Çağlar

AİHM Başkanı Robert Spano’nun Türkiye Ziyareti “Hukukun üstünlüğünün olmadığı bir devlette, baskı ve tahakküm vardır.”

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Başkanı Sayın Robert Spano, Adalet Akademisi’nde “hukuk devleti” ve “yargı bağımsızlığı” temalı bir konuşma yapmıştır. Sayın Başkan’ın Türkiye’de yaşanan gerçekleri açıkça vurguladığı “Yargı Bağımsızlığı: Hukuk Devletinin Köşe Taşı” başlıklı konuşması, yargıçlara ve hükümete verilen ciddi bir ders niteliğindedir.

Ne yazık ki Türkiye son dönemde; işkence ve zorla kaybettirmelerin, medyaya ve bireylere yapılan ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyecek müdahalelerin, terör örgütü üyeliği gerekçesiyle yapılan hukuka aykırı soruşturma ve kovuşturmaların, gazetecilerin, siyasetçilerin ve insan hakları savunucularının keyfi tutuklulukların, kanun hükmünde kararnameler ile yapılan ihraçların, kayyum atamalarının yaşandığı bir ülkedir. Muhakkak ki bu hak ve özgürlüklerin ihlalinin sistematikleşmesinde; Türk yargıçlarının anayasayı hak temelli yorumlamaması etkili olmuş; yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ve evrensel hukuk değerleri ciddi biçimde zedelenmiştir.

2019 yılı AİHM verilerine göre; Türkiye en çok başvuru yapılan ülkeler arasında ikinci sırada yer almaktadır. Mahkemenin Türkiye hakkında geçen yıl vermiş olduğu 113 kararın 97’sinde, en az bir sözleşme maddesinin ihlal edildiğine hükmedilmiştir. Verilen ihlal kararlarının önemli bir kısmı ifade özgürlüğüne ilişkinken; özgürlük ve güvenlik, mülkiyet hakkı, adil yargılanma, özel ve aile yaşamına saygı hakları ile insanlık dışı muamele konularında da ihlal kararları bulunmaktadır. Öte yandan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 2019 Raporuna göre Türkiye, AİHM’in 184 kararını uygulamaya koymayarak, AİHM kararlarını uygulamayan ülkeler arasında ikinci sırada yer almaktadır.

Ülkemizin insan hakları ve yargı bağımsızlığındaki karanlık tablosuna rağmen, AİHM Başkanı’nın ülkemizi ziyaret etmesi oldukça önemlidir.  Ancak iktidar eliyle bağlayıcı niteliğe haiz olan mahkeme kararlarının dahi uygulanmadığı ülkemizin, AİHM önünde karara bağlanması gereken pek çok davası olduğu açıktır. AİHM Başkanı tarafından devlet yetkileri ile yapılan görüşmelerin yanında insan hakları örgütlerinin temsilcileriyle de birer görüşmenin programa dahil edilmemesi de hükümetin Başkan’ı gerçeklerden uzak tutma çabasıdır.

Adalet Akademisinde yapmış olduğu konuşmasında misafir olduğu ülkemizin sorunlarından bahseden Sayın Spano’nun işaret ettiği üzere; “hukukun üstünlüğünün kabulü, demokrasi ve insan haklarına saygı” bir hukuk devletinin olmazsa olmazlarındandır. Hukukun üstünlüğünün kabulü de bağımsız mahkemelerden geçmekle birlikte, adil yargılanma hakkının herkes için eşit olarak tanınması ile mümkündür.

DEVA Partisi olarak yargıçların tam bağımsız olması gerektiğine inandığımız hukuk devleti anlayışında; devletin ve yöneticilerinin evrensel hukuk ilkeleri ve uluslararası mahkeme kararları ile sıkı sıkıya bağlı olması gerektiğini vurgulamak isteriz.

Bu minvalde, Sayın Spano’nun “İktidardakiler tarafından hukukun üstünlüğünün terk edildiği bir toplumun açık tezahürü kendi halklarına karşı baskıdır” ifadesinin altını çizerek, hukuk devleti ve yargının bağımsızlığına dönülmediği müddetçe ülkemizin toplumsal refaha erişemeyeceğinin açık olduğunu belirtmek isteriz.

İPEK ER DAVASININ TAKİPÇİSİ OLACAĞIZ!

İpek Er’e karşı cinsel saldırı suçunu işlediği gerekçesiyle, kamuoyu tepkisi üzerine tutuklanan Uzman Çavuş Musa Orhan’ın tutuklama kararına yapılan itirazın ardından tahliye edilmesi, kamu vicdanını derinden yaralamıştır.

Hukukumuzda tutuklama kararı, ancak kanunda belirtilen şartlar gerçekleştiği takdirde uygulanabilecek istisnai mahiyette bir tedbirdir. Ne var ki bu tedbirin ülkemizde son dönemlerde kural olarak uygulandığı da üzücü bir gerçektir. Öte yandan toplumumuzda son dönemde adalete olan güven giderek zayıflamaktadır. Toplumda özellikle kamu görevlilerinin sanık olarak yargılandığı olaylarda etkin bir soruşturma ve kovuşturma yapılmayacağı, şüpheli ve sanıklara uygulanan koruma tedbirlerinde adil davranılmayacağı ve faillerin korunacağı yönünde bir algı oluşmuştur.

