Yeneroğlu: “İnsan Hakları Karnemiz Türkiye’ye Yakışmıyor!”
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’ne ilişkin, “Hepimiz, gelecek nesillere daha insancıl bir Türkiye bırakmak için insan haklarına ve onuruna aykırı eylemlere, nefret söylemlerine, şovenizme ve ayrımcılığa karşı ortak mücadele vermeliyiz. İnsan hakları karnemiz, Türkiye’ye yakışmıyor. Daha acısı ise bu gidişata adeta kayıtsız oluşumuzdur.” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:
“10 Aralık İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kabulünün 71. yıl dönümü. Bugün dünya genelinde; çatışmaların çoğaldığı, insani ihtiyaçlara ulaşmanın zorlaştığı ve nefret söylemlerinin arttığı bir dönemde; mağduru olmadığı bir haksızlığı dahi kendisine mesele edinen, ötekileştirmeden farklılıklara saygı gösteren bir “insan hakları anlayışına” hepimizin ihtiyacı vardır. Bu anlayış ancak; yabancı, göçmen ya da bizimle farklı düşünce ya da inançta da olsa, herkesin; her halde, her surette ve eşit şekilde insan haklarına sahip olduğunu kabulümüzle gerçekleşebilir. Evrensel bir değer olan insan hakları anlayışını etkili bir şekilde koruyabilmek için demokratik hukuk devletlerine düşen yükümlülük ise her şartta ve her dönemde ulusal ve uluslararası normların kendilerine yüklediği sorumluluklara uymaktır.
Türkiye, insan hakları meselesinde, uzun yıllar bu sorumluluklarının bilinciyle mücadele etmiştir. Maalesef ki son yıllarda, demokrasiden, insan haklarından ve hukuk devleti idealinden uzaklaşan bir Türkiye ile karşı karşıyayız. İnsan hakları alanında faaliyet gösteren uluslararası kuruluşların raporlarına ve verilerine göz atmak bile, Türkiye’de insan hakları ihlallerinin korkunç boyutlarını gözler önüne sermektedir. Bu verilere birkaç örnek verecek olursak; Türkiye 2018 yılında AİHM’de, düşünce ve ifade özgürlüğünden en fazla mahkûm olan ülkeler arasında ilk sıradayken; aynı yıl Türkiye aleyhine en çok adil yargılanma hakkından ihlal kararı verilen ülke olmuştur. Avrupa Konseyi Raporuna göre, üye ülkelerde 130 gazeteci cezaevindeyken, bunların çok büyük ekseriyeti Türkiye’dedir. Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre, 180 ülke arasında 157’nci; Freedom House’un “Dünya’da Özgürlük” raporuna göre, 195 ülke arasından 114’üncü, “Hukukun Üstünlüğü Endeksi”nde 126 ülke arasında 109’uncu, “Temel Haklar” açısından 126 ülkeden 122’nci; “Demokrasi Endeksi”nde 167 ülkeden 110’uncu sırada yer alan bir Türkiye karnesi, hukukun üstünlüğüne bağlı, demokratik iddianın gereklerine odaklı, insan onurunu en üst değer olarak yaşatan bir Türkiye hayalimizin ne kadar uzağında olduğumuzu bizlere acı bir şekilde göstermektedir.
Bu verilere ve raporlara göre, Türkiye’de; ifade, basın ve toplanma özgürlükleri ile gözaltında işkence, kötü muamele ve insan kaçırma eylemlerinde ciddi ihlaller bulunmaktadır. Toplumsal yaşam; farklı düşünce, inanç ve yaşayışları bünyesinde barındıran bir çoğulluğa sahiptir. İfade, basın ve toplantı özgürlüğü, demokratik toplumun temellerinden biri olup, toplumun gelişmesi ve bireyin kendini geliştirmesi için vazgeçilmezdir. Şiddeti kışkırtma, nefret söylemi veya demokratik ilkelerin reddi durumları dışında; toplumsal ve siyasal çoğulculuğu sağlamak için her türlü düşüncenin barışçıl bir şekilde ve serbestçe ifadesine izin vermeliyiz.
Diğer önemli bir konu, adil yargılanma hakkına ilişkin ihlallerdir. Türkiye, FETÖ ile haklı mücadeleyi kararlı bir biçimde sürdürürken; aynı örgütün mağdurları olan insanlara daha ağır bir mağduriyet yaşatmamalıdır. Terörle mücadelenin olmazsa olmazı, hukukun üstünlüğü ilkesidir. 550 bin kişilik bir terör örgütü olamayacağı gibi bu kadar kişi hakkında terör örgütüne üyelikten soruşturma ve kovuşturma açılması da asla kabul edilemeyecek, akla ve vicdana sığmayacak, hukuki olmaktan çok uzak bir durumdur.
