KAMU BANKALARI YÖNETİM KURULLARINA SEÇİLEN ÜYELER HAKKINDA DEĞERLENDİRME

12 Haziran 2020 tarihinde Halkbank, Vakıfbank ve Ziraat Bankası yönetici kadrolarına ve yönetim kurullarına birtakım atamalar yapılmıştır. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Başkanı Ebubekir Şahin Halkbank; Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı Hamza Yerlikaya ise Vakıfbank yönetim kurulu üyeliklerine getirilmiştir. RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin ayrıca Basın İletişim Kurumu’nda, Hamza Yerlikaya da Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığında görev yapmaktadırlar. Adı geçen kişilerin mevcut görevlerine ek olarak kamu bankalarına atanmaları; adalete, liyakat ve görevin gereklerine uygun olma ilkelerine aykırı olup; toplumun vicdanını zedeleyici niteliktedir.

Diğer taraftan RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in Halkbank yönetim kuruluna atanması aynı zamanda RTÜK’ün tarafsızlığını da engellemektedir. İfade ve haber alma özgürlüğünü sağlama görevi gereğince özerk ve bağımsız bir niteliğe sahip olması gereken RTÜK, kamu gücü ayrıcalığından yararlanan; ancak siyasi iktidar karşısında da özgür iletişimin savunuculuğunu üstlenebilen bir yapıya sahip olmalıdır. Oysa RTÜK Başkanının “Cumhurbaşkanının talimatını emir telakki ederiz.” sözlerinden kısa bir süre sonra ödül niteliğinde önemli bir göreve getirilmesi, ahlaken ve vicdanen kabul edilemez.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve beraberinde oluşturulan devlet yapısının her biriminde olduğu gibi üst kurullar bakımından da yönetimsel olarak ciddi bir kriz hali yaşanmaktadır. Atamalarda uyulması gereken ilkeler yerini keyfiliğe, kurumsal yönetim kişisel yönetime, ehliyet ve liyakat yerini kayırmacılığa bırakmış; kurumsal hafıza önemli ölçüde tahribata uğramıştır. Keza diğer kurumlarda olduğu gibi kamu bankalarının yönetim kurulu üyeliği ve üst kadro görevleri sadece kadrolaşma olarak görülmekte; bankacılık formasyonu ve donanımı bulunmayan, Türkiye ve dünya ekonomisi hakkında bilgi ve tecrübe sahibi olmayan kişiler tarafından yürütülmektedir.

Ne yazık ki son yıllarda yaşadığımız liyakatsiz atamalar vatandaşlarımızda devlet algısını ciddi şekilde zedelemiştir. Herkes için umut ve güven kaynağı olması gereken devletin bu özelliği büyük oranda zayıflamış; ayrımcılık, kayırmacılık, dışlayıcılık ve ötekileştirme yaygınlaşmıştır. Bu durum devlete, yönetime, yargıya ve kurumlara karşı büyük bir güven sorununa yol açmıştır. Bu güven sorununun çözümü ve toplumsal huzurun yeniden inşası için liyakat, görevin gereklerine uygunluk ve tarafsızlık ilkelerine aykırı olarak gerçekleştirilen atamalara son verilmelidir.

Türkiye, ancak her bir vatandaşına eşit mesafede bulunan, nesnel liyakat ilkelerine dikkat eden; şeffaf, hesap verebilir kamu hizmetlerini insan odaklı, kaliteli ve verimli bir şekilde yerine getiren bir devlet yapısı ile toplumsal güven, huzur ve refahı tesis edebilir. DEVA Partisi olarak, kamu hizmetine atanmada ve yükselmede yıllardır şikâyet konusu olan tüm ayrımcılıkları ortadan kaldırılması, objektif kriterlere dayanan ehliyet, liyakat ve performans dışında bir ölçüt kabul edilmemesi ve fırsat eşitliğinin mutlak surette sağlanması gerektiğinin altını tekrar çizmek isteriz.

Ayrıca kurumların üst düzey yönetici kadrolarına atanacaklar için siyasi sadakatin değil; liyakat, başarı ve performans ölçütlerinin esas alınması gerektiğini de hatırlatırız. Bu minvalde Vakıfbank ve Halkbank yönetim kurulu üyeliklerine hakkaniyet gereği liyakat sahibi uzman kişilerin gelebilmesi adına Hamza Yerlikaya’yı ve aynı zamanda RTÜK’ün tarafsız ve bağımsızlığının sağlanması adına Ebubekir Şahin’i istifa etmeye davet ediyoruz.

Yurtdışındaki Türklerin Emeklilikleri Konusundaki Mağduriyetleri Giderilsin

Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızdan, yurtdışı hizmet borçlanması yoluyla emekli olanların sosyal sigorta kapsamına girmeden çalışabilmeleri TBMM’ye sunulan “Bazı Kanunlarda ve 399 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi” ile gündeme gelmiştir.

Bilindiği üzere 3201 Sayılı Kanun çerçevesinde “Yurtdışı hizmet borçlanması yoluyla emeklilik” hakkından yararlananların, yurtdışında çalışmaları halinde Türkiye’den aldıkları emekli maaşları kesilmektedir. Türkiye’de çalışmalarında herhangi bir beis olmayan emekli vatandaşlarımızın, yurtdışında çalışmaları konusunda engeller bulunmaktadır.

