türlü zalimlik yapılıyor. Örneğin El Paso’da o bölgeye yakın bir kasabayı gazeteciler ziyaret ediyorlar. Orada 300’den fazla büyük ekseriyeti 10 ila 13 yaşlarında olan en küçüğü de 5 aylık olan annesiz babasız çocukların temel ihtiyaçlarının hiçbir şekilde giderilmediği ortamda hayata tutunmaya çalıştıkları görülüyor. ABD’den yani dünyanın en zengin bölgelerinden birinde yaşananlardan bahsediyoruz.

İnsan haklarının geliştiği, demokrasisiyle övünen ABD de bunu yapıyor. Bu acayip bir ikilem değil mi?

Kesinlikle. Guatemala’yı bu hale getiren Amerika’dır. Mafyavari örgütlenmelerin sebebi Amerika’nın on yıllar önce başlattığı politikalardır. Venezuela 1950’li yıllarda dünyanın en zengin ülkelerinden birisiydi. Şu anda dünyanın en fakir ülkelerinden birisi. BMMYK verilerine göre, 2015’ten bu yana 4 milyon civarında Venezuelalı ülkesini terk etmiş durumda. Bu da Suriye krizinden sonra dünyada yaşanan en büyük yerinden edilme krizlerinden birine işaret ediyor. Yerinden edilen bu insanların çoğu uluslararası koruma ihtiyacı olan insanlar olmasına rağmen bu insanların yalnızca yarım milyon kadarı resmi olarak sığınma talebinde bulunmuştur. Bu sayılar bile yaşatılan mağduriyeti görmek açısından önemlidir.

Türkiye özelinde bakarsak Suriyeli mülteciler konusu çok tartışmalı. Evet, dünyada da gördüğümüz bu trajik durum Türkiye’yi epey meşgul edecek. Çözüm öneriniz nedir? Siz iktidar partisinin vekilisiniz sonuç olarak karar mercileri sizlersiniz.

“MÜLTECİ SORUNU O İNSANLARI ÜLKEYE KABUL ETMEKLE ÇÖZÜLMEZ”
Mülteci sorununun insanları ülkeye kabul etmekle çözülmediğinin altını çizmek isterim. Bu aslında son noktası, yani insanların yaşadıkları ülkede var olan sorunların çıkmaza girmiş olmasının son tezahürü. Sorunu çözmek için bu insanların göç ettikleri, göç etmek zorunda kaldıkları ya da hayatlarının tehlike altında oldukları ülkelerden başlamak gerekiyor. Dünyanın zengin ülkeleri bu konuda üzerlerine düşen görevleri hiçbir şekilde yapmıyor.

“MÜLTECİ KABUL EDEN TEK BATI ÜLKESİ ALMANYA”
En fazla mülteci kabul eden ilk on ülkeye baktığımız zaman sadece bir batılı ülke görüyoruz: Almanya. Bunun dışında hiçbir batılı zengin ülke Afganistan, Pakistan, Irak ya da dünyanın başka ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmış insanlara karşı Türkiye’nin vermiş olduğu insanlık dersini verebilmiş değildir. Amerika nasıl şu anda sınır boyuna duvar örmeye çalışıyorsa, batılı ülkelerde de aynı durumu görüyoruz. Ama bu yaklaşımlarla sorunlar çözülmüş olmuyor.

“HAKKANİYETLİ BİR KÜLFET PAYLAŞIMI YOK!”
Sadece erteleniyor veya başka ülkelerin üzerine yıkılarak yani paylaşılmayarak başka bölgelerde yeni istikrasızlar oluşturuluyor. Oysa başta zengin ülkeler olmak üzere herkes çok daha güçlü biçimde elini taşın altına koymalı ve küresel bir sorumluluk anlayışı geliştirilmeli. Ne yazık ki dünyada bu konuda hakkaniyetli bir külfet paylaşımı olmadığını görüyoruz.

Peki, Suriyeli mültecilere biz kapımızı açınca sorun çözülebildi mi ki?