Diğer taraftan Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’na (TİHEK) bu yılın ilk altı ayında yapılan 430 başvurudan %85’ini işkence ve kötü muamele oluşturmaktadır. İşkenceye sıfır tolerans yükümlülüğünün gereği olarak, işkence iddialarının araştırılarak tespit edilmesi ve sorumluların da her bir olayda bir an önce adalete teslim edilmesi gerekmektedir. TİHEK’e cezaevlerinden yapılan başvurularda en fazla şikâyet ise sağlık hakkına erişememe üzerinedir. Türkiye’de cezaevindeki hükümlü ve tutuklu sayısı 286 bin, annesinin yanında kalan çocuk sayısı 780’dir. Cezaevi kapasitesi 218 bin 950 iken, kapasitenin üzerinde 58.000 kişi cezaevinde yatacak yeri olmadan, 218 bin kişi için ayrılan tuvaleti, suyu ve yeri paylaşmak zorunda kalmaktadır.
Vatandaşın tek yükümlülüğü vardır; o da yürürlükteki yasalara uymaktır. Bu kapsamda kanun koyucular olarak bizlerin de bu kurallara uyması, hukuka güvenin artması için çabalaması ve insan onurunu ayaklar altına alan her türlü eyleme şiddetle karşı durması gerekmektedir.
Türkiye, insan hakları ihlallerinin yaşandığı, hukukun üstünlüğü ilkesinden bu kadar uzaklaşmış bir ülke olmamalıdır. Ortak akıl ve uzlaşma ile hayatımızı zenginleştirerek farklılıklarımızı ve bizi bir araya getiren değerleri savunmak, gelecek nesillere bırakacağımız en önemli mirastır. Eşitlik ve insanlık onurunun ortak değerlerine dayanan bir geleceği yeniden inşa edebileceğimiz düşüncesiyle, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nü kutluyor, bu anlamlı günün tüm insanlığa ve milletimize barış, huzur ve adalet getirmesini temenni ediyorum. Aynı zamanda dün “İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi”nin ilan edilişinin 21. yılı olması vesilesiyle, insan hakları savunucularının, her zaman, yanlarında ve destekçileri olduğumu da belirtmek istiyorum. Ayrıca uluslararası toplum, Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine, Arakan’da Rohingya Müslümanlarına ve Ruanda’da Tutsilere başta olmak üzere, dünyanın birçok yerinde yıllardır uygulanan kitlesel etnik ve kültürel soykırım hareketlerine sessiz kalmaktadır. Diğer taraftan, İsrail’in uluslararası hukuk nezdinde kanıtlanmış insan hakları ihlallerinin ve tüm dünyada dini ve kültürel azınlıkların yaşadığı ayrımcı uygulamaların son bulması en büyük temennimdir.
YUKK Değişiklikleri ‘Meclisten Geçti’: “Yasama bizzat meclis ve milletvekilleri tarafından formaliteye indirgenip yok sayılmamalı!”
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda (YUKK) yapılan değişiklikler hakkında, “Yabancılar ve uluslararası koruma altında bulunan kişiler konusunda bağlı olduğumuz sözleşmelere uygun ve insan hakları temelli çağdaş bir yaklaşım sergilemeliyiz. Bu seviyeye ancak meclisi anayasanın ruhuna uygun olarak çalıştırarak ve komisyonların görevlerini ifa etmesini sağlayarak ulaşabiliriz” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:
“Türkiye, yoğun biçimde göç ve mülteci olgusunu yaşamakta olan bir ülkedir. Bu hususun ülkemiz için; toplumsal, siyasal, ekonomik ve hukuksal boyutları bulunmaktadır. Diğer taraftan savaş, zulüm ve yoksulluktan kaçan milyonlarca kişinin ise maruz kaldıkları travmatik boyutların unutulmaması gerekmektedir.
YUKK’ta dün yapılan düzenleme ile; sınır dışı kararlarına, idari gözetime alınacaklara, geçerli seyahat belgesi bulunmayan kişilere ve uluslararası koruma başvuru sahibi kişilerin hak ve yükümlülüklerine ilişkin önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerden en önemlisi, Kanun’un 53. maddesinde düzenlenen “sınır dışı etme kararına itiraz süresi”nin 15 günden 7 güne indirilmesidir. Mevcut durumda dahi, özellikle geri gönderme merkezlerinde bulunan mülteci statüsündeki kişilerin, hukuki haklarını kullanmalarında zorluk yaşadığı düşünüldüğünde, 15 gün gibi kısa olan bir sürenin daha da azaltılması pek çok hak ihlaline yol açacaktır. Bu konuda çözümün; idari gözetim hükümleriyle ilgili sağlıklı düzenlemelerin yapılması ve uygulamanın fiili olarak düzgün işlemesinin sağlanması olduğu kanısındayım. Kanunda yapılan “sınır dışı etme kararının iptali” ile ilgili olarak, açılan idari yargı davasının sonuçlanmasına kadar itirazın otomatik durdurucu etkisi ise olumlu karşılanmalıdır. Bu kapsamda Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu ihlal kararının da dikkate alınarak AİHM içtihatlarında zorunlu tutulan bir unsurun düzenleme altına alınması yerinde olmuştur.