SGK, 2010 yılında yayımlamış olduğu (03.09.2010 tarih ve 2010/103 sayılı) Genelgede kısmi çalışmayı sigortalı çalışmadan saymamış ve yurtdışındaki vatandaşlarımıza emekli maaşları kesilmeden sosyal sigorta kapsamına girmeyen işlerde çalışma imkânı tanımıştır. Ancak 2012 yılında yayımladığı (28.06.2012 tarih ve 2012/24 sayılı) Genelge ile yurtdışından borçlanarak emekli olanlar için “Sosyal güvenlik sözleşmeleri uygulanmak suretiyle ya da borçlanmaları yurtdışında geçen sigortalılık süreleri dikkate alınarak aylık bağlanmış olanlardan, yeniden yurtdışında kısa süreli çalışmaya başladıklarının çalıştıkları sırada ya da daha sonra tespit edilmesi halinde bunların aylıkları, kısa süreli çalışmaya başladıkları tarihte kesilecektir.” ifadesiyle daha önce tanımış olduğu bu imkanı ortadan kaldırmıştır.

“Bazı Kanunlarda ve 399 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi” ile konu tekrar meclis gündemine girmiştir. Kanun teklifinin 3. Maddesi ile 3201 Sayılı Kanunun 6 ‘ncı maddesine “Yurtdışında zorunlu sigortalılığa tabi olsa dahi kısa süreli çalışma olarak adlandırılan işlerde çalışanların aylıkları bu madde kapsamında değerlendirilmez ve kesilmez. Bu maddede geçen kısa süreli çalışmaya tabi işler, Sosyal Güvenlik Kurumunca çıkarılan yönetmelik ile belirlenir.” fıkrasının eklenmesi 05.06.2020 tarihinde teklif edilmiştir.

İstanbul Milletvekili olarak çözümü noktasında yoğun çaba göstermiş olduğum ve daha öncesinde konuyla ilgili farklı tarihlerde defalarca basın açıklaması yaptığım bu konuda her zaman mağduriyet yaşayan vatandaşlarımızın yanında olduğumuzu bildiriyorum. Vatandaşlarımızın yararına olacak her düzenlemeyi olumlu karşılarken, mağduriyet oluşturan bu problemin, 2010 tarihli genelgenin tekrar gündeme alınması suretiyle, kanun değişikliğine gerek olmaksızın ivedilikle çözüme kavuşması mümkünken, çözümün dolaylı yoldan yapılmasını ve ertelenmesini doğru bulmadığımızı bildiriyor ve konu hakkındaki gelişmelerin ve diğer problemlerin çözülmesinin takipçisi olmaya devam edeceğimizi tekrar ediyorum.

Yıllardır verilen söz ve ertelenen hak göz önüne alındığında, yurt dışındaki emekli vatandaşlarımız ciddi mağduriyetlere uğratılmıştır. Yurtdışında borçlanarak emekli olan vatandaşlarımızın emeklilik sonrası çalışmalarında uygulanan hükümler açısından anavatandaki vatandaşlarımızla aralarındaki farklar şikayetlere sebep olmaktadır. Bu şikayetlerin de ciddiye alınarak adaletsizliklerin giderilmesi ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması doğrultusunda düzenlemeler çalışılmalıdır.

İKTİDAR YURTDIŞINDA YERLEŞİK VATANDAŞLARIMIZA YÖNELİK VAADİNİ YERİNE GETİRSİN, YURTDIŞINDAN ALINAN SÜRÜCÜ BELGELERİ İPTAL EDİLMESİN!

Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın Türkiye’de geçirdikleri süreleri bürokratik işlemlerle boğmayacak çözümler üretmek birincil görevimiz olmalıdır. Uzun yıllardır üzerinde durduğumuz yurtdışından alınan ehliyetlerin 1 yıldan sonra değiştirilmesinde uygulanan usul ve yüksek ücretin kaldırılması talebi hala karşılanmamıştır. İktidar, seçimlerde vaat ettiğinin aksini yaparak, yönetmelik değişikliği ile sadece bu süreyi 2 yıla çıkarmıştır.

Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin 88. Maddesi a/1. Bendi uyarınca; Türk vatandaşlarının dış ülkelerden aldıkları sürücü belgeleri ile ülkemizde araç kullanmaları en fazla 2 yıl süreyle sınırlandırılmıştır.  İki yılın ardından halihazırda bir sürücü belgesine sahip olmalarına rağmen yurtdışından aldıkları ehliyeti iptal ettirmeleri ve ülkemizde ilk defa ehliyet alıyormuşçasına işlemlere başlayıp yerel ehliyeti almaları istenilmektedir. Bu işlemlerin ardından tekrar yurtdışına dönmesi durumunda vatandaşlarımız iptal ettirdikleri ehliyeti gittikleri ülkede yine aynı işlemlere başlayarak temin etmek durumunda kalmaktadırlar.

Bu durum yurtdışından ehliyet alan vatandaşlarımızın hem zaman kaybetmesine hem de araç kullanmaya ehil olduklarına dair daha öncesinden edinmiş oldukları resmi evraklara rağmen maddi açıdan yüksek harçlara tekrar tekrar maruz kalmalarına sebep olmakta ve haklı şikayetlerine yol açmaktadır.

Mavi kart sahibi insanlarımızın durumu ise hiç gündeme gelmemiştir. Yaklaşık 800 bin mavi kart sahibi insanımızın vatandaşlık kanununda Türk vatandaşı gibi değerlendirilmesi gerektiği yer almasına rağmen ehliyet mevzuatında yabancı uyruklu olarak muamele görmektedirler.

Vatandaşlarımızın mağduriyetlerinin giderilmesi için, kişileri baştan ehliyet başvurusu sürecine tabi tutmak yerine ülkemizde uygulanan ehliyet yenileme ücretleri standardında işlem yapılmalıdır. Mavi kart sahiplerinin de aynı şekilde muameleye tabi tutulması gerekmektedir. Süreyi bir yıldan iki yıla çıkarmak çözüm değil, çözümsüzlüğün süresini uzatmaktır. Samimiyet, en azından seçim öncesi doğrudan vaat ettiğini yerine getirmektir. Özellikle mavi kart sahibi insanımıza yönelik bu tutum, ciddiyetsiz olduğu kadar kanuna da aykırıdır.