Söz konusu olayda, mağdurun soruşturma dosyasındaki beyanı ve intihar mektubu, Adli Tıp Kurumu’nun raporu ve atılı suçun mahiyeti dikkate alındığında, Musa Orhan için mevzuatta öngörülen tutuklama şartlarının oluştuğu anlaşılmaktadır.

Öncelikli olarak, Musa Orhan hakkında tutuklanması amacıyla çıkartılan yakalama emrinin gerekçesinde tutuklamanın mevzuata uygun olduğu kabul edilmiştir. Ancak yalnızca bir hafta sonra, tutuklama kararına yapılan itirazı inceleyen bir üst mahkeme heyeti Musa Orhan’ın tahliye edilmesine karar vermiştir. Aradan geçen bir haftalık zaman diliminde, mevcut delil durumunun ve sanığın atılı suçu işlediğine dair oluşan kuvvetli suç şüphesinin, sanık lehine nasıl ve ne şekilde değiştiği anlaşılamamaktadır.

Diğer taraftan atılı suçun hâlâ “katalog suç” vasfını korumasına karşılık, sanığın suçu işlediğine yönelik kuvvetli şüphenin ne zaman ve hangi gerekçe ile giderildiği kararda açıklanmamıştır. Kaldı ki Musa Orhan hakkında ısrarla bir tedbir uygulanmamasının gerekçesi de merak edilmektedir. Zira, soruşturmanın başından itibaren birkaç kez Musa Orhan’ın tutuklanması yönünde talepte bulunulduğu ancak bu taleplerin ısrarlı bir şekilde reddedildiği kamuoyunca bilinmektedir.

İkinci olarak, İpek Er intihar mektubunda, Musa Orhan’ın kendisini evlilik vaadi ile kandırdığını, alkol içirerek iradesini zayıflattığını, bu şekilde kendisiyle rızası olmadan iki kez beraber olduğunu ifade etmiştir. Siirt Adli Tıp Kurumu’ndan alınan raporda ise İpek Er’in vücudunda “ekimozlu yırtık alanı” tespit edilmiştir.

Son olarak, İpek Er’in beyanlarından, kendisine Musa Orhan tarafından alkol içirildikten sonra rızası olmaksızın zorla cinsel birliktelik yaşandığı anlaşılmaktadır. İpek Er’in Musa Orhan ile arkadaşlık ilişkisi kurmasında bir rıza mevcut olmasına rağmen alkol etkisiyle yaşanan cinsel birliktelik için hem de bu ilişkiden daha sonra evlenme vaadi ileri sürülerek yaşanan cinsel birliktelik için bir “rıza”dan bahsedilemez.

Bu minvalde, Adli Tıp Kurumu raporu ve mağdurun beyanı, yaşanan cinsel birlikteliğin zorla yaşandığı iddiasını güçlendirirken; mahkeme heyeti tarafından yapılan rızaya ilişkin değerlendirme, hukuka ve hakkaniyete aykırı sonuçların doğmasına neden olmuştur.

DEVA Partisi olarak, hukukun üstünlüğünü ve yargının bağımsızlığını herkes için her şartta savunmaktayız. Vicdanları rahatsız eden ve bir genç kızın ölümü ile sonuçlanan bu olayda, yargılamanın şeffaf, adil ve kanun önünde eşitlik ilkesi gereklerine uygun olarak yürütülmesi gerektiğine inanıyoruz.

Olayın ortaya çıktığı ilk andan itibaren Musa Orhan hakkında hukuka ve hakkaniyete uygun kararların verilmemesi endişeyle karşılanmakta olup, kamu vicdanının daha fazla zedelenmemesi adına sürecin takipçisi olacağız.

Türkiye-Hollanda İlişkilerinde Toplumu Ayrıştırıcı Adımlardan Kaçınılmalıdır!

Bugün Avrupa’da en çok vatandaşımızın bulunduğu üçüncü ülke olan Hollanda ile imzalanan işgücü anlaşmasının 56. yıl dönümüdür. Türkiye ile Hollanda arasında 19 Ağustos 1964 tarihinde imzalanan işgücü anlaşmasının temel dayanağı ekonomik saikler olsa da sonraki süreçte ikili ilişkiler sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda gelişme göstermiştir.

Hollanda İstatistik Bürosu (CBS) verilerine göre, sayıları 400 bini aşan Hollanda’daki Türk toplumunun Hollanda ile ülkemiz arasında güçlü ticari ilişkileri mevcuttur. Türkler, ülkede en fazla iş yeri açan yabancılar arasında ilk sıradaki yerini korurken iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler her geçen yıl daha da güçlenmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Türkiye, bu yılın ilk dört ayında Hollanda’ya 1,7 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirirken, bu ülkeden de 1,2 milyar dolarlık ürün ithal etmiştir.