Yapılan değişiklikle, yasanın 54. maddesinin 1. fıkrasına, yasal giriş ya da yasal çıkış hükümlerini ihlal etmek eylemine “teşebbüs hali” eklenmektedir. Maalesef ki, teşebbüs halinin cezalandırılması; uluslararası hukukta temel bir ilke olan, uluslararası koruma başvurucularını “yasa dışı giriş nedeniyle cezalandırmama” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Önemli değişikliklerden birisi de idari gözetime alınacak kişilerin elektronik ve iletişim cihazlarının incelenebilmesinin önünün açılmasıdır. Öncelikle bu cihazların idari bir kararla incelenebilmesi hususu, özel hayatın gizliliği gibi temel hakları ihlal edici olması ve mahkeme kararına ihtiyaç duyulmaması nedeniyle bir hukuk devletinde olmaması gereken bir düzenlemedir. Aynı zamanda alternatif tedbir olarak öngörülen meselelerin de ayrıntılı olarak düzenlenmemesi ve bu kavramların tanımlanmaması nedeniyle uygulamada büyük sıkıntılara yol açması muhtemeldir.
İlgili yasada, diğer önemli husus; uluslararası koruma başvurusu ve statü sahibi kişilerden herhangi bir sağlık güvencesi ya da geliri bulunmayanların, başvurularından itibaren sadece bir yıl süreyle 5510 sayılı Kanun hükümlerine tabi olacakları, sonrasında yalnızca özel ihtiyaç sahipleri ile Bakanlıkça sigorta kaydının devamının uygun görüldüğü kişilerin genel sağlık sigortalısı sayılmalarıdır. Bu düzenlemeyle, yukarıda belirtilen kişiler hakkındaki uygulama ile ilgili olarak bir kısıtlama getirilmiş olmaktadır. Oysa ki bu kişiler ülke içerisinde kayıt dışı çalışmakta, asgari ücretin altında ücretler almakta ve ekonomik olarak zor durumda bulunmaktadırlar.
Diğer taraftan, SGK verilerine göre, toplumumuzda hiçbir sosyal güvencesi olmayan kişilerin sayısı giderek artmaktadır. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan kişilerin sayısı 2017 yılında 9.8 milyon iken, bu sayı 2019 yılı Mayıs ayında 11.1 milyona ulaşmıştır. Genel Sağlık Sigortası devlet tarafından ödenen kişi sayısı 8 milyon 658 bindir. Bu veriler ışığında; konunun sosyal adalet boyutu düşünüldüğünde yapılan değişiklik, her ne kadar koruma altındaki kişiler için bir kısıtlama getirmiş olsa da yurttaşlarımızın ekonomik refahı da düşünülmeli ve bu konuda pozitif ayrımcılık yapılmaması gerektiği kanısındayım. Sosyal devlet ilkesi uyarınca gerek vatandaşlarımıza gerekse de koruma altındaki yabacılara eşit politikalar uygulayarak, sağlık ve tedavi hakları konusunda ücretsiz politikalar geliştirilmesi gerekliliği aşikardır. İnsan onuruna yakışır bir hayat sürdürme amacıyla ülkemize gelen göçmenlerin hak ve yükümlülüklerini korumak, idarenin temel görevlerindendir.
Sonuç olarak, yabancılar ve uluslararası koruma altında olan kişilerin özel durumları göz önüne alındığında, TBMM’den torba yasa ile adeta çuvalla geçen bu önemli değişikliklerin öncelikle komisyonlarda; uzman STK’ların, insan hakları savunucularının, göç çalışanlarının ve hukukçuların katkıları ile tartışılması gerekirdi. Bu kapsamda değişikliklerin, yürütmenin tekelinde olmaksızın, ortak akılla yapılmasının zorunlu bir demokratik gereklilik olduğu unutulmamalıdır. Bu seviyeye ancak meclisi anayasanın ruhuna uygun olarak çalıştırarak ve komisyonların görevlerini ifa etmesini sağlayarak ulaşabiliriz. Yasamayı bizzat meclis ve milletvekilleri tarafından formaliteye indirgeyerek yok saymak, kanunların yalnızca niteliksiz yapmıyor, demokrasiyi de gün geçtikçe tahrip ediyor.
Bu sürece başta milletvekilleri olarak karşı çıkmamız ve milletimiz tarafından tevdi edilen anayasal görevi ciddiye almamız gerekir.”
Yeneroğlu: “Vatandaşlık Kanunu’nda Yapılan Değişiklik, Yurtdışında Yaşayan Vatandaşlarımız için Hayırlı Olsun!”
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, “Teklifim doğrultusunda Türk Vatandaşlık Kanunu’nda yapılan değişiklikle, anne babası Türk vatandaşlığını kaybeden çocuklara, vatandaşlığını koruma hakkı getirilmiştir. Buna göre, anne babası Türk vatandaşlığını kaybeden çocuklar, Türk vatandaşlığını doğrudan kaybetmeyecektir.” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:
5901 sayılı Türk Vatandaşlık Kanunu’nda yer alan ‘anne-babası birlikte vatandaşlıktan çıkan çocukların Türk vatandaşlığını re’sen kaybetmesi’ ne ilişkin madde hükmü, yurt dışında yaşayan aileler açısından birçok sorun teşkil ettiğinden gündemimizde yer alan bir husustu.