Resmi Gazete

AYASOFYA HAKKINDA AÇIKLAMA

Ayasofya etrafında dönen tartışmalar, Ayasofya’nın 1500 yıldır biriktirdiği kutsal manevi havasından çok uzakta, ruhaniyetsiz bir siyasi çatışma etrafında odaklanmaktadır. Ayasofya’nın siyasi şova kurban edilmesi, Ayasofya’ya en büyük saygısıylıktır.

Bir Müslüman için içinde ibadet edilen her mabed kutsaldır ve mutlak dokunulmazlığa sahiptir. Ayasofya gibi farklı inançlara ev sahipliği yapmış, insanlığa mal olmuş abidevi bir şaheserin kıymetini takdir etmemek, o mirasa ev sahipliği yapmış tüm medeniyetlere de saygısızlıktır.

Yüzyıllar boyu hafızların okuduğu Kuran hala Ayasofya’nın duvarlarında yankı bulmakta, toplumumuzu ayakta tutan o kadim kültürün tevarüs ettiğimiz maneviyatını her an hatırlatmaktadır. Ne Allah’ın dini, ne mabedi ne de kelamı, araçsallaştırılamayacak kadar yücedir.

Ayasofya’nın ‘siyasi şov’ malzemesi yapılmaması ihtarını Bizans söylemi içeren suçlamalara dönüştürenler, geçmişte bu talebi yenileyenlere ‘bunlar tezgah’ diyerek onları geri çeviren, bu taleplerin ‘siyasi manipülasyon’ olduğunu söyleyenlerdir.

Birilerinin amacı, siyasi araçsallaştırma değil de gerçekten Fatih Sultan Mehmet Han’ın vakfına hürmeten Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi olsaydı, 2013 yılından bugüne kadar Meclis komisyonunda beklemede olan tasarı Genel Kurula getirilir, görüşülür ve çoktan karara bağlanırdı.

Hukuki  açıdan da mesele çok açık; Ayasofya 1934’te nasıl bakanlar kurulu kararıyla müzeye dönüştürüldüyse bugün yine bakanlar kurulu yerinde olan Cumhurbaşkanı kararıyla camiye dönüştürülebilir, Danıştay’ın Kariye Müzesi kararı (2019) emsal zaten. Ayasofya kararı da öyle olacak.

Ayasofya Türkiye’nin tasarrufunda olan bir konudur! Karar verirken insanlığın ortak mirası olduğu gerçeği,Fatih Vakfı olması,tarihi ve uluslararası boyutu,Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığın durumu ve batı dünyasındaki camilere yönelik artan tehditler gözardı edilmemelidir.

Ayasofya’yı seçmeni konsolide aracı olarak kullanmak ahlaki olarak problemlidir ama kimlikçi popülizmin ahlak derdi yoktur zaten. Mesele Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi değil, akli selimden yoksun duygu ve dürtülere hitap eden bir biçimde siyasal araç olarak kullanılmasıdır.

Danıştay’ın Kariye Camii kararını okuyanlar, bu içtihat doğrultusunda Ayasofya ile ilgili nasıl bir karar çıkacağını tahmin edebilirler. Hayrat vakıflarının amaca aykırı kullanılması hukuken sorundur zaten. Ancak daha büyük sorun, meseleyi siyasallaştırıp araçsallaştıranlardır…

ÇARŞI VE MAHALLE BEKÇİLERİ KANUN TEKLİFİ HAKKINDA DEĞERLENDİRME

Genel Kurul’da bugün görüşülecek olan Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanun Teklifi ile çarşı ve mahalle bekçilerinin görev ve sorumluluklarının yeniden düzenlenmesi amaçlanmaktadır. Çarşı ve mahalle bekçileri, mevcut düzenlemede en büyük mülki amirin emrinde, genel zabıtaya yardımcı bir kuruluştur. Bekçiler, söz konusu teklif ile “genel kolluk kuvvetlerine yardımcı silahlı bir kolluk” olarak, adli ve idari kolluk faaliyetine dair geniş ve belirsiz yetkilerle donatılmak istenmektedir.

Söz konusu teklif ile bekçilere; halka yardım, vatandaşlara kimlik sorabilme, zor ve silah kullanma, devriye, gösteri, yürüyüş ve karışıklıkların önlenmesi, durdurma, üst arama yetkileri gibi soyut ve belirsiz kriterlerle görev tanımlarının ötesinde yetkiler verilmiştir. Bu durum anayasaya aykırı olacağı gibi, süreç içinde çok yaygın ve yoğun biçimde insan hakları ihlallerine sebep olacağı açıktır.

Yasa teklifinin en sıkıntılı düzenlemesi, “Adaylarda aranacak şartlar ve sınav”a ilişkin 3. maddedir. Bekçi alımlarında; uzun zaman sonra ilk kez, 2017 yılı itibariyle, toplu alımların yapılması zaten tartışmalı bir durumken, mevcut teklif ile DMK 48. maddedeki genel şartların ve İçişleri Bakanlığı’nca çıkarılacak yönetmelikle belirlenecek özel şartların aranması yerinde değildir. Bu hususta özellikle orta okul (ihtiyaç halinde ilkokul) mezunu kişilerin bekçi olmalarının önünün açılması ve bekçilerin eğitim, yaş, sağlık ve fiziki yeterlilik gibi özel şartların yönetmelikle düzenlenmesi, teklifte düzenlenen geniş yetkiler göz önüne alındığında, kabul edilemez niteliktedir. Teklif Genel Kurul’da görüşülürken bu maddenin yeniden düzenlenerek; bekçi adaylarının alımlarında, liyakat esasının göz önünde bulundurulması, en az lise mezunu olma şartı aranması, objektif bir sınav yapılması ve hukuki belirlilik ilkesi gereğince bu düzenlemelere ayrıntılı olarak ilgili maddede yer verilmesi gerekir.