Öncelikli misyon insanların katliamlardan kurtarılmasıydı. Bu sağlandı. Ancak tabi mesele orada bitmiyor. İhtiyaç sahibi insanlar var ve dolayısıyla devasa sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu kabullenmeliyiz. Türkiye örneğinde ilk önce şunu tespit etmemiz lazım: Türkiye’de şu anda 4 milyon civarında mülteci var; gerçi aslında onlara mülteci de diyemeyiz.

Ne diyelim? Göçmen, sığınmacı, misafir?

“SURİYELİLERİN BİR STATÜSÜ OLMADIĞI İÇİN “MİSAFİR” OLARAK ADLANDIRILDILAR”
Bildiğiniz üzere 2013 yılında yayımlanan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunumuz, düzenli ve düzensiz göç hareketleri ile uluslararası koruma prosedürlerine ilişkin önemli hususları içinde barındıran, AB ve uluslararası mevzuata uygun hazırlanmış bir kanundur. Bu kanunda temel olarak 3 tür uluslararası korumadan bahsedilir: Bunlar mülteci, şartlı mülteci ve ikincil korumadır. Ülkemiz Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince sebebiyle Avrupa ülkeleri dışından gelen yabancılara mülteci statüsü vermemektedir. Suriyeliler konusu ise kendine has özelliklere sahiptir. Biliyorsunuz, uluslararası koruma bireysel başvuruyu esas alır. Oysa Suriyelilerde olduğu gibi kitlesel akınlar biçiminde yaşanan göç hareketlerinde bu mümkün değildir. Bu yüzden mevzuatımıza geçici koruma adı altında bir koruma türü girdi. Çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliği’yle de kapsam alanı belirlenmiş oldu. Bu kanun yürürlüğe girene kadar ülkemizdeki Suriyelilerin bir statüsü olmadığı için “misafir” olarak adlandırıldılar ve tabi ilk zamanlarda savaşın kısa süreceği ve bu insanların geri döneceği düşüncesi de vardı.

“MİSAFİR TANIMI ŞU DURUMDA GERÇEKTEN ÇOK YERSİZ OLUR.”
Ancak kanun yürürlüğe girince artık kendilerinin hak ve yükümlülüklerinin de belirlendiği bir statüleri oldu. Bu yüzden ülkemizde yaşayan Suriyelilere “geçici koruma altındaki Suriyeliler” demek en doğru ifade olacaktır. Ancak şunu da ifade etmek isterim ki geçici koruma statüsüne sahip milyonlarca insanın aradan geçen 8 yıla bakınca, geçiciliği bana gerçekçi gelmiyor. Dolayısıyla misafir tanımı şu durumda gerçekten çok yersiz olur. Duruma 2011 itibariyle bakarsak; şu anda Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin 2.5-3 milyonu en az 4,5 yıldan beri Türkiye’de yaşıyor. Ülkemizde doğan 430 bin Suriyeli bebek var. Bunlar hükmen doğum itibariyle Suriye vatandaşı, fakat kendilerine belge verilmediği için formel olarak vatansız konumdalar. Netice itibarıyla tartışmalarımız rakamlardan ibaret olmamalı; insan hayatından bahsediyoruz. Bize sığınan her bir insanın ihtiyaçları var ve olacaktır; bu ihtiyaçlar göz ardı edildikçe, sorunlar büyür ve çözülmesi zorlaşır.

Şimdi sıkıntı burada başlıyor zaten. Mültecilerin sorunlarını çözmemiz gerekiyor. Ancak onların sorunlarını çözeyim derken kendi toplumumuzdan tepki geliyor. Tepkiler özellikle ekonomik olarak geliyor. Nasıl ikna etmek lazım Türk halkını?