Bu minvalde, 26 Kasım 2019 tarihinde yaptığımız basın açıklamasında da (https://www.mustafayeneroglu.com/yeneroglu-cocuklarin-vatandasligi-ebeveynlerinkinden-farkli-degerlendirilmelidir/) belirttiğimiz gibi, ebeveynlerin her ikisinin birlikte Türk vatandaşlığından çıkması halinde reşit olmayan çocuklar da anne babanın irade ve taleplerinden bağımsız olarak, Türk vatandaşlığını doğrudan kaybetmekteydi. Özellikle yurtdışında 6 milyona yaklaşan Türk nüfusunun yarıdan fazlasının çifte vatandaşlığa izin vermeyen ülkelerde yaşadığı göz önüne alındığında, mevcut yasal düzenlemenin yurt dışındaki vatandaşlarımızın büyük bir bölümünü etkilediği ve bu ülkelerdeki çocuklar açısından ciddi hak kayıplarına ve mağduriyetlere yol açtığı açıkça ortada idi.
Bu sıkıntıları göz önüne alarak, yaklaşık iki yıl önce AK Parti Grup Başkanlığına sunmuş olduğum kanun değişikliği teklifim geçen süre zarfı içerisinde değerlendirmeye dahi alınmamıştı. Yeni dönemde 2019 Şubat ayında gruba tekrar verdiğimiz ve 21 Kasım 2019 tarihinde güncelleyerek doğrudan Meclis Başkanlığı’na sunduğumuz teklifimizde adımız her ne hikmetse meclis koridorlarında takılmış ve ismimize de yer verilmeyen bir usulle Genel Kurula getirilmiş olsa bile kanun bu gece kabul edilmiştir. Hayırlı olsun.
Türk Vatandaşlık Kanunu’nun 27. maddesinin 2. fıkrasında yer alan “Çıkma izni almak suretiyle Türk vatandaşlığını birlikte kaybeden ana ve babanın çocukları da Türk vatandaşlığını kaybeder.” cümlesi çıkarılmıştır. Bu sayede, anne babası Türk vatandaşlığını kaybeden çocuklara, vatandaşlığını koruma hakkı getirilmiştir. Buna göre, anne babası Türk vatandaşlığını kaybeden çocuklar, doğrudan Türk vatandaşlığını kaybetmeyecektir.
Yapılan kanun değişikliğinin, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız için hayırlara vesile olmasını temenni eder, uzun bir zaman alsa da neticenin vatandaşlarımızın lehine sonuçlanmasından memnuniyet duyduğumu belirtmek isterim.”
Yeneroğlu: “Kamuoyu, milyonlarca Uygur Türkünün uğradığı soykırıma sessiz kalmamalı!”
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Çin devletinin Uygur Türklerine uyguladığı politikalarla ilgili yaptığı açıklamada, “Bölgede, yakın tarihin en büyük insanlık suçlarından biri yaşanmaktadır. Hem konsantrasyon kamplarındaki insanların maruz kaldığı şiddeti hem de kamp dışında hayatın her alanını kuşatarak devam eden kültürel soykırımı gündemde tutmak ve buna tepki göstermek; sivil toplum, medya, devlet yetkilileri ve uluslararası toplumun görevidir.” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:
“Çin devletinin Uygur Türklerine yönelik uyguladığı etnik ve kültürel soykırım politikaları son yıllarda hızı artarak devam etmektedir. Uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri, sayısı 1-2 milyon olarak tahmin edilen Uygur Türkü’nün 1000 civarında toplama kampında tutsak edildiğinin ve temel insan haklarının ihlal edildiğinin altını çizmektedir.
Uygur Türklerini misafir ederek düzenlediğimiz toplantıda, insanlığa karşı suç teşkil eden uygulamaların örneklerini kurbanlar ve ailelerinden dinledik. Bölgede yaşananların canlı şahitleri, sayısı milyonlarla ifade edilen insanların kimi zaman bir gerekçe gösterilmeden kimi zamansa dini inanç ve ibadetler veya Türkiye’ye seyahat etmiş olmak gibi gerekçelerle çocuk-yaşlı kadın-erkek demeden eğitim merkezi adı verilen konsantrasyon kamplarında alıkonduğunu anlattı. Kamplarda bulunanların paylaştığı şiddet, tecavüz ve bilinmeyen ilaçların enjekte edilmesi gibi detaylar, insanın kanını dondurmaktadır. Üç yıldır haber alamadığı 19 yaşındaki oğlunun bedeninin organ ticareti için kullanılmasından korkan anneler, eşi ve çocukları ayrı kamplarda tutulan ve yıllardır hayatta olduklarını bile öğrenemeyen babalar gibi sayısız hikaye, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar kahredicidir.
Kampların dışında günlük hayatın her detayı da Çin devleti tarafından yakından takip edilmekte ve tüm Uygur nüfusu bir açık hava hapishanesinde yaşamaya mahkum edilmektedir. Telefon uygulamalarına getirilen kısıtlamalar ve kameralar gibi teknolojik gözetim araçlarından evlere gelip kişilerin inanç ve siyasi görüşlerine dair izler arayan devlet görevlilerine varan çeşitli yöntemlerle Uygur halkı şiddetli baskı altında tutulmaktadır. Yurt dışındaki aile üyeleri, akraba ve arkadaşlarıyla iletişim kuranlar, kendilerinin ve en yakınlarının özgürlüklerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu yoğun baskı, bölgedeki durumun vahameti hakkında yeterli bilgi edinilmesini de ne yazık ki engellemektedir.