Teklifte endişe verici diğer bir düzenleme ise; teklifin 6. maddesinin 1/ç bendi gereğince, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde bekçilere tanınmak istenen önleyici tedbir alma yetkisidir. Zaten mevcut durumda bu konuda birçok sorun yaşanırken, kolluk güçlerinden daha az eğitimli ve deneyimsiz kişiler tarafından; demokratik toplumun etkili işlemesinde önemli bir yere sahip olan bu hakkın sınırlandırılması ve keyfi uygulamalarla bastırılması, temel hakları yoğun ve yaygın bir biçimde tehdit edecektir. Bu nedenle mevcut düzenlemede “önleyici tedbir almak” ibaresinin somutlaştırılarak, bu yetkinin sınırları açıkça çizilmeli ve yetkilerin kötüye kullanılmasının önüne geçilmelidir.

Diğer taraftan teklifin 7 ve 8. maddelerinde, kolluk kuvvetlerine tanınan yetkilerin çok daha ötesinde bazı düzenlemelere yer verilmesi kaygı vericidir. Teklifle bekçilere tanınmak istenen; durdurma, kimlik sorma, arama ve yakalama yetkileri kolluk tarafından kişi hak ve özgürlüklerini ihlal etmeden ifa edilmesi gereken, CMK ve ilgili mevzuatlarla sınırları açıkça çizilen yetkilerdir. Bekçiler; kolluk kuvvetlerinden çok daha yetersiz eğitim seviyesinde olmalarından, hukuk ve insan hakları eğitimini sınırlı almalarından dolayı kolluktan çok daha sınırlı ve dar yetkilere sahip olması esas olmalıdır. Bu nedenle, Genel Kurul görüşmelerinde söz konusu yetki tanımlamaları; mevcut kanunlarla uyumlu olarak ayrıntılı olarak düzenlenmeli ve yetkilerin sınırları açıkça çizilmelidir.

Son olarak teklifin 9. maddesi ile bekçilere, Polis ve Salahiyet Kanunu kapsamında tanınmak istenen zor ve silah kullanma yetkisi; istisnai ve son derece sıkı şartlara bağlı bir yetkidir. Kişilerin temel hak ve özgürlüklerden birisi olan vücut bütünlüğüne ve özellikle yaşam hakkına yönelik olarak bu yetkilerin kullanılması bakımından titizlikle üzerinde durulmalıdır. Dolayısıyla eğitim seviyesi bu yetkinin ehemmiyetini anlamaya yeterli olmayan bekçilere “Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda belirtilen zor ve silah kullanma yetkisi” tanınması doğru değildir. Bu maddenin kanun teklifinden tamamen çıkarılması gereklidir.

Temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alınması asli amacımız olması gerekirken, bu hakları ihlal edecek nitelikte soyut kriterlerle çok geniş yetkiler veren düzenlemelerin yapılması demokratik toplum düzeninin gerekleri ile bağdaşmaz. Demokratik hukuk devletinin amacı olan bireylerin hak ve özgürlüklerinden en geniş şekilde yararlanmalarını sağlamak olduğu unutulmadan, zaten mevcut kolluk tarafından ifa edilen, sorumluluğu ağır görev ve yetkilerin bekçilere de öngörülmesi doğru değildir.

Toplumun nefes alma alanları gün geçtikçe daraltılırken, toplumun güvenliği ve insan hakları dengesini sağlamak zorlaşmaktadır. Bu durumda bir de yetersiz eğitime sahip insanlara zor kullanma, silah kullanma, durdurma, üst arama ve kimlik sorgulama gibi polis yetkilerinin verilmesi telafisi zor insan hakları ihlallerine sebep olacağı açıktır. Ayrıca böylesi ağır sorumluluklar bekçileri de güç durumda bırakacaktır.

Bu minvalde Deva Partisi olarak, teklifin Genel Kurul’da ayrıntılı olarak tartışılması, bekçilere tanınan önleyici ve adli yetkilerin kapsamlarının daraltılması, mevcut mevzuatlarla uyumlu hale getirilmesi, bekçilerin alımı ve eğitimi konusundaki düzenlemelerde değişikliklere gidilmesi gerektiğini vurgulamak isteriz.

DEVA PARTİSİ Basın Açıklaması

Mustafa Yeneroğlu Basın Toplantısı

Dünya Basın Özgürlüğü Günü: Basın Hürdür, Sansür Edilemez!

Dünya Basın Özgürlüğü Gününü, basın ve halkın bilgi alma özgürlüğünün iktidar baskılarıyla giderek sınırlandığı karanlık bir dönemde kutluyor olmanın üzüntüsü içerisindeyiz.

Demokratik bir toplumda bağımsız ve eleştirel basın, demokrasinin temel taşlarından ve güvencelerinden biri olup, özgür ve çoğulcu bir kamuoyunun oluşumu için şarttır. Toplumun gerçeğe ulaşma hakkı, ancak farklı görüşlerin hoşgörü ortamında tartışılması ve yayılması ile mümkündür. Ne var ki, özgür basının iktidar tarafından baskılanarak kısıtlanması, insan haklarına dayalı demokratik hukuk devleti ilkesine aykırı olup, toplumun iktidarı denetleme imkânını da ortadan kaldırır. İleri demokrasilerde ötekinin sesini daha çok koruma üzerine politikalar geliştirilir. Yöneticiler ve siyasiler; basının ifade, eleştiri ve ithamına karşı hoşgörülü davranarak, bu eleştirilerin topluma ulaşma yollarını da engellemeye çalışmazlar. Aksine farklı fikir ve görüşlerin toplumda özgürce gelişimini sağlarlar.