“BU İNSANLARIN ÖNEMLİ BİR BÖLÜMÜNÜN BURADA KALACAKLARINI KABULLENMEK GEREKİYOR”
Suriyelilerin Türkiye’deki yaş ortalaması 22. Çok genç bir nüfus. Suriyelilerin takriben yüzde 45’i 18 yaşın altında ve bu insanlar bilinçli yaşamlarının büyük bölümünü Türkiye’de geçirmişler. Öte yandan Suriye’de sorunlar devam ediyor. Hiç kimse önümüzdeki 4-5 yıl içerisinde bu insanların önemli bir ekseriyetinin Suriye’ye dönebileceğine dair bir perspektif sunamaz. Sonuçta mevcut göç politikaları noktasında yetersiz kaldığımızdan bu şekilde devam edersek sorunların büyüyeceğinden, bu sorunların şimdiye kadar tüm dünya nezdinde ortaya koyduğumuz insanlık dersini gölgeleyebileceğinden endişe duyuyorum. Şu anda bu süreçte yapılması gereken, bu insanların önemli bir bölümünün burada kalıp hayatlarını idame ettirmeye devam edeceklerini kabullenmektir. En zorlandığımız mesele de budur. Bu gerçeği kabul etmediğimiz sürece bu gerçeklerin gereklerine yönelemeyiz.

Zaten sorun hatta korkulan bu değil mi? Bir de şurada kafam karıştı. İktidar partisi ve bütün muhalefet partileri bu kişilerin misafir olduğunu ve gideceklerini söylüyorlar.

Ben hayatı göçmen olarak geçmiş, azınlık psikolojisini de çok iyi bilen bir kişi olarak ve aynı zamanda Ortadoğu’nun sunduğu gerçekleri dikkate alarak bu insanların büyük bir bölümünün tekrar Suriye’ye dönme imkânlarının çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum.

Yaklaşık 4 milyon kişiden bahsediyoruz. İş, aş, barınak, eğitim vs. Mesela CHP’li bir belediye Suriyelilerin denize girmelerini yasaklıyor. İnanılması güç bir adım ama olabiliyor. Toplumda bir tecavüz vakası oluyor arkasında Suriyeli varsa toplumdaki infial 2 katına çıkıyor.

Öncelikle verileri doğru okumamız, değerlendirmemiz lazım. Bu şekilde meselenin çözümlenebilecek ve yönetilebilecek bir olgu olduğunu anlarız. Anketlerde gördüğümüz üzere, Suriyelilerin üçte ikisi Suriye’ye kesinlikle geri dönmeyeceğini ifade ediyor. Yüzde 40’a yakın bir kesim Türkiye’de kalmak istediğini ve yüzde 30’a yakın bir kesim ise başka ülkelere gitmek istediğini belirtiyor.

“KAYIT DIŞI ÇALIŞMAK BİRÇOK SURİYELİ’NİN DE İŞVERENİN DE İŞİNE GELİYOR.”
İkincisi, Suriyelilerle ilgili yanlış bir kanı var: Devletten maaş alıyorlar, ekmek elden su gölden gibi. Bu doğru değil. Türkiye’de 18 yaş altı 1 milyon 650 bin Suriyeli var. Suriyelilerin 1 milyonu çalışıyor zaten. 600 binden fazla kişi okula gidiyor. 15 binden fazla işletmeleri var. Fakat maalesef şöyle bir sorunumuz var; kurumlarımız kendilerini çalışma izni almaları için fazlasıyla teşvik etmesine rağmen, kayıt dışı çalışmak birçok Suriyeli’nin de işverenin de işine geliyor.

“KAYITLI SURİYELİ ÇALIŞAN SAYISI ARTIRILMALI”
Bir yandan Suriyeliler BM ya da AB gibi uluslararası kurum ve kuruluşlardan gelen yardımların kesilmemesi için kayıt dışı, sigortasız çalışmayı yeğliyor; diğer yandan ise işverenlerin ucuz işçi çalıştırmaları maliyetlerini düşürüyor. Dolayısıyla kayıtlı Suriyeli çalışan sayısı artırılmalı ve bu insanların ekonomimize katkıları vergi yoluyla da düzenlenmelidir.

Evet, Türkler ‘biz iş bulamıyoruz, onlar sigortasız çalışıyor, işverenlerin işine geliyor’ diyor. Bunu nasıl çözersiniz?