İki ülke arasında ticari ilişkilerin olumlu seyrine rağmen ülkedeki Türk toplumuna yönelik azımsanamayacak bir ayrımcılık söz konusudur. Hollanda’nın geçtiğimiz günlerde yayımladığı Hollanda Ayrımcılık Raporu’nda Türklere yönelik uygulanan ayrımcılık %50 gibi dikkat çekici bir seviyededir. Ayrımcılığın en çok yaşandığı alanlar eğitim, işgücü piyasası ve resmî kurumlardır. Adeta kurumsallaşmış bu ayrımcılık, kaynaşmanın ve potansiyel yeteneklerin kullanılmasının önüne geçmektedir.

Ayrımcılığın farklı bir boyutu, yıl içerisinde geçici oturum izni alabilmek için Temmuz 2021 itibariyle yürürlüğe girmesi kararlaştırılan zorunlu uyum sınavının getirilmesi ile yaşanmıştır. Türkiye ile Avrupa Topluluğu (AT) arasında 1963 yılında imzalanan Ortaklık Anlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol uyarınca hukuki yollarla kazanılmış olan sınav muafiyeti, Türklerin Hollanda toplumuna yeterince uyum sağlayamadığı gerekçesi ile gündeme getirilmiştir. Aile birleşimi, işgücü piyasası vb. sebeplerle Hollanda’ya gitmek isteyip uyum sınavını geçemeyen vatandaşlarımız için gerekli olan oturum iznini alamaması durumunda psikolojik ve ekonomik yıpranmaya kadar giden bir süreç başlayacaktır.

Bununla birlikte Hollanda’daki etnik kökene yönelik ayrımcılığın ülke karar vericileri tarafından da kabullenildiğini görüyoruz. Nitekim Amerika’da George Floyd’un ölümü sonrasında basın açıklaması yapan Hollanda Başbakanı Mark Rutte, etnik kökene dayalı ayrımcılığın Hollanda’da sistematik bir problem olduğunu ifade etmiştir. Söz konusu ayrımcılığın önüne geçmek için gerekli adımlar atılmadığı sürece Hollanda toplumunda farklılıkların bütünlüğünden bahsetmek mümkün olmayacaktır.

400 yılı aşkın yakın ilişkilere ve 60 yıllık NATO müttefikliğine dayanan dostluğun her alanda güçlenmesini temenni eder, Hollanda ve Türkiye arasındaki stratejik işbirliği ile başarı hikayelerinin devam etmesini dilerim.

Bu düşüncelerle, Türkiye-Hollanda İşgücü Anlaşması’nın 56. yıl dönümünde, iki toplum arasında kurulan ilişkilerin zenginleşerek sürdürülmesine vesile olan ve olacak tüm vatandaşlarımıza şükranlarımı sunuyorum.

Yurtdışında Yaşayan Vatandaşlarımız Otomatik Bilgi Paylaşımı Hususunda Acilen Bilgilendirilmelidir!

Almanya Maliye Bakanlığı’nın açıklamasına göre[1] Türkiye’nin de dahil olduğu ülkelerle bu yılın sonunda 2019 yılının bilgileri ile otomatik bilgi paylaşımı uygulamasına başlanacaktır. Hazine ve Maliye Bakanlığı, bilgi paylaşımının başlama tarihiyle ilgili henüz bir açıklama yapmamıştır. Almanya’da yerleşik olup Türkiye’de banka hesabı bulunan vatandaşlarımız, son yıllardaki tüm ısrarlarımıza rağmen resmi makamlar tarafından bu sürece hazırlanmamıştır. Vatandaşlarımızın farkında olmadan Türkiye’deki banka hesap bilgilerinin Almanya ve diğer Avrupa ülkeleriyle paylaşımı insanımızın ülkemize olan güvenini ciddi manada sarsacak, diğer taraftan bilgi eksiklikleri sebebiyle yaşadıkları ülkelerin maliye ve yargı makamlarıyla – ceza davaları dahil – ciddi sorunlar yaşayabileceklerdir.

Devletler arasında finans ve vergi konularında karşılıklı bilgi paylaşımına dayanan, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından geliştirilen ‘Vergi Konularında Karşılıklı İdari Yardımlaşma Sözleşmesi’ ile vergi kaybı, vergi kaçakçılığı ve zararlı vergi rekabeti ile mücadeleyi amaçlayan anlaşmanın insanlarımızın mağduriyetine yol açmaması gerekmektedir. Bu bilgi paylaşımı ile   Türkiye’de mukim olmayan kişi ve kurumların “Hesap sahibinin adı soyadı, ikamet adresi, ikametgahının bulunduğu ülkedeki vergi kimlik numarası, hesabın yıl sonu bakiyesi ve yıl içinde faiz, temettü gibi elde ettiği gelirlerin tutarı” bilgileri paylaşılacaktır. Yurt dışında ikamet eden ve Türkiye’de para ve mal varlığı bulunan milyonlarca vatandaşımızı etkileme ihtimali olan bu anlaşmayla ilgili yeteri kadar bilgilendirici ve tedbir alıcı çalışmanın yapılmadığı görülmektedir.