2020’li yıllara girmekte olduğumuz şu günlerde, bu kadar büyük ölçekte bir insanlık suçuna göz yumulması insanlık ve uluslararası toplum adına çok kaygı verici bir durum. Sivil toplumun bir parçası olarak bireylerin ve insani kuruluşların yanı sıra, ülkemizde de medyanın bu vahşete daha çok dikkat çekmesi elzemdir. Bunun ötesinde, birçok insan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldukları, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ile evli oldukları, Türkiye’ye seyahat ettikleri veyahut Cumhurbaşkanı’mızı destekledikleri için Çin kamplarında tutsak durumdalar. Ülkemizin çok güçlü bir şekilde bu insan hakları ihlallerine karşı durup bunu uluslararası arenada dile getirmesi ve Uygur Türklerine sürdürdüğü desteği artırması zaruridir.’’
Yeneroğlu: “Çocukların vatandaşlığı, ebeveynlerinkinden farklı değerlendirilmelidir!”
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, ebeveynlerinin vatandaşlıktan çıkmasıyla birlikte Türk vatandaşlığını kaybeden çocuklarla ilgili TBMM’ye sunduğu kanun teklifiyle ilgili, “2 yıl önce vermiş olduğumuz kanun teklifimizi revize ederek Meclis Başkanlığımıza yeniden sunduk. Umarım kanun teklifimizin yasalaşması ile Türk vatandaşlığına sahip olan çocukların anne-babalarının vatandaşlıklarından bağımsız bir şekilde bu haklarının devam etmesi sağlanacaktır.” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu açıklamalarında şunları kaydetti:
“Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın gittikleri ülkelerdeki haklardan yararlanabilmeleri için yaşanılan ülkenin vatandaşlığını almaları, teşvik edilmesi gereken bir tercihtir. Öte yandan yurt dışındaki gençlerimizin Türkiye ile bağlarının korunmasının en önemli unsurlarından biri, Türk vatandaşlığının muhafaza edilmesidir. Çifte vatandaşlık, kişinin her iki ülkede hukuki statüsünü teminat altına almakta ve böylelikle toplumsal katılımı teşvik etmektedir. Aynı zamanda köken ülke ile yaşanılan ülke arasında bağları güçlendirmektedir. Bu noktada Türk Vatandaşlık Kanunu’nda daha önce çifte vatandaşlık imkânı bulunmazken, 13.02.1981 tarihinde yapılan değişiklikle ‘çoklu vatandaşlık hakkı’ tanınmıştır.
Bununla birlikte, 5901 sayılı Türk Vatandaşlık Kanunu’nda yer alan ‘anne-babası birlikte vatandaşlıktan çıkan çocukların Türk vatandaşlığını re’sen kaybetmesi’ ne ilişkin madde hükmü, yurt dışında yaşayan aileler açısından sorun teşkil eden bir husustur. Şöyle ki; ‘Çıkma izni almak suretiyle Türk vatandaşlığını birlikte kaybeden ana ve babanın çocukları da Türk vatandaşlığını kaybeder.’ hükmü, kanun metninde açıkça yer aldığı üzere, ebeveynlerin her ikisinin birlikte Türk vatandaşlığından çıkması halinde reşit olmayan çocuklar da anne ve babasına bağlı olarak, anne babanın irade ve taleplerinden bağımsız olarak, Türk vatandaşlığını doğrudan kaybetmektedir. Yurtdışında ikamet eden birçok anne ve baba, kural olarak çifte vatandaşlığa izin vermeyen ülkenin vatandaşlığını kazanmak için Türk vatandaşlığından çıkmaktadır. Böyle bir durumda çocukları da ebeveynin bu konudaki iradesine bakılmaksızın Türk vatandaşlığından çıkarılmaktadır.
Yurt dışında yaşayan yaklaşık 6 milyon vatandaşımızın yarıdan fazlası, çifte vatandaşlığa izin vermeyen ülkelerde yaşamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, mevcut yasal düzenlemenin yurt dışındaki vatandaşlarımızın büyük bir bölümünü etkilediği ve bu ülkelerdeki çocuklar açısından ciddi hak kayıplarına ve mağduriyetlere yol açtığı görülmektedir. Çocukların vatandaşlıklarını ebeveyne bağlı olarak kaybettirmek, vatandaşlık hukuku açısından gereklilik değildir. Yürürlükteki uygulama ayrıca yurt dışındaki insanlarımızın anavatanla bağlarının korunmasına yönelik devletimizin anayasal yükümlülüğüyle de çelişmektedir.
Yapılan bu değerlendirmeler sonucunda, yaşanan ve yaşanabilecek mağduriyetlerin önlenmesi adına, ‘29/5/2009 tarihli ve 5901 Sayılı Türk Vatandaşlık Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında’ kanun teklifimizi gerekçeleri ile birlikte yaklaşık 2 yıl önce vermiştik. Ancak gelinen noktada, söz konusu kanun teklifimizle ilgili mesafe katedilememiş, yeni düzenlemenin yapılabilmesi açısından ilgili mercilerde karşılık bulmamıştır. Bugün ise kanun teklifimizi revize ederek 21.11.2019 tarihinde Meclis Başkanlığımıza tekrar ilettik. Umuyoruz ki, sunmuş olduğumuz kanun teklifimizin yasalaşması ile bu sorun giderilecek, yurtdışındaki çocuklarımızın Türk vatandaşlığı korunacaktır.