“SURİYELİLERE STATÜ VERELİM. YALNIZ BU VATANDAŞLIK DEĞİL!”
Şu an Türkiye’de asgari ücretle farklı farklı iş sektörlerinde çalışacak en az 500 bin insan aranıyor. Üniversite mezunları gençlerimizin istihdamı noktasında sıkıntılarımız yok demiyorum fakat asgari ücret seviyesinde vasıfsız işçi alımlarında Türkiye’de yeterince istihdam sağlayacak imkân var. Teşhisi bir kez daha söylüyorum: Suriyelilerin büyük ekseriyetinin geri dönmeyeceğini kabul etmek ve bu insanlara statü vermek lazım. Statüden kastımın vatandaşlık olmadığının özellikle altını çizmek isterim. Söylemek istediğim durumun, artık geçicilik ya da geçmişte olduğu gibi misafirlik anlayışı ile sürdürülebilir olmadığıdır.

Statüden kastınız ne?

“GEÇİCİ KORUMA STATÜSÜNDEN İKAMET STATÜSÜNE GEÇİRİLME OLANAKLARININ OLUŞTURULMASI GEREKİYOR”
Geçici koruma statüsünden ikamet statüsüne geçirilme olanaklarının oluşturulması gerekiyor, tabi şartlı bir süreç. Neden mi? Bir milyon çalışan Suriyeli olmasına rağmen kayıt dışı çalıştıkları için vergi ödemiyorlar. Böylece gayri resmi şekilde işletmeler açıyor, para kazanıyor fakat bir Türk vatandaşının, uluslararası koruma statüsü sahibi bir yabancının ya da ikamet sahibi bir yabancının yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar. Bu sistemin değişmesi lazım.

Peki, sigortasız işçi çalıştırmak yasak. Bir nevi alt yapısı olmadığı kabulündeyim ama önemli bir yasak deliniyor.

Tabi ki. Sigortasız işçi çalıştırılmaması gerekiyor. Bunu ne yazık ki ihlal edenler var. Suriyeliler geçici koruma kapsamında çalışma izni alabiliyor ve dolayısıyla kayıtlı olarak çalışabiliyorlar. Bu süreçte kurumlarımız kendilerine destek oluyor ve bunu teşvik ediyor. İşverenlere ise istihdam ettikleri her Suriyeli vatandaş için ayrıca teşviklerimiz mevcut; sigortasız çalışmamayı bu şekilde hem işveren açısından hem çalışan açısından cazip kılmak istiyoruz. En nihayetinde çalışan kişinin de haklarının korunması ve bunlardan faydalanması için kayıtlı çalışması elzemdir.

Suriyelilere ikamet statüsünü lütfen açar mısınız?

“İKAMET STATÜSÜ UYGULAMASIYLA BU KİŞİLER GELECEK PERSPEKTİFİ SUNAN HUKUKİ BİR STATÜ KAZANIR”
Gelişmiş ülkelerde uygulanan ikamet statüsü uygulamasıyla bu kişiler gelecek perspektifi sunan hukuki bir statü kazanır. Bu statüyle birlikte Türkçe öğrenimi, eğitim sistemine entegrasyonu, sonrasında iş hayatına entegrasyonu ve başarıyı, dolayısıyla topluma uyum ve katılımı sağlama noktasında gerekli çabanın gösterildiği bir süreç işler. Bu süreçte kişi ‘’bunu başarırsam bu noktaya geleceğim, şunu başarırsam şu noktaya geleceğim’’ diye düşünerek kendisine bir gelecek perspektifi kurabilir. Dolayısıyla bu çözümün bir başlangıcıdır. Bu arada yerli toplumu da bu sürece hazırlamamız gerekiyor. Topluma şunu anlatmamız lazım: Evet, Suriyeliler meselesi çok ciddi bir yük ama bu artık kaçınabileceğimiz bir durum değil. Dolayısıyla bu yükü hafifletme konusunda üzerimize düşeni yapacağız ancak toplum olarak herkesin desteği olmadan olmaz.