Hükümet, bu konuyla ilgili ısrarlı taleplerimize rağmen vatandaşlarımızı sürece hazırlamamış, hangi ülkelerle hangi bilgilerin hangi tarih itibariyle paylaşılacağı konusunda soru işaretlerini gidermemiştir. Türkiye’nin hayati derecede dövize ihtiyacı olan bu günlerde vatandaşlarımızı endişelendiren bu süreçle ilgili ön hazırlık, bilgilendirme ve etki analizleri yapılmaması ve uzmanlarla görüşülmemesi kabul edilemez. Prensip olarak hangi ülkeyle vatandaşlarımızın bilgileri paylaşılacaksa, o ülkede yaşayan tüm vatandaşlarımız bilgi paylaşımı başlatılmasından 2 yıl önce ayrıntılı olarak bilgilendirilmelidir.

Türk diasporasını zor duruma düşürmemesi için gerekli tedbirlerin alınması, vatandaşlarımızın kuşatıcı bir biçimde bilgilendirilmesi ve endişelerinin giderilmesi mutlaka sağlanmalıdır.

[1]https://www.bundesfinanzministerium.de/Content/DE/Downloads/BMF_Schreiben/Internationales_Steuerrecht/Allgemeine_Informationen/2020-07-01-FKAustG-finale-Staatenaustauschliste.pdf?__blob=publicationFile&v=2

Sosyal Medya Kanun Değişikliği, Otoriter Hükümetin Sosyal Medyayı Kontrol İhtirasının Sonucudur.

AK Parti ve MHP’nin oyları ile TBMM Genel Kurulunda kabul edilen sosyal medyaya yönelik değişiklikler öngören kanun, sosyal medyada ifade özgürlüğüne yönelik büyük bir tehdittir. Hızla meclisten geçirilen değişiklikler, giderek hayatın her alanını kuşatan yasakçı anlayışın ve iktidarın topluma dayattığı kısıtlamaların son örneğidir.

Bilindiği üzere, televizyon ve gazeteler iktidarın ya doğrudan kontrolünde ya da yoğun baskısı altındadır. Düzenleme ile iktidar bir adım daha ileri giderek; sosyal medyayı ve dijital yayıncılığı da kendi tekeline almak istemektedir. Bağımsız medyanın temelsiz yargılamalarla ve otosansürle tamamen susturulmaya çalışıldığı bir ortamda böylesi bir değişiklik ifade özgürlüğünü ciddi şekilde zedeleyecektir.

Kanun değişikliğinin iki ana amacı vardır: Sosyal medya platformlarına yeni zorunluluklar getirmek ve internette sansürün daha etkili yapılmasının önünü açmak.

Kanun ile günde bir milyondan fazla erişim sağlanan sosyal medya platformlarına Türkiye’de yasal temsilci bulundurma zorunluluğu getirilmiştir. Bu zorunluluğa uymayan platformlara idari para cezası, akabinde reklam yasağı getirilmesi öngörülmektedir. Bu şartları yerine getirip halen temsilci atanmazsa bant erişimi yüzde 90’a kadar daraltılacak ki bu da fiiliyatta o platformlara girilememesine neden olacaktır. Ayrıca platformların bu otoriter baskı nedeniyle ülkeden çekilme ihtimali de ülkemiz için utanç vericidir.

Öte yandan Kanun ile sosyal medya platformlarının kullanıcı verilerini Türkiye’de depolaması zorunluluğu getirilmektedir. Böylece iktidarı eleştiren, yaygın yolsuzlukları, hukuksuzlukları ve kötü yönetimi ifade eden tüm sosyal medya kullanıcılarının kimlikleri doğrudan öğrenilebilecektir. Bu durum internette içerik üreten ya da paylaşan vatandaşlarımızın, kolayca tespit edilerek, gözaltına alınmalarına ve yargılanmalarına yol açacaktır.

Diğer taraftan zaten halihazırdaki kanunda ayrıntılı olarak düzenlenmiş sınırlamalar daha da artırılmaktadır. Değişiklik gereğince, platformların vatandaşların kişilik hakları ihlali ve özel hayatın gizliliği ile ilgili taleplerini 48 saat içinde karara bağlamak zorunda olmaları devlet organları dışında sosyal medya platformlarının da doğrudan ifade özgürlüğü kısıtlaması anlamına gelmektedir. Platformların doğrudan sansüre yetkili tutulması hukuken kabul edilemez.

Genel Kurulda kabul edilen kanun ile sosyal medya platformları, öngörülen çok ağır cezalar karşısında riske girmemek için aslında suç olmayan birçok içeriği silme veya kaldırma yolunu tercih edecektir. Böylesi bir yaptırım, sosyal medyanın kullanılamaz hale gelmesi anlamına gelir. İktidarın hedefinin kişilik hakları veya özel hayatın gizliliği olmadığı açıktır. İktidar sosyal medyayı da iktidar gazete ve televizyonlarına benzetmeye çalışmaktadır.