Yeneroğlu: “Şiddete Maruz Kalan Her Kadın, Toplum Vicdanında Yara Açıyor.”
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü kapsamında yapmış olduğu açıklamada, “Türkiye’de kadınların şiddete maruz kalması, kadınların eğitime, iş hayatına ve siyasete katılımında engeller bulunması; ivedilikle çözülmesi gereken ortak sorunlarımızdır.” ifadelerini kullandı. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:
“Dünya genelinde her 3 kadından biri şiddetin değişik biçimlerine maruz kalmaktadır. Ülkemizde ise her 10 kadından 4’üne, eşi veya beraber yaşadığı erkek tarafından şiddet uygulanmaktadır. Türkiye’de ne yazık ki son 324 günde 302 kadın, erkekler tarafından öldürülmüştür. Bu veriler, kadına şiddet konusunda hepimizi teyakkuza geçmeye davet etmektedir.
Kadınları yaşamın her alanında; evde, işyerinde veya kamusal alanda kuşatan bu şiddet, sadece kadınların değil, bütün toplumun sorunudur. Tahkir edici sözlerden psikolojik şiddete, tacizden cinayete kadar uzanan bu utanç skalasında yaşanan her bir şiddet vakası fazla, her bir kadın cinayeti toplumsal vicdanımız için yeni bir yaradır.
Kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve ortadan kaldırılması için atılması gereken en önemli adım, zihniyet değişimidir. Şiddet, hayatın her alanında kadınların erkeklerle eşit bir şekilde topluma katılımlarını sağlamakla azaltılabilir. Kadına yönelik şiddeti bitirmek için mevzuatlarımızda insan hakları temelli yaklaşımlar var olmasına rağmen; özellikle yasaların uygulanması ve izleme mekanizmalarının etkili şekilde denetlenmesi noktasında önemli problemler mevcuttur. Soruşturma ve cezalandırma süreçlerinde, faillerin ceza indirimlerinin ve istisna hallerinin ortadan kaldırılması, problemin çözümünde etkili olacaktır. Ayrıca Türk Ceza Kanunu’nda kadına karşı işlenen suçlar ve cezalar yeniden gözden geçirilerek, kadına şiddet eylemlerinin “cinsiyet duyarlı” bir yaklaşım ile açıkça ve özel nitelikte bir suç olarak yeniden tanımlanması gerekmektedir.
Diğer bir sorun ise, kadınların yaşadığı işsizlik sorunudur. TÜİK 2018 verilerine göre kadınların işgücüne katılım oranları %34,2, istihdam oranları ise %29,4’tür. İşgücüne dahil olmayan 15 yaş üstü kadın nüfusu yaklaşık 20 milyondur. Araştırmalar Türkiye’de her 5 kadından sadece birinin iş hayatına katılabildiğini göstermektedir. Kadınların sosyal ve ekonomik yaşama aktif katılımları için devlet politikalarının; kadınların istihdama katılımı, sosyal desteklere erişimi, kreşlerin yaygınlaştırılması ve iş saatleriyle uyumlu hale getirilmesi yönünde düzenlenmesi etkili çözümler olacaktır.
Veriler, Türkiye’de kadınların eğitime erkeklerden daha az erişebildiğini göstermektedir. Eşit eğitim koşulları sağlanarak kadınların hem iş hayatında hem de kamusal alanda konumlarının güçlendirilmesi gerekmektedir. Bunun için devlet politikalarının; eğitimde, kadın-erkek eşitliğine dayalı olarak düzenlenmesi, kız çocuklarının erken evlendirilmesine karşı etkin mücadelenin gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır.
Bu düşüncelerle, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Dayanışma Günü’nde, kadınlarla dayanışmamı ilan ederek, tüm kadınların toplumumuzda hak ettiği yere ulaşmalarındaki engellerin kalktığı bir Türkiye temenni ediyorum.”
“Irkçı Caniliğin Dönüm Noktası: Mölln Kundaklaması”
“23 Kasım 1992 tarihinde Almanya’nın Mölln kentinde Neonaziler tarafından kundaklanan ve kısa sürede alevler içerisinde kalan evde Bahide Arslan (51), Yeliz Arslan (10) ve Ayşe Yılmaz (14) hayatlarını kaybetti. Aileden dokuz kişi ise yaralı olarak kurtarıldı.
Geçen 27 sene içerisinde kundaklamanın faili Neonaziler cezalarını çekip serbest kalmış olsalar da Mölln faciasının açtığı yaralar bugün hala ilk günkü gibi taze. Mölln, Almanya’daki ırkçı caniliğin boyutlarını gözler önüne seren en acı olaylardan biri olmakla birlikte, geçen süre içerisinde ne yazık ki bu faciadan gerekli derslerin alınmadığını görmekteyiz. Mölln’ün ardından Solingen olayı, NSU cinayetleri ve diğer aşırı sağcı şiddet eylemleri, Almanya’da aşırı sağla mücadele konusunda köklü bir paradigma değişikliğini zorunlu kılmaktadır.