“EVET, BU YÜK AMA BU İŞ İÇİN KUŞATICI GÖÇ VE İSKÂN POLİTİKALARI LAZIM”
Kuşatıcı göç ve iskân politikalarıyla şeffaf biçimde süreci yöneterek geleceğe dönük bir projeksiyon ortaya koyabiliriz. Mesela bir göç bakanlığı kurarsak, toplumsal katılımın önündeki engelleri aşarsak bu orta ve uzun vadede kazanıma dönüşebilir. Bunu sürekli bir yük olarak gündemde tutmamızın kimseye bir faydası yok. Mecliste de daimi bir göç komisyonu faydalı olacaktır.

Muhalefetle bu durumda biraz el sıkışmanız gerekecek mi? Muhalefet özellikle Suriyeli mülteciler konusunu sıcak tutuyor ve alttan gelen tepkiyi kamuoyuyla paylaşıyorlar.

“MUHALEFET TEHLİKELİ BİR ŞEY YAPIYOR VE BU IRKÇILIKTIR”
Bu çok tehlikeli bir tutumdur. Batı Avrupa ülkelerinde bir siyasetçi bunu yapsa, ben açıkça bu kişi ırkçılık yapıyor derim. Bir siyasetçi yabancılaşma endişesi gibi hususları kaşıyorsa, o kişi toplumsal barışı dinamitlemektedir. Mesela yalan bilgiler sosyal medyada çok hızlı yayılıyor ve Suriyelilerin geneli saldırıya maruz kalıyor. Şu anki gidişat beni ciddi manada endişelendiriyor. Çünkü bu süreçte millet olarak birlikte başardığımız, üstesinden geldiğimiz büyük insanlık vazifesinin gölgelenebileceğine dair emareler görüyorum. Medya ve siyasetin üzerine çok ciddi sorumluluklar düşüyor. Bir Türk, bir kadını taciz ettiği zaman ‘Türk, kadını taciz etti’ diye bir manşet okumazsınız ama bir Suriyeli bunu yaptığı zaman ‘Suriyeli taciz etti’ oluyor. Bu toplum, içindeki ötekileştirmeyi ve düşmanlaştırmayı tahrik eden bir unsurdur. Bu yüzden medyanın da siyasetçinin de kullandığı dile çok dikkat etmesi gerekir.

Bu göç almanın sonu olmayacak mı? Gördüğümüz Suriye’de işler pek iç açıcı değil. Biz hep kapıları açık mı tutacağız?

“TÜRKİYE’NİN DAHA FAZLA MÜLTECİ KABUL ETME GÜCÜ ELBETTE YOK”
Kesinlikle hayır. Bir kere demokrasilerde toplumsal çoğunluğun hassasiyetini göz ardı ederek ülke yönetemezsiniz. Demokratik hukuk devletlerinde toplumsal düzenin korunmasıyla ilgili iki olmazsa olmaz temel ilke var: İlki, temel hakları dikkate almak; ikincisi, demokratik çoğunluğun hassasiyetlerini göz ardı etmemek. Her ikisinin de birbiriyle örtüşmesi hali, demokratik devlet için ideal haldir. Temel hakların olmazsa olmaz olduğu konusunda da net bir duruş sergileyip toplumu bilinçlendirmemiz lazım. Bunun ötesinde Türkiye’nin daha fazla mülteci kabul etme gücü elbette yok. Türkiye’de iktidar başından beri şunu söylüyor: ‘’Bu insanları Türkiye’ye almaktansa Suriye’de güvenli bir bölge oluşturalım.’’ Türkiye zaten bu süreçte Suriye’yi bu hale getirenlerle anlaşamadığı için bedel ödüyor.