Kanunun mevcut hali, Avrupa Birliği standartları ile zaten uyumlu değildir. Üstüne bir de kuvvetler ayrılığının bulunmadığı ve yargının özellikle de sulh ceza hakimliklerinin siyasetin bir sansür mekanizması olduğu ülkemizde, değişikliğin Türkiye’yi uluslararası standartlardan daha da uzaklaştıracağı açıktır. Ayrıca milletimizin yeni dünyanın fırsatlarını ıskalamasına da yol açacaktır.

Dünyada artan sosyal medya kullanımı ile internet suçları (nefret söylemleri, hakaret, tehdit vb.) da artış göstermiştir. Bu suçlarla mücadele kapsamında birçok ülke yasal düzenlemeler hazırlamış yahut kamuoyu nezdinde tartışmaya açmıştır. Ancak bu alandaki düzenlemelerin basın, ifade ve düşünce özgürlüğünü kısıtlamasına izin vermeksizin suistimallere yol açmadan güvenlik ve özgürlük dengesinin sağlanması gerekir. Unutulmamalıdır ki, otoriter yönetimler her alanda olduğu gibi sosyal medyayı da kontrol ve düzenleme eğilimindedir.

Kanuni değişiklikler yapmanın doğru yolu, Meclis’ten hızla yasakçı kanunlar geçirmek değildir. Türkiye’deki tüm paydaşlar tarafından müzakere edilmeli, en başarılı ülke mevzuatları derinlemesine incelenmeli ve ülkemiz uluslararası platformlarda kürsü sahibi olarak çözümün oluşmasına katkı sağlamalıdır.

İktidarın toplumu, medyayı ve son olarak da sosyal medyayı tek tipleştirmesi demokratik toplumun gereklerine uygun, çoğulcu ve özgürlükçü Türkiye idealinden hepimizi uzaklaştırmaktadır. Bu minvalde Genel Kurul’da kabul edilen kanunun, TBMM’de tekrar tartışılmak üzere Cumhurbaşkanı tarafından meclise geri gönderilmesi gerektiğinin altını çizmek isterim.

Türkiye’deki Gazeteciler, “Gazeteciler ve Basın Bayramını” ya Cezaevinde ya da Otosansür ile Kutlamaktadır!

Bugün basınımızın özgürleşmesi bakımından simgesel öneme sahip bir tarih olan sansür kararnamesinin yürürlükten kaldırılmasının 112. yıl dönümü…

Ne yazık ki aradan geçen 112 yıla rağmen gazetelerin sansür memurları tarafından kontrol edilerek yayınlanmasında da olduğu gibi bugün de iktidar medyayı aynı yöntemlerle dizayn etmeye çalışmaktadır.

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi 2020 Raporunda Türkiye, 180 ülke arasında 154. sıradadır. Rapora göre Türkiye, dünya genelinde en fazla gazetecinin tutuklu bulunduğu ülkedir. Türkiye Gazeteciler Sendikası 2019-2020 Basın Özgürlüğü Raporu’na göre, gazetecilerin yüzde 78’i kendisine otosansür uygulamaktadır.

Ülkemizde geleneksel medya araçları tekelleştirilmiş, sesler susturulmuş tek bir amaca hizmet eder hale getirilmiştir. Özerk ve tarafsız bir denetleme kurumundan ibaret olması gereken RTÜK, adeta bir sansür kurumuna dönüştürülmüştür. İktidarı eleştiren hiçbir görüşe tahammülü olmayan bu yasakçı anlayış, demokratik bir toplum adına endişe vericidir.

Öte yandan Freedom House’un hazırladığı “İnternet Özgürlüğü 2019” Raporuna göre Türkiye, “internete erişimin önündeki engeller, internette paylaşılan içeriğin kısıtlanması ve internet kullanıcılarının haklarının ihlali” şeklinde üç alanda yapılan değerlendirmeye göre, özgür olmayan ülkeler kategorisinde yer almaktadır.

Daha da üzücü olan nokta ise İfade Özgürlüğü Derneği’nin verilerine göre Türkiye’de 2019 sonu itibarı ile 408.494 web sitesi, 130.000 URL adresi, 7.000 Twitter hesabı, 40.000 tweet, 10.000 YouTube videosu ve 6.200 Facebook içeriği erişime engellenmiştir.

Tüm bunların yanı sıra medyaya uygulanan sansürün genişletilmesi anlamına gelen yeni sosyal medya düzenlemesi de TBMM’ye sunulmuştur. Bu düzenlemeyle iktidar, zaten yaygın olarak uygulamakta olduğu sosyal medyaya erişim engeline “bant genişliği daraltma” adı altında yeni bir sansür getirmektedir.