Ne yazık ki, bizim gibi otoriter ülkelerde ilk baskılanan özgürlükler ise ifade ve basın özgürlükleridir. Türkiye’nin basın ve ifade özgürlüğü açısından içinde bulunduğu karanlık tablo, uluslararası insan hakları kuruluşlarının rapor ve verilerinde açıkça ifade edilmektedir. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün Dünya Basın Özgürlüğü Endeksine göre; 180 ülke içinde 154. sırada yer alan Türkiye, dünyada en fazla profesyonel basın mensubunun cezaevinde olduğu ülkedir. Maalesef 2019 yılında; Avrupa Konseyine üye ülkeler arasında tutuklanan gazetecilerin büyük ekseriyeti Türkiye’dendir. Ayrıca AİHM’nin ifade özgürlüğü açısından en fazla ihlal kararı verdiği ülke yine bizim ülkemizdir.

Raporlardaki hızlı düşüşün sebepleri arasında, ülkemizde son yıllarda basın mensuplarına yönelik fiziksel saldırıların yaşanması, haber içerikleri ve sosyal medya paylaşımları nedeniyle açılan soruşturmalar ve tutuklama kararlarının giderek artması yer almaktadır. Keza mahkemeler, hukuki dayanaktan yoksun olmasına rağmen keyfi olarak birçok habere ve internet sitesine erişim engeli kararı vermeye devam etmektedir. Kamu görevlileri engel kararları verilmesini teşvik etmekte, bakanlar sosyal medyada sanal takip yapamadıkları için Anayasa Mahkemesini ayak bağı olarak görmekte, RTÜK muhalif basın organlarına keyfi cezalar kesmektedir. Ne yazık ki kanunlaşan Ceza İnfaz Paketi, cezaevinde tutuklu ve hükümlü olarak bulunan onlarca basın mensubunu anayasaya aykırı bir şekilde kapsam dışı bırakmıştır. Ayrıca, internet ve sosyal medya ile ilgili özgürlükleri daha da fazla kısıtlayacak kanun düzenlemelerinin hazırlıkları sıklıkla gündeme gelmektedir.

Diğer taraftan tüm otoriter yönetimlerde olduğu gibi ülkemizde de koronavirüs salgın sürecinde, basın ve medya üzerindeki baskı ve kontrol daha da artmıştır. Oysa böyle bir dönemde güvenilir bilgiye erişim; halk sağlığından, ekonomideki panik etkisine kadar birçok konuda büyük bir öneme sahiptir. Ancak hükümet, ülkedeki eleştirileri bastırmak ve vatandaşların gerçek bilgiye ulaşmasını engellemek amacıyla; koronavirüs salgını hakkında yapılacak yayınlarda kamu düzenini tehlikeye atacak bahanesiyle basının eleştirel haber ve yorumları yayımlamasını yasaklamış, haberlere erişimi engellemiş, gazetecilere daha fazla soruşturma açtırmış ve kanallara RTÜK aracılığıyla yüklü cezalar verdirmiştir.

Türkiye’deki siyasal anlayış, basını; kendi gibi olanın kutsandığı, farklı olanın hukuku maşa gibi kullanılarak susturulduğu ve cezalandırıldığı tek sesli bir hale getirmeye çalışmaktadır. DEVA Partisi olarak, basın özgürlüğünün, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir devlet için öneminin bilincindeyiz. Bu bilinç ve sorumlulukla, Türkiye’nin bağımsız, özgür ve çoğulcu bir basına ve medyaya kavuşması için gerekli adımların acilen atılması için mücadele vermenin bir demokrasi mücadelesi olduğunun altını çizmek isteriz. Bilvesile ülkemizde ve dünyanın her köşesinde çoğu zaman büyük fedakârlıklarda bulunarak, yoğun baskı altında çalışan tüm gazeteci ve basın mensuplarının Dünya Basın Özgürlüğü Gününü kutluyoruz.

Anayasa Mahkemesi’nin 3 OHAL Düzenlemesini İptal Etmesiyle İlgili Değerlendirme

Türkiye, OHAL’in üzerinden iki sene geçmesine rağmen normalleşme ve demokratikleşme sürecine girememiştir. Aksine iktidar ülkeyi OHAL anlayışı ile yönetmekte ısrar etmektedir. Bu ortamda Yüksek Mahkemenin, olağanüstü hâl döneminde çıkarılan üç düzenlemeyi temel haklar ve demokratik toplumun gereklilikleri açısından anayasaya aykırı bulması önemlidir. Anayasa Mahkemesinin bu kararını memnuniyetle karşılıyoruz.

Kararlar ile; polise sanal takip yetkisi verilmesi, terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı olduğu iddia edilen medya kuruluşlarının lisans başvurularının otomatik olarak reddedilmesi ve işe alınacak sözleşmeli personel hakkında güvenlik soruşturması yapılmasını öngören düzenlemeler iptal edilmiştir.

Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen hükümlerden ilki, polise verilen sanal takip yetkisidir. Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’na eklenen düzenleme ile polise, sanal ortamda işlenen suçlarda internet abonelerine ait kimlik bilgilerine ulaşma, sanal ortamda araştırma yapma yetkisi verilmiş idi. Demokratik bir hukuk devletinde; sanal ortamda işlenen suçlar da dahil olmak üzere soruşturmayı başlatma ve soruşturma işlemlerini yapma yetkisi polisin değil, CMK gereğince Cumhuriyet Savcısınındır. Anayasa Mahkemesi polise verilen bu geniş yetkiyi, zorunlu bir toplumsal ihtiyaca karşılık gelmediği, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve kişisel verilerin korunması hakkına aykırı olduğu gerekçesiyle iptal etmiştir.