“SORUN SADECE SURİYELİLER DEĞİL, 2017’DEN 2018 YILINA KADAR 500 BİN MÜLTECİNİN ARTIĞI BİR DÜNYADAN BAHSEDİYORUZ.”
Mesela şu an İran ile yaşanan gerginliğe bakın. İran’ın bu şekilde üzerine gidilmesinin bedelini kim ödeyecek? İran diyor ki kapıları açarım. İçeride 2-3 milyon mülteci var. Kapıları açtığında bu insanlar Pakistan’a, Afganistan’a gitmeyecek; batıya yönelecek yine. Dolayısıyla bütün dünyayı yakından ilgilendiren, dünyanın barışını ciddi manada tehdit eden gelişmelerle karşı karşıyayız. Önümüzdeki 30-40 yıla baktığımızda Afrika’da nüfus çok hızlı biçimde artıyor. Nijerya’da inanılmaz bir nüfus artışı söz konusu. Bu insanların batıya göç baskısı azalmayacak. Yani mesele sadece Suriye ile ilgili değil. O konjonktürel bir mesele. Düşünün sadece mülteci sayısının 2017’den 2018 yılına kadar 500 bin artığı bir dünyadan bahsediyoruz. Bunun ötesinde Batıya yönelen yoğun insan toplulukları daha da artacak. Dolayısıyla sorunları yerinde çözüp, dünyayı daha adil bir noktaya getiren, özellikle yeraltı zenginliklerini ve batıdaki zenginlikleri paylaşan bir anlayış geliştirmedikten sonra bu sorunlardan hiçbir zaman kurtulamayacağız.

Mültecilerin hayalleri özellikle Avrupa’ya ulaşabilmek. Daha rahat yaşam, demokrasi, insan hakları vs. İyi de orda da karşımıza kapıların kapanması dışında faşizm dalgası ve islamofobi kavramı çıkıyor. Hangisi daha tehlikeli?

“İSLAM DÜŞMANLIĞI SADECE MÜSLÜMANLARI TEHDİT ETMİYOR!”
İkisi bir bütün aslında. İslam düşmanlığının daha tehlikeli boyutlara ulaştığı nokta zaten liberal demokratik devletlerin bittiği nokta olacaktır. Dolayısıyla İslam düşmanlığı sadece Müslümanları tehdit etmiyor, ikinci dünya savaşı sonrası batı dünyasında geliştirilmiş toplumsal düzenlerin bütününü tehdit ediyor. Bunun ötesinde tarihi süreçte gelişen ve toplumun tabiri caizse alt bilincine yerleşmiş ve günümüzde birçok ülkede orta sınıfın kültürüne girmiş bir İslam düşmanlığı batı dünyasında artıyor.

Haçlıdan gelen bir zihniyet mi bu?

Haçlıdan da önce gelen bir şey aslında. İslam dünyasının ve Müslümanların Hristiyan toprakları işgal ettikleri, batıya karşı tehdit oluşturduğu, batıda artan Müslüman nüfusun içerden işgali getireceği ve bu tehdidin ortadan kaldırılması gerektiği inancı popüler. Osmanlı ordularının Viyana kapılarına kadar yanaşmaları, bundan önce Müslüman orduların yüzyıllarca İspanya’da hüküm sürmüş olmaları ve Toulouse’a kadar gelmeleri Batı dünyasının kültürel kimliğine negatif olarak kazınmış durumda. Diğer taraftan Almanya, Polonya, Macaristan gibi ülkeler Britanya ve Fransa gibi imparatorluk tecrübesini yaşamadılar. Mesela Almanya, Britanya gibi imparatorluk ruhunun gerektirdiği şekilde başka topluluklarla yaşama tecrübesi edinmedi. Fransa’nın büyük insanlık suçları var ama sonuçta bu suçları işlerken de farklı toplumlarla yaşamayı saydıklarımdan daha fazla öğrendi.