Bugün Almanya’da olağanüstü sıklıkta gerçekleşen cami saldırıları ve başörtülü kadınlara yönelik saldırıların gölgesinde ırkçı şiddetle etkili bir şekilde mücadele edilmelidir. Irkçı şiddeti ayakta tutan söylemin, ana akım siyasete kadar sirayet etmesi engellenmelidir. Bu kapsamda Almanya’da, aşırı sağla mücadele konusunda çok geniş ve aktif bir sivil toplum, umut vericidir. Irkçı şiddetin kurbanlarını anmak, aynı zamanda bu tarz bir caniliğin tekrar yaşanmaması adına gerekli toplumsal atmosferin de peşinden koşmayı zorunlu kılar.
Mölln faciasının 27. yıl dönümünde kaybettiğimiz 3 yurttaşımızı rahmetle anıyor, yakınlarına bir kez daha sabır ve başsağlığı diliyorum.”
Yeneroğlu: “Hükümlü ve tutukluların, insan onuruna yaraşır şekilde yaşamaları sağlanmalıdır!”
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu Hükümlü ve Tutuklu Haklarını İnceleme Alt Komisyonu’nun Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu ile Silivri Ceza İnfaz Kurumları İnceleme Raporlarına ilişkin olarak, “Bir ülkenin hükümlülerin ve tutukluların özgürlüklerine gösterdiği ehemmiyet, o toplumun ne ölçüde insan haklarını temel aldığının önemli bir göstergesidir.” sözleriyle dikkat çekti. Yeneroğlu açıklamasında şunları kaydetti:
“Komisyonunun pilot olarak seçmiş olduğu Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu ile Silivri Ceza İnfaz Kurumlarında yapmış olduğu incelemeler sonucu hazırladıkları rapora göre, sağlık ve tedavi hakkına ilişkin ihlallerin önemli bir sorun olduğunu görmekteyiz. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse; hükümlü ve tutukluların kurum içinde bulunan revire, kampüs içinde bulunan devlet hastanesine ve dış hastanelere gidiş gelişlerinde yoğunluk ve personel eksikliğine bağlı olarak ciddi sıkıntıların olduğu, sevklerde çift kelepçe uygulamasına tepki olarak mahkumların sevki reddetmesi nedeniyle ciddi sağlık sorunlarının yaşandığı, diş muayenesi ve tedavilerde ciddi sorunlar yaşandığı, personel yetersizliği nedeniyle hükümlü ve tutukluların psiko-sosyal yardım konusunda yeterince desteklenmediği kaydedilmiştir. Söz konusu bu ihlallerin, cezaevi idaresinin Adalet Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı ile koordineli çalışması halinde personel eksikliklerinin ve sağlıkla ilgili bu problemlerin çözülebileceği kanaatini taşımaktayım.
Raporda belirtilen en önemli sıkıntı, kötü muamele yasağına ilişkin ihlallerdir. Bu ihlallere baktığımızda, hükümlü ve tutuklulara karşı kamu personelinin keyfi tutum ve davranışlarda bulunması ve ayrıca hastane sevklerinde çift kelepçe (zincir) uygulamasının yapıldığı, hatta bu uygulamanın kampüs içerisinde yer alan hastaneye götürülürken dahi uygulandığı raporda tespit edilmiştir. Bu somut tespitlerden yola çıkarak, insan hayatı için en önemli hususun insan onuru ve şerefi olduğu, her insanın bu manevi değerlerine çok değer verdiği hepimizin malumudur. Bu kapsamda keyfi tutum ve davranışlarda bulunan kamu personelinin hakkında insan onuruna aykırı davranışlarda bulunmaktan idari ve cezai işlemlerin titizlikle yürütülmesi ve tüm personelin insan hakları konusunda belirli programlara tabi tutulmasını önermekteyim. Diğer taraftan çift kelepçe uygulamasının da kabul edilemez olduğunu belirtmek isterim.
Raporda ayrıca fiziki imkân ve koşullara ilişkin olarak cezaevinin kapasitesinin üzerinde hükümlü ve tutukluların olduğu, bu kişilere verilen yemeklerin yeterli ve besleyici olmadığı, temel ihtiyaca yönelik bazı besin maddelerinin cezaevi kantininden temin edilemediği, sigara içilmeyen koğuşların yetersizliği, radyonun yasak olması, spor faaliyetlerinin, rehabilitasyona yönelik iş yurtları ve atölyelerin yetersiz olduğu, dışarıdan gelen kitaplara müsaade edilmediği, özellikle dini yayınların bulundurulmadığı, bunun yanında tutuklu ve hükümlülerin kışın sıcak su temininde problemler olduğu görülmüştür. Fiziki koşulların iyileştirilmesi açısından cezaevi idaresinin, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü ve Adalet Bakanlığı ile koordineli olarak çalışmasını tavsiye etmekteyim. Bu kapsamda örnek olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Kültür Bakanlığı ile yapılan protokoller uyarınca, tutuklu ve hükümlülerin kitaplara erişimleri de karşılanmalıdır.