Mahkeme ayrıca, ortakları ile yönetim kurulu başkan ve üyelerinin terör örgütlerince iltisaklı veya irtibatlı olduğu Millî İstihbarat Teşkilâtı veya Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından bildirilen medya hizmet sağlayıcı kuruluşlarının lisans başvurularının RTÜK tarafından otomatik olarak reddedilmesini öngören kuralı anayasaya aykırı bulmuştur. Anayasa Mahkemesi, söz konusu kuralı; olası keyfilikleri önleyecek yasal güvenceleri içermemesi ve başvuruları değerlendiren idare ile işlemleri denetleyecek mahkemelere takdir yetkisi verilmemesi neticesinde ifade ve basın özgürlüklerini orantısız olarak sınırlandırdığı gerekçesiyle iptal etmiştir.

Mahkeme son olarak, kamu iktisadi teşebbüslerine sözleşmeli olarak işe alınacak personel hakkında güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılmasına yönelik kanun hükmünü iptal etmiştir. Demokratik bir toplumda kişisel verilere ilişkin kanuni düzenlemeler, güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına konu edilecek bilgi ve belgelerin niteliği, kullanım alanları, saklanma şartları ve bu yetkinin kötüye kullanımını önlemeye yönelik tedbirler ayrıntılı olarak düzenlenmelidir. Bu kapsamda Anayasa Mahkemesi söz konusu hükmü, kişisel verilerin keyfi olarak işlenmesinin sınırlarını açıkça çizmediği ve olası kötüye kullanmalara karşı yeterli güvence sağlamadığı gerekçesiyle iptal etmiştir.

Anayasal bir devlette, olağanüstü dönemlerde dahi keyfi bir yönetime izin verilmez. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamaz. Temel hak ve özgürlükler sadece olağanüstü halin gerektirdiği durumlarda ve ölçülü olarak kısıtlanabilir. Maalesef Türkiye’de olağanüstü halin kaldırılmasının üzerinden iki yıl geçmesine rağmen normalleşme süreci yaşanamamış, aksine olağanüstü halden kalan kurallara yenileri eklenmiştir.

Unutulmamalıdır ki, normalleşme süreci ancak anayasaya sadakatle; mahkemelerin ve yüksek mahkemelerin anayasanın üstünlüğüne sahip çıkması ile gerçekleşebilir. DEVA Partisi olarak, iktidarın anayasasızlaştırma ve hukuksuzlaştırma politikasına karşı, Anayasa Mahkemesinin hukukun üstünlüğünü ve temel hak ve özgürlükleri koruma görevi çerçevesinde verdiği bu kararları memnuniyetle karşılıyor, bu görevi bundan sonra da layıkıyla yerine getireceğini umut ediyoruz.

 

DEVA Partisi Resmi Açıklamasına Buradan Ulaşabilirsiniz.

Türkiye’de yargı, hak ihlallerini ağırlaştıran bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır

Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye’de İnsan Hakları 2019 Değerlendirmesi’ne göre Türkiye’de temel hak ve özgürlükler yaygın bir şekilde ihlal edilmektedir. Rapor, hukuk devletinden, insan hak ve özgürlüklerinden ve yargının tarafsız ve bağımsızlığından ne kadar uzaklaştığımızı gözler önüne sermekte. Demokratik bir toplumda temel hak ve hürriyetlerin teminatı olarak işlemesi gereken yargı, ne yazık ki ülkemizde hak ihlallerini ağırlaştıran bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır.

Rapora göre, Türkiye’de binlerce kişi, uluslararası hukukta tanımlanmış bir suç işlediklerine ilişkin hiçbir delil olmaksızın, sadece cezalandırma amacı taşıyan, uzun süreli tutuklu yargılamalarla cezaevinde bulunmaktadır. Demokratik bir toplumun temel taşlarından olan ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü kısıtlanmış; meşru olmayan gerekçelerle barışçıl toplanma hakkı ciddi şekilde zedelenmiştir. Cezaevinde onlarca gazeteci ve medya çalışanı tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır. Yapılan kanuni düzenleme ile internet siteleri içerikleri RTÜK denetimine tabi tutularak, devletin internet içeriklerinde kısıtlama yapma yetkisi genişletilmiştir. Muhalefetteki siyasetçiler terörle ilişkilendirilerek veya cumhurbaşkanına hakaret gibi suçlamalardan dolayı yargılanmaktadır. Aynı şekilde, birçok insan hakları savunucusu hukuki dayanaktan yoksun halde tutuklu yargılanmaktadırlar. Yargı üzerindeki siyasi baskı nedeniyle, AİHM kararları dahi uygulanmaksızın, tutuklama ve cezalar devam etmiştir.

Olağanüstü hâl dönemi sona erdirilmiş olsa da valilere tanınan geniş yetkilerle barışçıl toplanma hakkı sınırlandırmaları uygulanmıştır. Tüm bunlara ilaveten, ağır işkence ve zorla kaybetme iddiaları bulunmaktadır. Türkiye, FETÖ ile haklı mücadeleyi kararlı bir biçimde sürdürürken; aynı örgütün mağdurları olan insanlara daha ağır bir mağduriyet yaşatmaktadır. Hakkında soruşturma açılmamış veya takipsizlik ya da beraat alan KHK’lılar dahi mahkemeler tarafından görevlerine iade edilmemektedir. Diğer taraftan on binlerce akademisyen, asker, polis ve öğretmen bırakın kamuyu özel sektörde bile çalışamadıkları için aileleri ile birlikte ekonomik sıkıntılarının yanında bir de ötekileştirmeye maruz bırakılmaktadır. Bu çerçevede, KHK’larla işlerini kaybetmiş ancak yargı kararlarıyla suçsuz bulunmuş veya haklarında idari ve adli bir soruşturma bulunmayan kişilerin hak ve itibarlarının iadesi ile ilgili düzenlemelerin ivedilikle yapılması gerekir.