“AVAM KESİM KOLAY ÇÖZÜM ARAR”
Ekonomik rekabetin arttığı vasıfsız insanlarla vasıflı insanlar arasında gelir uçurumlarının oluştuğu dönemlerde özellikle alt sosyo-ekonomik grubun kendini hayatta kaybetmiş gibi algılaması söz konusu. Şimdi ne diyorlar, onlar geldiği için başımıza şu şu sıkıntılar geliyor. Onlar geldiği için iş bulamıyoruz, onlar geldiği için statümüzü kaybedeceğiz, yabancılaşıyoruz vs… Bakın sonuçta mesele sadece yenilmiş olmak değil. Mesele yenilebileceği psikolojisine sahip olmak. Örneğin Almanya’da mülteci krizinin zirvesinin yaşandığı Mart 2015’te Baden Württemberg’de yapılan eyalet seçiminde ırkçı parti yüzde 15 oy aldı. O eyaletin bazı bölgelerini özellikle inceledim. Kişi başına düşen gelirin 60 bin Euro olduğu bölgelerde bile ırkçı partinin yüzde 15 oy alabildiğini gördüm. Toplumun üst sınıfı neden bu partiye oy veriyor? Çünkü statülerinden korkuyorlar. Irkçı olmamalarına rağmen protesto oyu kullanıyorlar. Fakat bu zamanla siyasal kültürü zehirliyor. Avam kesim kolay çözüm arar. Kolay çözüm sunan bunu aynı zamanda sert bir dille ifade eden siyasetçiyi de tercih eder. Çünkü bu kişiler çok kolay reçeteler sunarlar. İnsanlar çok kompleks şeyler düşünmek istemezler. Çok kolay reçeteler sunuyorsa ve o ona inandırıcı geliyorsa onu tercih ederler. Bunun doğru çözüm olmadığını zamanla görürler.

“BATIDA SADECE İSLAM DÜŞMANLIĞI SADECE OTORİTERİZM GELİŞİYOR DENEMEZ.”
Almanya’da ırkçı parti yüzde 15 oy ortalamasına kavuştu. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde geçmişte aldıkları oyları yakalayamadılar. Niye? Çünkü millet bunların slogan atan partiler olduklarını ancak kompleks meselelerin altından kalkacak birikime ve siyasi programa sahip olmadıklarını gördü. Bu aslında demokrasiler için de bir fırsat. Olaya sadece tek boyutlu bakamayız. Batıda sadece İslam düşmanlığı sadece otoriterizm gelişiyor denemez. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa lehindeki güçlerin, oyların üçte ikisini aldığını da göz ardı edemeyiz.

Bu süreç Avrupa’yı nereye götürecek?

“TÜRKİYE’DE VAR OLAN HRİSTİYAN, YAHUDİ DÜŞMANLIĞINI DA GÖZ ARDI ETMEMELİYİZ.”
Avrupa’da sorunlar azalmayacak, artacak. 2. Dünya Savaşı sonrası liberal bir anayasal hukuk düzeni oluşturuldu. Nispeten başarılı oldu. Tüm dünya için standartlar kondu. Ama çoğunluk toplumun belli kesimlerinin ona entegre edilmemesi durumunda bu düzenin altının oyulmaya başlandığını görüyoruz. Yabancılar geliyor, yabancılara hak verilmesin deniyor. Müslümanlar geliyor, eşit haklar verilmesin deniyor. Geçen Slovakya’da Müslümanlar dini cemaat statüsüne erişemesinler diye mevzuat değiştirdiler. Bu aslında korkuların bir tezahürü. İsviçre’deki minare yasağı gibi. Tabi İslam düşmanlığı ile mücadele ederken aynı duruşu Hristiyan düşmanlığı ve Yahudi düşmanlığı ile ilgili de geliştirmek durumundayız. Türkiye’de var olan Hristiyan düşmanlığını, Yahudi düşmanlığını da göz ardı etmemeliyiz. Yani etnik veya kültürel kaynaklı ırkçı eğilimler sadece batılılara has bir durum değil maalesef.

Aynısını biz Suriyelilere yapabiliyoruz sanırım.

Tabi insan yabancı olandan endişe eder, bazı etkenlerle birlikte korku da geliştirebilir. Bu insanın doğasında olan bir şey.

İsrail’i de konuşmak istiyorum. Şu çok garip değil mi? Hitler Almanya’sının mağduru olan Yahudiler ve İsrail hükümeti Batı’da faşizmin yükselmesinden fayda sağlıyor. Ve Filistin halkına yaptıkları da ortada. Bu çelişkiler kimseyi rahatsız etmiyor mu?