İnternete ve sosyal medyaya erişim, artık dünyanın her yerinde bir hak olarak görülmekte, bu hak, hem uluslararası hukuk hem de anayasamız ile güvence altına alınmaktadır. Bireyler, haberleşme için olduğu kadar düşüncelerini açıklamak, savunmak ve yaymak için de bu haktan faydalanmaktadır.

DEVA Partisi basının, güçlü demokrasinin sacayaklarından birisi olduğu gerçeğinin ve sahip olduğu hayati değerinin bilincindedir.

Hiç şüphesiz ki medyayı yasaklarla boğarak fikirlerin önüne geçmek imkânsız olduğu gibi Türkiye’yi dünyadan soyutlama çabaları da sonuçsuz kalacaktır. Basının susturulduğu ve sansürlendiği ülkemizde bu yasakçı zihniyetle sonuna kadar mücadele edeceğimizi yineler, tüm bu zorluklar içerisinde mesleğini icra etmeye çalışan basın mensuplarının Gazeteciler ve Basın Bayramını en içten özgürlük dileklerimle kutlarım.

Türkiye-Belçika İşgücü Anlaşması’nın 56. Yıl Dönümüne İlişkin Açıklama

Bundan tam 56 yıl evvel bugün, Türkiye ile Belçika arasında imzalanan işgücü anlaşması yüz binlerce vatandaşımızın hayatını etkilemiştir. Bugün sayıları 260 bini aşan Belçika’daki Türk toplumunun toplumsal hayata katkısı, niceliğinden çok daha fazladır. Büyük bir çoğunluğunun aynı zamanda Belçika vatandaşı olduğu Türk toplumu eğitimden ticarete, kültür sanattan politikaya geniş bir yelpazede hayatın her alanında aktif olarak varlığını sürdürmektedir. Tüm bunların yanı sıra oluşturdukları iş sahaları ile ülkenin ekonomisine artı değer katan vatandaşlarımız, Belçika’da yeni istihdam fırsatları ile ülkenin kalkınmasına da destek olmaktadırlar.

Belçika’daki Türk toplumunun ülkenin geleceğine ve birlikte yaşama kültürüne sunduğu katkılar bunlarla sınırlı değildir. Türk toplumu yerel ve federal düzeyde faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları ile Belçika’nın sosyal ve siyasal hayatına da katılımda bulunmaktadırlar. Bu noktada gerek eğitim, iş hayatı gibi konularda gerekse sivil toplum gibi toplumsal alanlarda Türk toplumunun sağladığı artı değer yalnızca kendileri için değil, diğer göçmen toplumlar için de büyük bir kazanım sağlamaktadır.

Son yıllarda, aşırı sağ hareketlerin yükselmesi ve bu durumun merkez siyasetin söylemlerine de yansıması göçmen toplumlar için git gide daha endişe verici bir tablo meydana getirmektedir. Bugün yarım asrı Belçika’da yaşamış bir topluluğun üyeleri olarak Türklerin çift dillilik, çifte vatandaşlık veya çift kültürlülük gibi Türkiye ile Belçika’ya olan ortak aidiyeti gösteren vasıfları daha büyük önem arz etmektedir. Özellikle eşit vatandaşlık durumunun güçlenmesi için eğitim ve iş hayatında değer üretilerek aktif olunması, sosyal hayatta ise dernekler, cemiyetler ve diğer sivil toplum kuruluşları ile Belçika’da karşılaşılabilecek olası krizlerin, ötekileştirme, dışlama ve ırkçılığın önlenmesinde büyük bir rol oynayacak bunun yanı sıra birlikte yaşama kültürüne önemli bir katkı sunacaktır.

Öte yandan anavatanla olan bağın korunması ve güçlendirilmesi de Belçika’daki Türk toplumu için vazgeçilmez ana misyonlar arasında yer almalıdır. Maalesef Türkiye’de demokrasiyi zayıflatan iç gelişmeler ve bunlarla ilintili dış politikada kullanılan popülist söylemler Belçikalı Türk toplumunu da sıkıntıya sokmaktadır. Diaspora politikalarında rasyonel bir politika üretilememiş olması da olumsuz etkenlerin başındadır.

Belçika’daki Türk toplumunun kalıcılığı için dil ve kültürel açıdan anavatanla olan bağlılığın sürdürülmesi kadar göçmen olmanın bir getirisi olarak elde edilen kültürel zenginliklerin ve her iki birikimin canlı tutulması da büyük önem taşımaktadır. Bu durum, Belçika’daki çok kültürlülüğe ve birlikte yaşama kültürüne de katkı sunacaktır.

Bu vesileyle, Türkiye-Belçika İşgücü Anlaşması’nın 56. yıl dönümünde birinci nesli saygı ile anıyor; Belçikalı Türk toplumunun yarım asrı aşan bu yolculuğunda iki ülke arasında güçlü bir köprü kuran tüm vatandaşlarımıza şükranlarımı sunuyorum.

Avukatlık Kanunu’nda Yapılan Değişiklik, Türkiye Hukuk Sistemine Vurulan Ağır Bir Darbedir!