Maalesef, 2020 yılının ortalarına yaklaştığımız günlerde bu insan hakları tablosu daha da bozulmuştur. Toplumsal yaşam; farklı düşünce, inanç ve yaşayışları bünyesinde barındıran bir çoğulluğa sahiptir. İfade, basın ve toplantı özgürlükleri, demokratik toplumun temellerinden olup, toplumun gelişmesi ve vatandaşlarımızın kendini geliştirmesi için vazgeçilmezdir. Düşünce ve ifade özgürlüğünün varlığı; yolsuzluk, adaletsizlik, ayrımcılık, kayırma ve hukuksuzlukların ortaya çıkarılması ve kamuoyu vicdanında yargılanması açısından hayati önem taşımaktadır. DEVA Partisi olarak, düşünce ve ifade özgürlüğünün kullanılmasını engelleyecek her türlü uygulamanın karşısındayız.

Evrensel bir değer olan insan hakları anlayışını etkili bir şekilde koruyabilmek için demokratik hukuk devletlerine düşen yükümlülük; her şartta ve her dönemde ulusal ve uluslararası normların kendilerine yüklediği sorumluluklara uymaktır. Bugün gelinen noktada, raporun da belirttiği üzere, Türkiye’nin en büyük sorunu yürütmenin yargı organları üzerindeki ağır baskısıdır. Türkiye bu baskıcı zihniyetle ve keyfi adaletsizliklerle yönetilemez. Yargı bağımsızlığını teminat altına alan bir güçler ayrılığı düzeni kurarak bugün otoriter sistem örnekleri arasında adı geçen Türkiye’yi güçlü bir demokrasi haline getirme sorumluluğu taşıyoruz. DEVA Partisi olarak hedefimiz; ortak akıl ve uzlaşma ilkelerine dayanan, vatandaşlarımızın farklılıklarına ve değerlerine saygı duyan, hukukun üstünlüğünü tesis etmiş, özgürlükçü ve demokratik bir Türkiye’dir. Türkiye’nin bu karanlık tablosunun iyileşmesi, toplumun her kesiminin ortak mücadelesi ile mümkün olacaktır.

DEVA Partisi Resmi Açıklamasına buradan ulaşabilirsiniz.

Zorla Kaçırma, Alıkoyma ve İşkence İddiaları Etkin Olarak Soruşturulmalıdır

Türkiye’nin insan hakları tablosu son yıllarda giderek kötüleşmektedir. Ülkemizin, hukuk devletinden, hukukun üstünlüğünden ve insan haklarından uzaklaşarak baskılar, ötekileştirmeler ve ağır insan hakkı ihlalleri ile gündemde olmasına maalesef ki üzülerek tanıklık ediyoruz. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 29 Nisan 2020’de yayımladığı “Türkiye: Zorla Kaybetme Vakaları ve İşkence” isimli raporuna göre ülkemizde, 2017 yılından itibaren 16 kişi zorla kaçırıldığı, alıkonulduğu ve işkenceye maruz kaldığı belirtilmektedir. Rapora göre; halen tutuklu bulunan ve duruşma sırasında “Devlet tarafından kaçırıldığı, zorla kaybedildiği ve işkence gördüğü” yönünde ifade veren Gökhan Türkmen, iddiasına göre bu ifadesinden sonra cezaevinde istihbarat personeli tarafından ziyaret edilmiş ve ifadesini geri çekmesi yönünde kendisi ve ailesi baskı görmüştür. Ankara Cumhuriyet Savcılığı ise bu iddialara karşı 3 kez takipsizlik kararı vermiştir. Ayrıca Yusuf Bilge Tunç 8 aydan fazla bir süredir kayıp olduğu iddia edilmesine rağmen halen bulunamamaktadır.

Bu rapor ülkemiz adına utanç tablosudur. 21. yüzyılda zorla kaybettirme ve işkence iddiaları ağır ithamlardır. İnsan hakları evrensel hukuku, zorla kaybedilmeyi ve işkenceyi ağır bir suç olarak görür ve her koşulda yasaklar. Bu yasak gereğince devlet, bu tür vakaları engelleme, zorla kaybedilme iddialarını etkili olarak soruşturulma ve sorumluların yargılanmasını sağlama yükümlülüğü altındadır. Hukukun üstünlüğüne dayanan ve insan haklarını korumayı amaçlayan bir devlette, zorla alıkonulma, zorla kaybedilme ve işkence suçları ağır insanlık suçu olarak kabul edilir ve etkin olarak sorumluları soruşturularak adalete teslim edilir. Ne yazık ki Beyaz Toros’ları yargılayacağız diye çıkılan yola, bugün Siyah Transporter’lerle devam ediliyor. Değişen sadece araçların modernleştirilmesi oldu!

Türkiye’de birkaç yıldır gündemde olan ve etkin olarak soruşturulmayan bu suçlamalar maalesef göstermektedir ki, devlet sorumluların ortaya çıkması için değil, ortaya çıkmaması için mücadele vermektedir. Hukuk devletinde işkence, insan kaçırma olamaz; yapanlar çıkarsa etkin soruşturulur. Ama adeta herkes somut verilerle ortaya konulan iddiaları görmezden gelip vahşete susabiliyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlara gözleri kapatıp kulakları tıkayınca gerçekler ortadan kaybolmuyor! Geçmişte ‘işkenceye sıfır tolerans’ olarak ifade edilen politikanın gereği olarak dile getirilen iddiaların araştırılarak tespit edilmesi ve sorumluların da bir an önce adalete teslim edilmeleri en öncelikli görev olmalıdır.