“İSRAİL İKİLİ DEVLET MODELİNDE SAMİMİ DAVRANARAK KENDİ VARLIĞINI VE GELECEĞİNİ DE TEMİNAT ALTINA ALABİLİR.”
Orada ciddi bir çıkmaz var. Oldu bitti ile İsrail devleti kurulmuş ve Filistinliler gün geçtikçe daha fazla köşeye sıkıştırılmış, marjinalleştirilmiş. Şimdi buna hakkaniyet adına çözüm bulmamız maalesef güç dengeleri itibarıyla gerçekçi görünmüyor, dünya gerçekleri farklı işliyor maalesef. İsrail’de yaşayan bir bireyi düşünün. Bugün 35- 40 yaşında. O da diyor ki ‘ne yapalım, artık burası bizim, kimseyle paylaşamayız.’ Bu yaklaşımın barış getirmesi mümkün değil tabi. Öte yandan Gazze’yi açık cezaevine dönüştüren ve bunun ötesinde Filistinlilerin yaşadıkları bölgeleri de yaşanmaz kılan bir İsrail devleti söz konusu. İsrail iki devletli yaklaşımı zaten adeta ortadan kaldıran politikalar takip etti on yıllarca. Bunun dışında da Filistinlilerle birlikte ortak sadece bir dine, bir ırka mensup insanların değil orada tüm bölgede yaşayan insanların ortak devleti olma konusunda bir anlayış geliştirmedi İsrail çoğulcu ve demokratik bir sistem ile Filistin halkıyla çoğrafyayı paylaşan ve eşit haklar temin eden bir devlet olarak veya ikili devlet modelinde samimi davranarak kendi varlığını ve geleceğini de teminat altına alabilir. Ama diyor ki ‘kolayı var, ben güçlüyüm. Elimde her türlü silah var. Başta ABD olmak üzere batı dünyası da yaptığım zalimlikleri göz ardı ediyor, bana destek veriyor.’ Gelinen noktayı yine mülteciler üzerinden özetleyelim. İsrail’in izlediği politikalar ve dünyanın bu noktadaki sessizliği sebebiyle Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu’nun (UNRWA) yetkisi altında bugün 5,5 milyon Filistinli mülteci yaşam mücadelesi vermektedir.

ABD’den ve Trump yönetiminden de destek alıyor.

“İSRAİL ABD’NİN GÜCÜYLE, BATI DÜNYASININ GÖZ ARDI ETMESİYLE NETİCE ALABİLECEĞİNİ DÜŞÜNDÜĞÜ SİYASETİNİ SÜRDÜRÜYOR”
İsrail’in elinde her türlü güç var. Böl, parçala, yönet. Onun dışında terör estirdi bahanesiyle onları elimine et, ortadan kaldır. O halkın feryadını, acısını tamamen göz ardı et. İki devletli çözümü 1948 sürecinden sonra herkes öncelemişti. İsrail bu olanağı adeta ortadan kaldırdı. Artık çözümsüzlükle karşı karşıyayız. Bu çözümsüzlüğü daha da ileri noktaya taşıdılar. Mısır ve Suudi Arabistan’la anlaşarak, Filistinlilere bir koridor açıp çöle gitsinler, kendi devletlerini kursunlar diye bir süreç işletmeye çalışıyorlar. Bu insanlık suçudur. Ama o ülkeler de insan hakları, hak, hukuk ve adalet noktasında yeterince nasiplerini almamış ülkeler oldukları için bunları yapabiliyorlar. İsrail de Amerika’nın gücüyle, batı dünyasının göz ardı etmesiyle netice alabileceğini düşündüğü bu siyasetini sürdürüyor.

Tüm bu söylediklerinizle kazanan olacak mı?

Hayır, böyle giderse hep beraber kaybedeceğiz. Ancak bütün medeniyetlerin ortak doğrularına birlikte kanaat getirirsek ve bu noktada da güçlü koalisyonlar oluşturma yolunu tercih edersek daha yaşanabilir bir dünyayı bizden sonraki nesillere bırakabiliriz.