AK Parti ve MHP’nin toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmek ve yargıyı iktidara daha bağımlı hale getirmek amacıyla hazırladıkları kanun değişikliği, ne yazık ki TBMM Genel Kurulunda kabul edilmiştir.

Avukatlık Kanunu değişikliğinin içeriği demokrasiye, anayasaya ve Anayasa Mahkemesi’nin geçmişteki kararlarına aykırıdır. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, iktidar partisi kendi kontrolüne alamadığı kurumların yapısını yasa değişiklikleri marifetiyle alt üst edip kontrol altına alma çabası içerisine girmez. Bu ancak kuvvetler ayrılığı fikrine tahammülü olmayan, otoriter bir anlayışın sonucudur ki, maalesef yapılan bu değişiklikle birlikte yargının vazgeçilmez unsuru olan avukatlık mesleği çok ağır bir yara almış ve zaten pek çok sorunla boğuşan yargı sistemimiz bir kez daha zayıflatılmıştır.

Baroları parçalayarak, iktidarın güdümünde bir savunma yaratmaya çalışmak zaten zayıflamış olan yargıya güveni tamamen ortadan kaldıracaktır. Ayrıca TBB’nin seçim sisteminin değiştirilmesi de temsilde adalet ve demokrasi ilkelerine açıkça aykırıdır.

İktidar, kendisine karşı olan her denge ve denetleme mekanizmasını ya terör örgütü destekçiliği söylemi ile ötekileştirmekte ya da devlet mekanizmalarını kullanarak yapısı ile oynamaktadır. Ayrıca yasa değişikliğinin gündeme geldiği andan bugüne kadar avukatların ve baroların görüşünün dikkate alınmaması, aksine avukatlar ve baroların, kendi inisiyatifleriyle seslerini duyurmak için yürüyüş yapmaya çalıştıklarında engellenmesi, komisyon görüşmelerine alınmamaları ve hükümetin talimatı altında hareket eden polisler tarafından şiddete maruz bırakılmaları demokratik bir toplumda kabul edilmesi mümkün olmayan uygulamalardır.

Kanunun yapılış sürecinde dayatılan bir taslağın Meclis’ten hızlı bir şekilde geçirilmesi ve kanunun doğrudan ilgilisi olan avukatların ve baroların muhatap alınmak bir yana zorbalığa maruz kalması, Türkiye’de demokrasi seviyesinin düşmüş olduğu noktayı tekrar gözler önüne sermiştir.

DEVA Partisi olarak, iktidara geldiğimizde Avukatlık Kanunu’nu yeniden düzenleyerek baroların ve avukatların asıl ihtiyaçlarını gidermek üzere demokratik ve adil temsil ilkeleri gereği gerekli düzenlemeleri yapacağız. Atacağımız tüm adımlarda demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü esas alacağız. Demokratik kanun yapım süreci gereği konunun muhatabı tüm avukatların ihtiyaçlarını dikkate alacak, avukatlık mesleğinin niteliğinin ve saygınlığının artması için her zaman destekçileri olacağız. Yargının bağımsız ve tarafsız olmasını, savunma hakkı ve adil yargılanma hakkının tekrar ülkemizde egemen olmasını sağlayacağız. Tüm mücadelemiz; daha adil, daha özgür ve daha çoğulcu bir Türkiye için.

Hukukun Üstün Tutulmadığı Ülkemizde, Dünya Hukuk Günü Kutlu Olsun!

Bugün, Cenevre Hukuk Yoluyla Dünya Barışı Konferansı’nın yıl dönümü olması nedeniyle sadece ülkemizde kutlanan Dünya Hukuk Günü’dür. Böyle bir tarihi kutlayan tek ülke olan ülkemizin, ne yazık ki en büyük sorununun hukuksuzluk olması çok üzücüdür. Ülkemiz, gelinen noktada ulusal ve uluslararası normların demokratik hukuk devletine yüklediği yükümlülüklere uymak ve bir hukuk devleti olmak yerine, adete hukuku ezmekle övünen otoriter bir anlayışla yönetilmektedir.

Freedom House’un hazırladığı “Dünyada Özgürlükler 2020” raporuna göre özgür olmayan ülke kategorisinde yer alan ülkemiz, son 10 yılda dünya genelinde özgürlüklerin en çok gerilediği ikinci ülkedir. Türkiye, World Justice Project’in 2020 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 128 ülke içinde 107., “hükümet yetkilerinin kısıtlanması” alanında 124. ve “temel haklar” alanında 123. sıradadır. Sosyal Demokrasi Vakfı’nın 2019 yılındaki “Yargı Bağımsızlığı ve Yargıya Güven” anketine göre ülkemizde yargıya güvenenlerin oranı sadece yüzde 38’dir. ORC’nin yapmış olduğu ankette ise yargıya güvenmeyenlerin oranı %68’dir. Ankete katılanların sadece %11,7’si yargıya güvendiğini söylerken, %20,3’ü ise “kısmen” cevabını vermektedir.