Bu minvalde, halen kayıp olan Yusuf Bilge Tunç’un nerede olduğuna dair etkin bir soruşturmanın acilen yapılması, Gökhan Türkmen hakkında iddialara yönelik kapsamlı bir soruşturmanın hızla başlatılması, kendisi ve ailesinin daha fazla baskıya maruz kalmamasını sağlamak devletin en asgari yükümlülüğüdür. Ayrıca diğer kayıp iddialarına ve işkencelere ilişkin de etkin soruşturmaların yapılması insan hakları ve hukuk devleti için kaçınılmazdır.

HRW’nin “Türkiye: Zorla Kaybetme Vakaları ve İşkence” Adlı Raporu

YARGI FAALİYETLERİNİ DURDURMA SÜRESİNİN 15 HAZİRAN’A UZATILMASIYLA İLGİLİ DEĞERLENDİRME

Ülkemizde koronavirüs salgını ile mücadele kapsamında alınan tedbirlerin yanında, sosyal izolasyonun sağlanabilmesi adına bir takım tedbir kararları da alınmaktadır. Bu kapsamda, 7226 sayılı Kanunun Geçici 1. maddesiyle, 30 Nisan’a kadar durdurulmuş yargı faaliyetlerine ilişkin süreler, Cumhurbaşkanının 27 Nisan’da yapmış olduğu açıklama ile 15 Haziran’a kadar uzatılmıştır. Adliyelerdeki dava, icra, şikâyet, itiraz bildirim süreleriyle ilgili erteleme tedbiri, virüsün yayılımını engelleme gayesi taşımakla beraber, doğacak olumsuz neticeler bakımından devletin acilen müdahalesini gerektirecek niteliktedir.

Öncelikle tutuklu ve acil işler dışında tüm yargılama faaliyetlerinin, icra işlemlerinin ve kamu davalarının açılmasının 45 gün daha ertelenmesinin, Türkiye’de hem iş yükü hem de adalet ve hak arama yönünden zaten sorunlu olan yargıya ilişkin aksaklıkların daha da derinleşmesine yol açacağı unutulmamalıdır. Bu nedenle alınan erteleme kararının makul sürede yargılanma hakkını ve adalete erişim hakkını zedelemeyecek şekilde alternatif önlemlerle yeniden düzenlenmesi gerekir.

Diğer taraftan, alınan bu kararla; barolara kayıtlı 130 bin civarında avukat, avukatlara bağlı olarak çalışan icra takip elemanı ve onlar bünyesinde çalışan 100 binlerce insan mağdur olmuştur. Avukatların takip ettikleri dosyalar ve icra işlemleri üzerinden geçimlerini sağladıkları dikkate alındığında, ortalama 90 gün boyunca maddi olarak gelir elde edememeleri avukatların üstesinden gelemeyecekleri kadar ağır sonuçlar doğuracaktır. Geçimini maaşına, yargılamalara ve icra işlerine bağlamış on binlerce avukat; adliyelerin kapalı olması nedeniyle, büyük endişe taşımaktadır. Avukatların endişelerini gidermek ve ekonomik olarak avukatları destekleyici tedbirler almak devletin asli sorumluluğudur.

Bu minvalde;

  1. Yargılamalara ve duruşmalara ilişkin erteleme tedbiri yerine alternatif tedbirler getirilmelidir. Örneğin, kademeli olarak sosyal mesafe tedbirlerinin, duruşma salonları için de uygulanması sağlanarak, sadece tarafların ve avukatların katılımı ile duruşmaların yapılması yahut da 15 Haziran’a kadar duruşmaların daha da gecikmemesi için alternatif olarak SEGBİS üzerinden, avukatların ve tarafların online katılımı ile gerçekleştirilmesi sağlanabilir. Ayrıca nöbetçi hâkim uygulaması yerine, hakimlerin online olarak yargılama işlemlerine katılabilmesi sağlanmalıdır.
  2. İcra takibi ve işlemlerinde icra dairelerine gitmeden UYAP üzerinden yapılabilecek her türlü işlem serbest bırakılmalı, böylece fiili icra işlemleri dışında diğer taleplere ve sorgulamalara imkân tanınmalıdır.
  3. Erteleme tedbirinin bitiminden kısa süre sonra başlayacak olan adli tatil, yapılacak geçici bir yasal düzenleme ile sadece bu seneye mahsus olmak üzere kaldırılabilir. Böylece vatandaşlarımızın hak aramalarının ve adalete erişiminin gecikmesinin önüne geçilmiş olacaktır.
  4. Ekonomik tedbirlere ilişkin alınacak önlemlerle, stajyer avukatlara karşılıksız belirli bir ücret ödenmesi, kısa çalışma ödeneği olarak sağlanan geçici gelir desteğinin tüm sigorta ile çalışan avukatları kapsayacak şekilde düzenlenmesi, bağımsız çalışan avukatlara ise belirli bir süre asgari gelir desteği, kira ve varsa personel giderleri ödenmesi gerekir. Keza avukatlara belirli bir şart koşulmaksızın faizsiz kredi verilmesi, SGK prim borçları, beyanname, vergi ödeme vb. mükellefiyetlerin ertelenmesi, KDV oranlarının indirilmesi, CMK ve Adli Yardım ödeneklerinin acilen ödenmesi gibi tedbirlerin de ivedilikle yapılması zorunludur.

Toplum olarak salgınla mücadele ettiğimiz şu günlerde, yargı faaliyetlerinin ertelenmesi yerine alternatif çözümlerle zaten topallayan yargının daha da gecikmesinin önüne geçilmelidir. Bunun yanında, avukatların yargı sistemindeki önemi dikkate alınarak, avukatları destekleyici ekonomik tedbirlerin daha fazla ertelenmeden ilgili bakanlıklar ve TBMM nezdinde yapılacak düzenlemeler ile sağlanması Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 5. maddesinde düzenlenen devletin “insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama” yükümlülüğünün bir gereğidir.