Bunlarla birlikte, özellikle ziyaretlere ilişkin sorunlar ile tutuklu ve hükümlülerin ihtiyaçlarına binaen diğer cezaevlerine sevk ve nakillerde aksaklıklar olduğu açık bir şekilde raporda tespit edilmiştir. Ziyarete ilişkin sorunların ilgili cezaevi idareleri tarafından giderilmesi, sevk ve nakillerle ilgili olarak da Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü ile ayrıntılı çalışmalar yapılarak sorunların çözülmesi gerektiği kanısındayım.”
“Türkiye ile Almanya, iki dost ülke olmaya devam edecektir.”
Türkiye-Almanya arasında gerçekleştirilen işgücü anlaşmasının 58. yılı sebebiyle açıklama yapan AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, “Bundan 58 yıl önce “misafir işçi” olarak Almanya’ya gidenler, bütün dünyaya “iki vatanlı olmak”, iki ülkeye aynı oranda bağlı olmak, iki ülkenin de asli unsuru olabilmek gerçeğini göstermiştir.” dedi. Yeneroğlu açıklamasında şunları ifade etti:
“Yüzyıllar boyu şaşırtıcı insan hareketliliklerinin sergilendiği kocaman bir sahne olan dünyamızda, bizim için en önemli göç hikayelerinden biri Almanya’daki yurttaşlarımızdır. Almanya’daki yurttaşlarımız, insanlık tarihine kıyasla çok kısa sayılabilecek, 58 yıl gibi bir sürede Almanya’nın asli unsurları haline gelmiş bulunmaktadırlar. Yarım asırdan daha uzun bir süre önce, Almanya’nın işçi ihtiyacını karşılamak üzere yapılan Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması neticesinde bugün Almanya’da sayısı 3,5 milyona ulaşan bir Türk topluluğu oluşmuştur. Bugün Almanya’da yaşayan milyonlarca yurttaşımızdan her biri, işgücüyle, zanaatıyla, sanatıyla, kültürel zenginliğiyle Alman toplumuna eşsiz katkılarda bulunmuştur ve hâlâ da bu katkıyı sürdürmektedirler. Türkiye kökenlilerin öncülüğünü yaptığı yüzlerce STK aracılığıyla toplumsal uyum ve kültürel iş birliğine katkıda bulunulmaktadır.
Almanya’daki Türk topluluğu, Türkiye ile Almanya’yı geri dönüşü olmayan biçimde dostça birbirine bağlamıştır. 31 Ekim tarihinde imzalanan anlaşmayla Almanya, Türkiye’nin sınır komşularına, “gönül komşusu” olarak eklenmiştir. İki ülke arasındaki bu “gönül komşuluğu” öyle sıkı bağlarla örülmüştür ki; son yıllarda iki ülke arasında yaşanan talihsiz krizler, bu gerçeği değiştirmemektedir.
Bundan 58 yıl önce “misafir işçi” olarak Almanya’ya gidenler, bütün dünyaya “iki vatanlı olmak”, iki ülkeye aynı oranda bağlı olmak gerçeğini göstermiştir. Yalnızca senede bir kez izine Türkiye’ye gelmeleriyle değil; kültürel, siyasi ve toplumsal mevcudiyetleriyle de; yani yalnızca bedenen değil, ruhen ve aklen de Almanya’daki yurttaşlarımız sınırların aşılabilirliğine, ülkelerin çözülmez bir şekilde birbirine bağlanışına ender bir örnek teşkil etmektedirler. Bugün Almanya’daki yurttaşlarımız, göç, vatan, aidiyet gibi kavramları tepetaklak eden, bu şekilde de sosyal bilimler ve edebiyat literatürüne giren mümtaz bir topluluktur. Sadece Almanya’daki değil, aynı zamanda dünyanın her yerinde yaşayan yurttaşlarımızın hikayesi, bizim ortak hikayemizdir. Onların meseleleri bizim gündemimiz olmalıdır. Batı toplumlarında kronik bir hastalığa dönüşmek üzere olan ırkçı temayüller, oralarda yaşayan vatandaşlarımızın olduğu kadar; bizim de öncelikli sorunlarımız arasında yer almalıdır. Yurt dışındaki azınlıklara yönelik asimilasyon politikaları, dünyanın ortak vicdanıyla birlikte mücadele etmemiz gereken bir gündem maddesi hâline gelmelidir.
Bütün bu sebeplerden dolayı, Almanya’daki yurttaşlarımızın hikayelerine yeniden kulak vermeye, onların sorunlarını çözecek kalıcı mekanizmaları harekete geçirmeye, onları yalnızca siyasi bağlamlarda nadiren hatırlamak yerine, daima gündemimizde tutmaya her şeyden çok ihtiyacımız var.
Bu bilinçle, Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması neticesinde başlayan bu süreçte, başta ırkçı saldırılar sonucu hayatını kaybetmiş yurttaşlarımızı ve bugünün tarihini alınterleriyle yazmış büyüklerimizi yeniden anıyor; başta meclisimiz olmak üzere ülke kamuoyumuzu, yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın hikayelerine kulak vermeye davet ediyorum.”