Türkiye AİHM’in 2019 yılında vermiş olduğu kararlarda tüm ülkeler arasında ifade özgürlüğünü en çok ihlal eden ülke konumundadır. Oysa ifade özgürlüğü, demokratik bir toplumun asli unsurudur. Demokratik bir toplumda, yeni ve farklı düşüncelerin dile getirilmesinin, düşüncelerin özgürce yayılmasının ve hakikatin ortaya çıkmasının en etkili aracı ifade özgürlüğüdür. Öte yandan siyaset alanını sorgulayacak, halkı bilgilendirecek ve bu yolla ülkeyi yönetenleri gözetim ve dengede tutacak olan özgür basın, ne yazık ki keyfi cezalar ile engellenmek istenmektedir. Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün 2019 Raporuna göre basın özgürlüğü konusunda 180 ülke arasında 154. sırada olup; en çok tutuklu gazetecinin bulunduğu ülkelerden biridir. Medya organlarını kontrol etme ve baskı altında tutma çabalarının yanı sıra sosyal medyanın sınırlandırılmasına ve yasaklanmasına imkan verecek düzenlemelerin tartışılması tabloyu daha da endişe verici hale getirmektedir.

Diğer taraftan, toplumun ihtiyacı olan adaleti tesis etmek ve demokrasiyi güçlendirmek yerine yargı bağımsızlığı, adil yargılanma hakkı ve savunma hakkına ciddi zararlar verecek olan çoklu baro sistemiyle halihazırda toplumda var olan güvensizliği ve kutuplaşmayı derinleştirecek adımlar atılmaktadır. Hükümetin, paydaşların hiçbir itirazını dinlemeden hızlı bir şekilde meclis gündemine getirdiği bu konuda izlediği yöntem dahi uzlaşmadan, çoğulculuktan ve katılımcılıktan ne kadar uzaklaşıldığının açık bir kanıtıdır.

Son dönemde sıklıkla gündeme gelen işkence ve insan kaçırma iddiaları 90’lı yılların “Beyaz Toroslar”ını hatırlatmaktadır. Onlarca kişinin gözü önünde siyah transporter araçlara bindirilerek kaçırılan ve kendisinden haber alınamayan insanlar 21. yüzyılın Türkiye’sinde hukuk adına utanç vericidir. Hiç şüphesiz ki devlet terörle etkin bir şekilde mücadele etmelidir; fakat terörle mücadele hukuk içinde ve hukukun üstünlüğü ilkesi gözetilerek yürütülmelidir. Aksi takdirde toplumun hukuka olan inancı tamamen yok olur ve bu durum en çok terör örgütlerinin işine yarar. Bu minvalde, KHK’lar ile oluşturulan mağduriyetlere son verilmeli ve yargı kararlarıyla suçsuz bulunmuş yahut haklarında idari ve adli bir soruşturma bulunmayan KHK’lıların hak ve itibarlarının iadesi sağlanmalıdır.

Demokratik hukuk devletinin var olabilmesi, halk iradesinin tam olarak yansıdığı bir meclis ve bu meclisteki demokratik süreçlerin ardından vücut bulan yasaların; adil, şeffaf ve evrensel standartlarda bir demokrasi ve hukuk anlayışıyla uygulanmasıyla mümkündür. Ancak Türkiye, TBMM’nin torba kanunlarla ve Cumhurbaşkanı Kararlarıyla etkisizleştirildiği, yasamanın ve yargının etki altına alındığı kuvvetlerin bir kişide toplandığı bir yönetim anlayışıyla yönetilmektedir. Öte yandan, kanunlarda adrese teslim olarak nitelendirilebilecek değişiklikler yapılarak vakıf üniversiteleri ile kurucu vakıf arasındaki ilişki zayıflatılmakta ve sadece bir Cumhurbaşkanı Kararı ile üniversite kapatılmaktadır.

Ülkemizin böylesi karanlık bir tabloyu hak etmediği açıktır. Bugün demokratik hukuk devleti idealinden uzaklaşmanın etkisi sadece hukuk karnesinde değil, ekonomi alanında da görülmektedir. Rasyonaliteden yoksun kötü yönetimin hakim olduğu, yolsuzlukların herkesin dilinde olduğu, mülkiyet hakkının tehdit edildiği ve her alanda adaletsizliklerin yoğun bir şekilde yaşandığı ülkemizin demokratik hukuk devleti idealinden uzaklaşması hem vatandaşlar hem de kurumlar üzerinde onarılmaz yaralar açmaktadır.

Bu minvalde, DEVA Partisi olarak kuvvetler ayrılığının ve hukukun üstünlüğünün esas alındığı, demokrasinin güçlendiği ve evrensel standartlarda bir özgürlük anlayışının hakim olduğu bir Türkiye ideali için mücadele etmeye devam edeceğimizi belirtir; hukukun üstün tutulmadığı ülkemizde, Dünya Hukuk Günü’nü kutlarız.